Nisan 25 22:03

KUR’AN MEALİNİN ÖNEMİ VE ÇARPITMA ÖRNEKLERİ

KUR’AN MEALİNİN ÖNEMİ VE ÇARPITMA ÖRNEKLERİ

Kur’an Ne Kadar Tercüme Edilebilir?[1]

Bütün bir tercüme tarihine baktığımızda görürüz ki tercüme sanatı, fevkalâde asildir ve çok üstün bir maharet ve çok kapsamlı bir müktesebat ister. Tercüme sanatının gerektirdiği birçok vasıflarla donanmış bir mütercim bile, bir metni asıl dilden farklı bir dile aktarırken, çoğu zaman, birçok yerlerde, çok farklı zorluklar yaşar, çok çeşitli ve çetin problemlerle karşı karşıya kalır. Bu problemlerin en çözülmezi de, edebî yönden mükemmelliğe ulaşmış metinlerde gözlenmektedir. Eğer bir metin derin manalarla yüklüyse ve aynı zamanda da büyüleyici bir şiirsel üslup taşıyorsa, bu kabil bir yazılı eser elbette mütercimi zorlayacak ve onu oldukça sarp bir yokuşa veya gayet engebeli bir mecraya sürükleyecektir.

İşte yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim de, bu kabil eserler gibi, tarih boyunca mütercim ve müfessirlerini böyle bir zorluğa sürüklemiş ve onların deha çapında olanlarını bile acze düşürmüştür.

Meselâ, Kur’an-ı Kerim’i anlamı anlamına tercümeye kalkışan her mütercimin karşısına her zorluktan evvel, Kur’an’ın geniş anlamlı kelimelerinin tercümesinde karşılaşılan bir zorluk çıkar. Fatiha Suresi’nin ilk ayetinde geçen hamd kelimesini tercüme ederken karşılaştığımız zorluk gibi… Bu ayette geçen hamd kelimesini biz ya sadece övgü ile karşılar, ya da bu kelimeyi aynen, olduğu gibi bırakırız, Yani, ya “Övgü Allah’ındır.” Ya da “Hamd Allah’ındır.” şeklinde tercüme ederiz. Ancak, Kur’an’ın sibak-u siyakında hamdın o nâmütenahi manalarını tercümeye aktarmakta zorluk çekeriz. Çünkü hamd surenin bütünlüğü içinde Âlemlerin Rabbi ile alâkalı olarak kullanılmıştır. Bu alâka da bu kelimeye oldukça geniş manalar yüklemiştir. Öyle ki bu kelimenin bu bağlamda kazandığı mana, kadim ve yeni Arap dilinde bile mevcut değildir. Çünkü bir varlık övüldüğünde, onun en güzel özellikleri, en güzel sıfatları söylenir. Bu yüzden, Allah’a ait bir övgü söz konusu olunca, O’nun güzel sıfatları, O’nda var olan güzel isimler akla gelir. İşte bu mütalaalardan sonra “el hamdu li’llahi” ifadesini “el esmau’l husna li’llahi” şeklinde, yani en güzel isimler, en güzel vasıflar, en güzel özellikler, Hak bir İlahta olması gereken vasıflar Allah’ındır; gibi anlamamız ve bu manaya göre de bu cümleyi tercüme veya tefsir etmemiz gerekir. Bu anlayış da bizi, yalnız bu Ayet-i Kerimenin tercümesi konusunda Allah’ın güzel isimlerini tek tek saymaya, sonra da bu kutsî isimleri ayrı ayrı tefsir etmeye iter. Dolayısıyla her isimle sonsuz mana alanlarına açılırız.

İşte görülüyor ki daha Fatiha Suresi’nin ilk ayetindeyken bile, müthiş bir tercüme zorluğuyla yüz yüze geliyoruz ve bu zorluk da bizi oldukça analitik, yani açıklayıcı, tefsirci bir tercüme yoluna itiyor. Bununla da kalmıyor, ayetin telmih ve çağrışımları bizi daha geniş manaları sıralamaya, sayıp dökmeye sevk ediyor. Meselâ bu kısacık cümlenin, bütün bir şirk tarihine karşı ilan edilmiş bir muhtıra cümlesi olduğunu seziyoruz. Çünkü insanlık, tarih boyunca Allah’a ait sıfatları, yani uluhiyyet sıfatlarını putlara, ateşe, Ay’a, Güneş’e, yıldız’a; ciptlere, tağutlara, zaman zaman da despot krallara veregelmiştir. Bu ayette ise bu sıfatların yalnız Allah’a ait olduğu vurgulanır, tarih boyunca yapılan bu yanlış reddedilir. Zımnen, yaratmak, rızk vermek, rızkları taksim etmek, kader çizmek, yaşatmak, öldürmek, güç ve kudret gibi sıfatlar yalnız Allah’ındır denmek istenir. Allah’tan başka hiçbir varlıkta bu sıfatlar hakikî olarak mevcut değildir, denir.

İşte bu ayeti okurken, onda böyle bir mana ve îlâm sezen mütercim, bu îlâmı da tercümede göstermek zaruretini hisseder ve anlar ki, ayetin bu anlam ve telmih sınırları, çağrışımcı, yani tedaisel güç hudutları fevkalâde geniştir ve bu kabil kelimeleri karşı dilde tek kelimeyle karşılamak fevkalâde zordur.

Yine, Arapçadaki şu özellik esas alınarak bir tercüme yapılmaya kalkışılsa, hiç şüphesiz yine aynı zorluğa düşülür. Meselâ Arap dilinde “fe” harfi ile başlayan her kelime; ayrılma, bölünme, yerden çıkma, kopma, ayırt etme ve çatlama ifade eder. Bu bilgi göz önüne alınarak Felak Suresi’ndeki “Kul euzu bi rabb’il felak.” ayeti tercüme edilmeye kalkışılsa, ayette geçen felak sadece sabah olarak tercüme edilemez. Gerçekten de sabah, bir ayrılma ifade eder. Aydınlık karanlıktan ayrılır, sonra aydınlık galip gelir ve sabah tebeyyün eder. Bu açıdan bu kelimenin sabah olarak tercümesi doğrudur; ancak noksanlıktan hali değildir. Çünkü felak kelimesi başında fe harfini taşıdığı için akla gelen her türlü, biyolojik, sosyolojik, fiziksel ve jeolojik vs. ayrılmayı ifade edecek anlam genişliğine sahiptir. Bu derece geniş anlamlar ihsas edebilen bir kelimeye, karşı dilde tek kelimelik bir karşılık bulamayınca da haliyle bu kelimeyi birçok kelimeyle karşılamak zorunda kalırız. Bu durumda da meal veya tefsirde Kur’an’ın icazı gözlenemez olur. Yani O’nun çok az kelimeyle geniş manalar ifade eden hususiyeti tercüme metinlerde artık göze çarpmaz olur. Bu durum karşısında, Kur’an’ın aslından habersiz olan kimseler de zanneder ki, Kur’an-ı Kerim de, meramını bu kadar çok kelime sıralayarak anlatmış.

Konumuza dönecek olursak deriz ki, bu bilgiler ışığında biz bu ayeti, “Sabahın Rabbine, gündüzü geceden ayırt eden Rabbe, mitoz ve mayoz bölünmeleri gerçekleştiren, hücreleri bölerek çoğaltan Rabbe, atomu bölen, böylece ondan büyük bir enerji açığa çıkaran, toprağın derinliklerindeki tohumu çatlatan, artı ve eksi elektrik yüklü bulutları birbirinden ayrı tutan, ağacın gövdesinden dalları ayıran, dallardan tomurcukları, tomurcuklardan yaprakları ayıran, yerden suları kaynakları çıkaran, erkeği dişiden ayıran, ayrı ayrı, farklı farklı yaratan Rabbe, insanları farklı farklı huy ve mizaçlara ayıran, çiçekleri renk renk yaparak farklı kılan, haklıyı haksızdan ayıran Rabbe, sığınırım de.” şeklinde tercüme veya tefsir edebiliriz. Ancak yine de bu saydıklarımız felak kelimesinin geniş anlam ihsaslarını tam anlamıyla ifade etmez… Yani açıklamalarımız yine de noksan kalır.

Bu mütalaalarımız sadece iki örnekten ibarettir; oysa Kur’an’da böyle anlam genişliğine sahip binlerce kelime mevcuttur. Artık siz bu durumu göz önünde bulundurarak Kur’an’ın şimdiye kadar ne derece tercüme edilmiş olduğuna bakın ve gelecekte de ne kadar tercüme ve tefsir edilebileceğini tahmin etmeye çalışınız.

Yine, bir mütercim Kur’an’ın deyimsel ifadelerine baktığında dehşetler içinde kalır. Bütün dillerde anlamı kuvvetli ve hatta kalıcı kılmak için deyimsel ifadeler kullanılır. Her deyimin bir hikâyesi vardır. Bu hikâyeler deyimlerin anlamlarını daha da güçlü kılan en mühim sebeplerdendir. İşte biz bu deyimlerin yalnızca deyimsel olmayan karşılıklarını verdiğimiz ve onların çıkış hikâyelerini tercümeye aktaramadığımız zaman, anlam o kadar zayıflar ki, âdeta kuru bir ifadeye, yalın bir söyleyişe dönüşür. Meselâ, ödü kopmak deyiminin karşılığı korkmaktır. Bunlar belki eş anlamlıdır; ama aynı kıymet ve vurgu değerinde değildirler. Ödü kopmak daha mübalağalıdır ve korkmak fiilinin şiddetini anlatır. Kur’an’da da böyle anlatımlar vardır. Meselâ Bakara Suresi’nde geçen “Ve uşribu fi kulubihimu’l icle…”, “onların kalplerine buzağı içirildi” ifadesi ile “onlar buzağıyı çok sevdiler.” ifadesi, aynı anlatım gücüne sahip değildir. Hatta “kalplerine buzağı sevgisi içirildi” ifadesi bile aynı ifade kuvvetine sahip değildir. Çünkü Alemlerin Rabbi öyle çarpıcı bir ifade kullanıyor ki, neredeyse “kalplerine buzağının ta kendisi içirildi” demek istiyor. Bir heyecan sanatı olan mecaz-ı mürsel sanatını kullanarak manayı son derece kuvvetli bir hale sokuyor. Ama mütercim bu ifadeyi tercüme ederken ona “kalplerine buzağı sevgisi dolmuştu.” dediği an, en azından asılda mecaz-ı mürsel olan bir ifade, tercüme metinde çok basit ve yalın bir ifade biçimine dönüşüyor. Bu durumda da, tercüme metinlerde, Kur’an’da manayı kuvvetli kılmak için kullanılan söz sanatlarını göremez oluyoruz. İşin erbabı olan her kimse de bilir ki, mecaz-ı mürsellerin taşıdığı anlatım gücü ile yalın ifadelerin taşıdığı ifade kuvveti denk değildir. Demek ki mütercim, deyimleri çevirirken de ciddi zorluklarla karşı karşıya kalıyor.

Ve yine tercüme metinlerde ses, anlam, ritim, heyecan ve duygu yitimi gibi hadiselerle karşı karşıya geliyoruz… Asıl metinde çok hoş bir ifade biçimi, kelime kelime tercüme edildiğinde çok tuhaf ve çirkin bir söyleyiş biçimine dönüşebiliyor. Meselâ: “tebbet yeda ebi lehebin ve tebbe” ayetini kelime kelime ve söz dizimine göre tercüme ettiğimiz zaman karşımıza “Kurusun iki eli Ebu Lehebin ve kurudu.” şeklinde Türkçe için devrik olan bir cümle yapısı çıkıyor. Bu bizim için biraz tuhaf karşılanabiliyor. İşte mütercim bu tuhaflıklarla da mücadele etmektedir. Asıl metni aynen söz dizimine göre aktarsa ortaya çirkin bir ifade çıkıyor. Onu kendi dilinde süslü ve beliğ bir duruma getirse anlam yitip gidebiliyor. Çünkü kelimelerin söz dizimindeki yerleri de asıl dilde gayet mühim mana ve vurgu hadiselerine hizmet etmiş olabiliyor.

Hele hele Kur’an’ın o eşsiz ses örüntüsünü, o şiir üstü şiirsel üslubunu, lafız ile mana ahengini karşı dile aktarmak tamamen imkânsız hale geliyor. Meselâ Nas Suresi’ni okurken s seslerini taşıyan kelimelerin oluşturduğu o eşsiz aliterasyonu, o eşsiz fısıltıyı tercümelerde duyup hissetmeniz imkânsızdır. “Kul euzu bi rabb’in nasss, meliki’nnassss, ilahi’nnasss min şerri’l vesvasi’l hannasss, ellezi yuvesvisu fi suduri’nnass mine’l cinneti ve’nnasss.” derkenki s sesleri tam bir fısıltı havası verir. İşte görüyoruz ki hem surenin teması fısıltıyla alâkalıdır ve hem de bu manaları anlatırken seçilmiş kelimeler fısıltı ihsas eden sssss sesleriyle doludur….

Devamını okumak için tıklayınız.

 

Yorum Yaz