Nisan 19 06:08

Rahmetli ERBAKAN'ı Önlemek İçin Diğer İslamcı Hareketlerin Desteklenmesi

Rahmetli ERBAKAN'ı Önlemek İçin Diğer İslamcı Hareketlerin Desteklenmesi

Rahmetli ERBAKAN'ı Önlemek İçin Diğer İslamcı Hareketlerin  Desteklenmesi

Yıllardır dile getirdiğimiz ve dikkat çektiğimiz bir gerçek var; Kendi sinsi sömürü saltanatlarını yıkacak, adil ve asil bir devrim yapacak beyin ve becerinin sahibi Erbakan olduğunu fark eden Siyonist şeytanlar ve masonik maşalar, Milli Görüşü etkisiz kılmak ve desteksiz bırakmak üzere:

 

a-   Diğer “dindar ve muhafazakâr” partileri cilalayıp parlatmaya başladılar.

 

b- O güne kadar “gerici ve tehlikeli” gördükleri bazı İslami hizmet ve hareketleri gündemine alıp öne çıkardılar.

 

c- Eski “Akıncı”lardan “şeriatçı”lardan birkaç kişiyi ayartıp vitrine koydukları “İrancı, Hizbullahçı, İBDACI” gibi Radikal İslamcı terör hareketlerini, Milli Görüşün bir uzantısı gibi takdime çalıştılar.

 

d- Bunlar işlettikleri vahşet ve dehşet görüntüleriyle ürküttükleri toplumu; “Ilımlı İslam”ın temsilcisi Fetullah Gülen’e ve AKP’ye yöneltmeyi başardılar.

 

e- Daha önce Özal hareketini de bu amaçla, yani Erbakan’dan kurtulmak hesabıyla ve “O’nun bir devamı” propagandasıyla iktidara taşıyıp, ekonomik, sosyal ve siyasal büyük tahribatlar yaptılar.

 

f-  Milli Görüş partilerini parçalamak ve Erbakan’ı suçlu ve sorumlu konuma düşürecek yanlışları yaptırmak üzere de, Hoca’nın yakın çevresine “kendilerine yatkın” adamlarını soktular… Bütün bunları yaparken de Müslüman kılıklı Masonlardan ve Sebataist kökenli dindarlardan oldukça yararlandılar.

 

AKP’liler “İspatlamayan şerefsizdir!” sözünü tutamamışlardı!

 

İlk defa Mesut Yılmaz ve Cüneyt Ülsever’in kullandıkları ve daha sonra Erbakan Hocanın üzerine attıkları: “İmam Hatipler Arka Bahçemizdir” sözü için; bir zamanlar Milli Görüşçü olan bazı AKP’liler bu iftirayı atanlara mecliste şöyle çıkışmışlardı: “İspatlamayan şerefsizdir!” Ama ardından R. Tayyip Erdoğan Amerika’da Siyonist patronlarına yaranmak için Erbakan Hoca’yı kastederek, “Biz İmam Hatipler arka bahçemizdir diyen zihniyetle yollarımızı ayırdık” demeye başlamıştı. Çünkü Erbakan’a hıyanetin hatırına hükümet yapıldıklarını biliyorlardı.

 

Sn. Erdoğan’ın ve takımının Fetullahçılarla ittifak ve izdivacı da Erbakan’a karşı ve Milli Görüş’ün kökünü kurutmak amaçlıydı. Şimdiki kapışmaları ise, sanıldığı gibi Dine hizmet, millet ve devlet adına değil, tamamen iktidar hırsıylaydı. Paralel suçlamasıyla gözaltına alınanların birçoğunun daha önce Sn. Başbakanla özel ilişkiler ve iletişimler içinde bulunmuş Emniyet bürokratları olduğu ve Erdoğan’ın “bazı hayati sırlarının deşifre olmasından gocunduğu”gerçeği de hesaba katılmalıydı. Bütün seçimlerde AKP’yi destekleyen, dua eden, övgü dolu demeçler veren Fetullah Gülen’in, referandumda sarf ettiği: “Mezardakiler bile kalkıp gidip, demokrasi yolunda, Avrupa Birliği yolunda, Ortadoğu (yani İsrail) ile iyi münasebetler yolunda herkes oy versin!” sözleri ortadaydı. Bugün hala Recep Bey AB’ye girme ve Büyük Ortadoğu Projesini gerçekleştirme amacından vazgeçmediğine göre, Cemaatle Hükümet kavgası sadece rant ve saltanat hesaplıydı… Ve tabii pek muhterem Fetullah Gülen’den, İslam Birliği, yerine Haçlı Birliğine girmenin ve İsrail’e dolaylı destek vermenin Dindeki yeri nedir? diye sormak lazımdı.

 

Fetullah Gülen niçin ve nasıl parlatılmıştı?

 

4 Eylül 2004 tarihli Hürriyette, Ertuğrul Özkök’ün:

 

“…Refah Partisi ve özellikle de Erbakan üslubuyla konuşmuyor… Erbakan ne kadar çatışmacı ise, Gülen, o kadar uzlaşmacı davranıyor…! “Sizce Din mi daha önemli, yoksa Türklük mü?” Soruma “Türklüğe daha çok bağlı olduğu izlenimini veriyor…!” Ben kendi payıma, onunla ilgili kanaatimi oluşturmaya başladım!: O, Müslüman bir Rahip’tir!..?” diye övdüğü Hoca Efendinin (!..)

 

“21–27 Ekim 2004 tarihli Tempo’ya bir açıklama yapan rahmetli Aytunç Altındal’ın: Papa, 1998 Şubat ayında “Kilisenin gizli evlatları” anlamına gelen “in prectore” tarzıyla, 20 tane gizli kardinal atadı. Bu kardinallerin 18 tanesinin kim olduğu tespit edilip bilinmiyor. Ancak, birisi Çin’de, diğeri çok önemli bir Ortadoğu İslam ülkesinde bulunan iki “sinsi Kardinal” gizli tutuluyor!..” diyerek dikkatleri çektiği…

 

Ve bir ABD’li Siyonist profesörle birlikte M. Hakan Yavuz’un hazırladıkları ve reklâmını yaptıkları kitapta: “Kapitalizm ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk Burjuvazisini güçlendirmek için, İslamiyet’in bu amaçla yeniden yorumlanması hareketi.!? Veya, yeni bir Türk Protestanlaşması ve  Türk Siyonizm’i.!? Olarak tarif ve tavsif edilen Fetullah Gülenciliğin ne olduğunu gelin bizzat patronlarından ve pazarlamacılarından dinleyelim:

 

İşte Erbakan Hareketini yolundan alıkoymak ve yozlaştırmak ve toplumun teveccühünü başka noktalara toplamak üzere beslenen ve desteklenen Fetullah Gülen’in gerçek niyetini, tıynetini ve mahiyetini; Amerika’daki Georgetown Üniversitesi Profesörü, Hıristiyan-İslam kaynaşması Vakfı Müdürü ve Dinlerarası Diyalog ve ılımlı İslam organizatörü, Siyonist John L. Esposıto ile Fetullahçı M. Hakan Yavuz’un birlikte yazdığı “Laik Devlet ve Fetullah Gülen Hareketi” kitabından bizzat kendi tespitlerinden öğrenelim:

 

Kamusal Alanın özelleştirilmesi: Desekülerizasyon sürecinin hızlandırılması

 

“Özal’ın Neo-liberal ekonomik politikaları ve siyasal liberalleşme, Türkiye’de gelişen yeni medya teknolojileriyle birlikte Türkiye’de karmaşık bir dini “piyasa”nın doğmasına yol açtı. Bu genişleyen dini piyasada, Nakşibendi kolları, Nur hareketi ve siyasal bakımdan Necmettin Erbakan’ın aktif Milli Görüş hareketi, İslam’ın “gerçek” anlamı ve doğru “eylem” konusunda rekabet ettiler. Liberalleşmenin ana etkenlerinden birisi; kamusal alanlarda İslam’ın aynı anda çoğunculaşması ve gelişimi oldu. Tıpkı diğer piyasalar gibi, dini piyasa da çeşitli alıcılar ve potansiyel müşterilerine hizmet etmeyi amaçlayan firmalardan oluşuyordu. Bu piyasanın açılması, dini alanın dönüşümünü ve çoğunculaşmasını ve en önemlisi de dini deyim ve ağların; ekonomi, medya ve hayır işleri gibi yaşamın diğer alanlarına da yayılmasını sağladı. Fetullah Gülen’in Nur hareketi bu siyasal ve ekonomik liberalleşmeden en fazla yararlanan hareket oldu. Türkiye’nin en etkili Müslüman liderlerinden birisi olan Gülen, kapsamlı ve geniş bir eğitim sistemi kurmak için Said Nursi’nin fikirlerinden yararlandı.”[1] (Fetullahçı yazar bu tespitleriyle; dini hizmetlerin menfaat şebekesine dönüştüğünü itiraf ederken, kasıtlı olarak Milli Görüşü de aynı kategoriye koyuyordu.)

 

Üçüncü Dönem: Baskı ve Zorla Liberalleşme döneminin başlatılması!

 

“Gülen Hareketinin üçüncü dönemi ordunun 28 Şubat 1997 tarihindeki yumuşak darbesi ile başladı ve bu döneme hem dışsal baskı hem de içsel açılma damgasını vurdu. Kemalizm’in kendi kendini görevlendirmiş muhafızları olan Türk Ordusu generallerinin amacı; “Köktendinci” Müslümanların devleti ele geçirmesini önlemek için, bağımsız İslami sosyal ve kültürel ifade kaynaklarının hemen hemen hepsini yasaklamaktı. Refah/Fazilet Patisi’ni yasakladılar, İmam-Hatip liselerini sınırladılar, yeni cami inşasını büyük ölçüde kısıtladılar, yükseköğretim kurumlarında başörtüsü giyilmesini yasaklayan bir kılık kıyafet yönetmeliği uygulamaya koydular, seçilmiş belediye başkanlarını İçişleri Bakanlığı emriyle görevden aldılar ve tutukladılar.Gülen, Refah Partisi’ne yönelik bu askeri darbeyi kamuoyu önünde haklı bulduğunu açıkladı ve ülkedeki barışçı Sünni İslami grupların baskı altına alınmasına karşı çıkmadı. Demokrasi ve insan hakları sorunları konusunda çok tutarlı davranmadı ve kendi grubu çıkarlarını bir bütün olarak sivil toplumun haklarının önüne koyarak hareketine dokunulmazlık sağlamayı amaçladı[2]

 

“Gülen’in gurubu küreselleşmeye, Erbakan’ın Saadet Partisi gibi siyasal motivasyonlu İslamcı’lardan daha çok uyum sağlamış ve daha iyi örgütlemiştir.”[3] (Bu sözler, Fetullahçıların Siyonist sermaye hakimiyetine nasıl teslim olduklarının bir ifadesidir.)

 

“Fetullah Gülen: “İslam Birliği maceracı bir yaklaşımdır ve zaman kaybıdır!” Bu görüş diğer Türk İslamcılar’ın İslam alemine ilişkin görüşleriyle keskin bir zıtlık içindedir. İslam ümmeti, genellikle Türk-İslamcı söylemde sürekli bir tema olup, Türk İslamcılar’ın İslam aleminin liderleri olduğu duygusunu yansıtır. Türkiye’nin ilk İslami eğilimli Başbakanı Necmettin Erbakan, Türkler dışındaki Müslümanlar ile yakın ilişkiler kurma girişimleriyle tanınır. 1997 yılında Türkiye, İran, Mısır, Nijerya, Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan Gelişmekte Olan Sekiz (D–8) grubunu başlattı. Onun İslam dünyasını temsil eden ülke seçimi tuhaftı; çünkü hiçbir Türk ülkeyi kapsamıyordu. Bu yönüyle çok eleştirildi. D–8 genel olarak Erbakan’ın ve aynı zamanda Türk Siyasal İslamı’nın İslam alemi anlayışını yansıtmakta ve bu dünyada Türkiye’nin liderliği umutlarını ateşlemektedir. Ama Gülen İslam aleminin tamamen farklı bir yorumunu benimsemekte ve Türkiye’nin liderlik rolü oynayabileceği bölgenin sınırlarını gerçekçi biçimde çizmektedir. D-8’i iyimser olarak görmedi ve bunu Erbakan’ın kendi seçmenine gönderdiği ucuz bir mesaj olarak değerlendirdi. Gülen’e göre: “bu gibi inisiyatifler oldukça maceracı ve riskli oldukları için boşuna zaman kaybıdır. Bunun yerine İslam’ın farklı Türk yorumuna dayalı olarak Türkçe konuşan dünyada bir liderliği savunmaktadır. Bu tartışma İslam’ın milliyetçi yorumları kabul etmemesine karşın, yine de Türk sosyo-kültürel ortamına dayalı bir Türk-İslamı’ndan söz etmenin mümkün olduğu iddiasındadır.” Ancak Gülen’in milliyetçiliğinin tamamen etnik kökene dayanmadığı da vurgulanmalıdır. Gülen, Kürt sorunu konusundaki ısrarlı suskunluğunu sürdürmekle birlikte, milliyetçilik tanımından Boşnaklar, Arnavutlar ve hatta Kürtler gibi Türk olmayan Müslümanları dışlamamaktadır.”

 

(Yazar bu sözleriyle; a- Hem Fetullah Gülen’in bir İslam Birliği hedefi olmadığını açıkça vurgularken, b- Hem de; Erbakan’ın, dış baskılara maruz kalmasınlar diye D-8’lere almadığı Türkî Cumhuriyetleri dışladığı havasını vermekte ve tabi gerçeği çarpıtmaktadır.)

 

“Ancak Gülen cemaati Türk azınlıkları kapsayan her türlü faaliyetten titizlikle kaçınarak, bu gibi korkuları dağıtmayı başarmaktadır. Ama İran’a gelindiğinde farklı bir strateji izlenmektedir. Bu da Gülen’in bu ülkeden uzak durma arzusunu ortaya koymaktadır. Bu gönüllü uzak duruş Gülen’in İran’ın hem Türk devleti hem de ABD’nin hegemonyası altındaki uluslararası sistem için bir rahatsızlık kaynağı olduğunun bilincinde olmasına bağlanabilir. Türkiye’deki Kemalist çevreler Gülen’i, kökleri Şia İslami geleneğinde bulunan bir uygulama olan takiyye yapmakla suçlamaktadır. Gülen’in modern görünümünün ardında bir gizli Humeyni bulunduğuna inanmaktadır. Onların bu suçlamaları Gülen’in tavrını etkilemiş olabilir. O’nun İran konusundaki tavrı aynı zamanda dünyanın birçok bölgesindeki faaliyetlerine, kendisinin de hayati önem taşıdığını düşündüğü ABD’nin onayını almak maksadını taşıyan bir girişim de olabilir. Fakat İran’a karşı olan bütün bu görüş ve beyanları taktik icabı ise, o zaman Gülen bundan çok rahatsız olmuş görünmemektedir. Bir başka deyişle onun stratejik mantığı maksatsız değildir. Türk Milliyetçi ve bazen de İslami retoriği sıklıkla İran’ı tek öfke kaynağı olarak seçer. Gülen’in sınır milliyetçisi kimliğini yansıtan şekilde, İran anlayışı derin bir şekilde Türk ve İslam tarihindeki tarihi ve dini çatışmalara uzanmaktadır ve hareketin mensupları tarafından yoğun bir şekilde içselleştirilmiştir: İran hakkında (dikkatli olmamız gereken) iki şey vardır. Birincisi; din ve İslam devrimi namına bir fanatik İslam ve mezhebi ihraç etme teşebbüsüdür. Bunlar kendi mezhepleri ve yorumlarını gerçek dinin önüne koyuyorlar. Eğer Şii değilseniz, hiçbir şey değilsiniz. İkincisi; Hz. Ali sevgisi yalnızca kendi mantıklarını haklı çıkarmaya yönelik bir bahane. Aslında onları bir arada tutan Hz. Ali sevgisi değil, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer nefretidir. Kendi batıl inançlarını bir dini temele dayandırmak için Hz. Ali’yi suiistimal ediyorlar.[4]

 

İran etkisi ve tehdidi Gülen’in Ortadoğu ve Orta Asya hakkındaki söylemlerinin sürekli temalarındandır. Bütün bölgeye yönelik bir güvenlik tehdidi olarak gördüğü İran’a en şiddetli eleştirilerini yöneltmektedir. İran’ın D–8 grubunun kilit üyesi olmasına ve Erbakan hükümetinin milyarlarca dolarlık doğal gaz anlaşması imzalayarak yakın ilişkileri güçlendirmek istemesine karşın, Gülen Türkiye’nin bu önemli komşusu hakkındaki olumsuz düşüncelerini gizlemiyor. Onun İran’a ilişkin olumsuz görüşlerinin, bu ülkeyi bölgeye yönelik bir tehdit olarak görmesinden kaynaklanıyor![5]

 

Erbakan Yerine Gülen’in parlatılması!

 

“Dini partiler –Refah Partisi ve onun halefleri- hakkındaki sosyal araştırmanın sınırlı kapsamı ve dar odağı, Türkiye’deki hızla büyüyen milliyetçi İslam’ın özgün bir formunun ortaya çıkan gerçekliliklerine taze bir bakışı önlemektedir. Bu odaklanma özellikle önde gelen bir İslami hareketin, “1990’ların başlarından bu yana faaliyetlerini Türkiye dışına Orta Asya’nın Türkçe konuşan ülkelerine genişleten Gülen Cemaati’nin artan etkisini ve etkinliğini gizledi. Refah Partisi’nin ve haleflerinin (Fazilet ve Saadet’in) çağdaş Türkiye’deki modern İslam’ın ana temsilcileri olarak indirgenmeci biçimde genelleştirilmesini reddederek, bu bölümde Gülen cemaatinin bu temsil rolünü aslında nasıl yerine getirdiğini gösteriyorum. İlginç olanı Türk Devleti’nin dini partileri ardı ardına yasaklaması ve hala iktidardaki çağdaş dini parti olan, Adalet ve Kalkınma Partisi hakkındaki kuşkularını korumasına rağmen, Gülen hareketi hızlı yükseliş ve başarısını yalnızca milli düzeyde değil, aynı zamanda uluslararası düzeyde de sürdürdü. İslam’ın siyasal açılımından genellikle sisteme adapte olma veya ona meydan okumada başarısız olmuş gibi görünürken, Gülen hareketi etki alanını genişletmektedir.”[6] (Yazar bu ifadeleriyle, Erbakan hareketi’nin dış güçler tarafından yasaklanmaya çalışıldığını, Onun yerine Fetullah Gülen’in hazırlandığını açıkça dile getirmektedir.)

 

“Müceddid Fetullah!” imajının oluşturulması…

 

“Sünen-i Ebu Davud’da yer alan “her asrın başında Allah bu ümmete dini tecdid edecek (yenileyecek, yeniden canlandıracak, restore edecek) birisini gönderecektir” Hadisi genel olarak sahih kabul edilir. Bu Hadise göre her asırda Allah ümmetinin din anlayışı ve pratiğini yenileyecek bir şahıs gönderecektir. Tecdid misyonunu yüklenen kimse Müceddid olarak adlandırılır. Müceddidin işlevinin hem doğru dini bilgiyi ve pratiği restore etmek hem de hataların reddi ve yok edilmesi olduğu konusunda yaygın bir uzlaşma vardır. Tecdidin özü bu geleneksel anlayışta yatmaktadır”[7] (Böylece: Hz. Peygambere ve Kur’an’ı Kerim’e inanmayan gâvurlar her ne hikmetse tecdid hadisini delil gösterip Fetullah Gülen’i mehdi ilan ediyor)

 

Siyonist Yahudiler ve Gülen irtibatı!

 

Selçuklu ve Osmanlılar’ın Türk İslamı’na ve dini çoğulculuk uygulamasına atıfta bulunan Gülen şu hususun altını çizer: “İslam alemi Yahudiler ile ilişkilerde iyi bir geçmişe sahiptir: hemen hemen hiçbir ayrımcılık, hiçbir toplu imha, temel insan haklarından yoksun bırakma ya da soykırım olmamıştır. Aksine daima sıkıntılı zamanlarda Yahudilere kucak açılmıştır; tıpkı Osmanlı Devleti’nin Yahudilerin Endülüs’ten sürülmesi zamanında olduğu gibi[8]

 

“Devletin belli birimleri ve bazı laik politikacılar, daha “radikal” İslami gruplara karşı Gülen’in Türkiye’deki ve dışarıdaki faaliyetlerini desteklediler. Gülen, tıpkı cumhuriyet tarihindeki birçokları gibi, meşruiyeti, otoriter bir devletin kendilerine bahşetmesini bekliyordu. 1999 yılı Nisan ayında yapılan seçimlerden önce Türkiye’nin kıdemli liderleri olan zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakanı Bülent Ecevit, Gülen’in faaliyetleri ve dünya görüşünü Refah/Fazilet Partisi tarafından temsil edilen siyasal İslam’a karşı “istihkam” olarak savundular.”[9] (Yani sağcı S. Demirel ve solcu B. Ecevit eliyle kendi sömürü düzenlerini yürüten Siyonist merkezler, Fetullah Gülen hareketini, Milli Görüşün önünü kesmek üzere organize edip kullandılar)

 

Kur’an’ı İncilleştirme çabaları!

 

Fetullah Gülen: “Kur’an’da bazı Yahudi ve Hıristiyanlar’ın “hakikate” karşı inatçılık ve düşmanlığı ifade etmek üzere kullanılan tarzın her çağdaki bütün Yahudi ve Hıristiyanlara karşı kullanılması gerektiğini belirten bir hüküm olmadığını savunmaktadır: “Yahudi ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan ayetler ya Hz. Muhammed’in ya da kendi peygamberlerinin devrinde yaşamış bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır”[10]  (Yani Fetullah Gülen, bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların iyi niyetli ve Müslümanlara merhametli olduklarını, bu nedenlerle Kur’an’daki hükümlere muhatap kılınmayacaklarını savunmaktadır.)

 

“1997 yılında Fetullahçı vakıf bir uluslararası medeniyetler arası kongre düzenleyerek, hoşgörü ve kültürlerarası işbirliği temalarını vurguladı. 1998 yılında Gülen Vatikan’da Papa ile, daha sonra da Kudüs’te Hahambaşı ile buluştu. Vakfın genel sekreteri Cemal Uşşak: “radikaller ve fanatiklerden tepkiler vardı, ama ılımlılığı destekleyen insanların çoğunluğu onu tebrik etti”. Nisan 2000’de vakfın kültürlerarası Diyalog Platformu Şanlıurfa ve İstanbul’da “İbrahim: Bir ümit sembolü ve Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında Diyalogda birleştirici bağ” başlıklı bir uluslararası sempozyum düzenledi.”[11]

 

“Hareketin okulları birçok ülkede neredeyse tek Türk varlığıdır. Bu gerçek Türk entelijensiyası tarafından teyit edilmektedir. Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar vakfı Müdürü ve Türkiye’nin eski Londra Büyükelçisi (meşhur mason) Özdem Sanberk, bu okullara yönelik liberal demokratik Türk seçkin yaklaşımını şu şekilde özetlemektedir: “stratejik ifadeyle, bu okullar devlet tarafından desteklenmesi gereken bir şeydir; çünkü bu ülkelerde bir Türk varlığına sahip oluyorsunuz”. Hareketin bu okulları kurmasına kadar, Türkiye’de devlet, fikir üreten kurumlar, araştırma merkezleri ve akademisyenler, teorik olarak bile olsa, böyle bir uluslararası projeden hiç söz etmemişlerdir.”[12]

 

“Ayrıca siyasal spektrumun sol tarafında da bir değişim gerçekleşmiştir. Demokratik Solcu Başbakan Bülent Ecevit (1999–2002) Gülen ve faaliyetlerini destekliyordu. Çeşitli zamanlarda bu faaliyetleri övdü. 2000 yılında İsviçre, Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada, dünyanın her yerindeki Gülen okullarının Türk Kültürüne nasıl katkıda bulunduğunu vurguladı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı temsilcilerini makamında kabulünde, bu okullara olan desteğini bir kez daha tekrarladı. Çünkü o bu okulların Türk kültürünü altı yüz yıllık Osmanlı Devleti’nin başaramadığı ölçüde yaymakta olduğuna inanıyordu. Hoşgörü ve karşılıklı anlayış atmosferi aynı zamanda cumhuriyet’in kurucu partisi Cumhuriyet Halk Partisi’ni de etkiledi. Bu parti son zamanlarda bir değişim geçirdi. 1999 seçimlerinde ağır bir hezimete uğradıktan sonra, Deniz Baykal parti genel başkanlığından ayrılmıştı.”[13]

 

İşte Gâvurun tespiti: “Fetullah Gülen Yirmi birinci yüzyılın başında doğan ve önem kazanmakta olan yeni ifade biçiminin önemli örneklerindendir. Gülen (modernite söylemleri içinde çerçevelenen tanımlamaların eski anlayışına göre) ne “köktendinci” ne de “sekülerist”tir ve onun duruşu: “küresel yerelleşme” ve “dinisekülerleşme” bağlamında, statükoyu aşan bir düşüncedir.[14] (Yani Fetullah Gülen, dünyayı köleleştirmek ve İslami şuuru körleştirmek isteyen, Siyonizmin Ilımlı İslam şubesidir.)

 

“Ancak yirminci yüzyılın sonuna gelindiğine, büyük çatışmaların farklı, ayrı “medeniyetler” arasında olmadığı aşikar hale gelmiştir. Bu çatışmalar küreselleşen geleceklerin, daha geleneksel modern sekülerizm bağlamında, küreselleşen katı kökten dincilikler bağlamında veya çok kültürlü, çoğulcu, birbiriyle bağlantılı toplumlar bağlamında ele alınan, farklı düşünceleri arasındaydı. Bu gibi çatışmalar zekice bir ifadeyle “küreselleşmeler çatışması” olarak adlandırılmaktadır. Küreselleşmenin çatışan görüşleri içinde, Fetullah Gülen küreselleşmiş çok kültürlü çoğulculuk İslami söyleminin gelişiminde önemli bir güçtür. Ondan ilham alanların eğitim faaliyetlerinin etkinliğinin de gösterdiği gibi, onun görüşü modern ile posmodern, küresel ile yerel arasında köprüler kurmaktır ve Müslümanlar ile gayrimüslimlerin geleceğine yönelik görüşleri şekillendiren çağdaş tartışmalarda önemli bir etkiye sahiptir.”[15] (Yazara göre, Fetullahçılık; Müslümanlıkla masonluğu birbirlerine bağlayan bir köprü gibidir.)

 

“Gülen “yeni ortaya çıkan, modern zevkleri içselleştirmiş Türk burjuvazisinin arzuları ve beklentilerini dile getirmektedir. Tıpkı Katoliklik içinde Protestanlık’ın Avrupa burjuvazisinin yardımıyla doğması gibi, Gülen hareketi de Ortodoks İslamı’ndan doğmaktadır[16] (Evet, Fetullah’ı çok iyi tanıyan ve reklamını yapan Amerikalı yazara göre: Nasıl Protestanlık, Klasik-Katolik anlayıştan ayrılıp, Siyonizm’le uyumlu hale sokulmuşsa, Fetullahçıların Ilımlı İslam’ı da, mevcut ehlisünnet anlayışından uzaklaştırıp, şeriat ve muamelatı dışlayan sadece sözde itikat ve hoşgörü esaslarına sahip çıkan yeni bir din oluşturma çabasıdır.)

 

Süper şeytanların yanlış hesapları!

 

“Bir zamanların süper gücü Rusya’nın henüz kendi yaralarını sarmakla meşgul olduğuna ve zaten bir Çeçen sorununu bile çözmekten bile aciz kaldığına inananlar, artık Rusya’nın dünya üzerinde belirleyici hatta etkileyici konumda bile olmadığını sananlar aldanıyordu.” Oysa ABD’nin en büyük açmazı, yani tek belirleyici konumunda olmasının, onun gücü olarak algılanmasıydı. Bir zamanlar Amerika istediği yere askeri müdahalede bulunuyor, istediği yerde iktidarları belirliyor ama kimse onu engellemeye kalkışamıyordu. Rusya’nın burnunun dibinde, Kafkaslar’da bile, etkin hale geliyor, Rusya, yandaşlarını bölgeden geri çekmekle yetiniyordu!... Ama şimdi aynı ABD Ukrayna’ya sahip çıkamıyor, Ruslara söz geçiremiyordu.

 

Bir dönemler ABD, Irak savaşını bahane ederek yerleşmek istediği Türkiye’ye, bu defa doğrudan ve kılıfsız başvuruyor, Karadeniz’de üs ve Anadolu’da hava gücü bulundurmak istediğini söylüyordu. Gerekçesi yok ama sorarsanız “uluslararası teröre karşı bir tedbir olduğunu” ileri sürüyor ve AKP sayesinde amacına ulaşıyordu. Ama böyle bir gücün aslında kime karşı hazırlandığını herkes biliyordu.

 

Hazırlıkları ve davranışları büyük bir stratejik konuşlanmayla açıklanabilecek düzeyde olmasına rağmen açıklamalarında bunu “terörizmle mücadele” olarak sunuyordu... Geçmişte büyük bir askeri güç olan Doğu bloğu ve ideolojik hasım olan komünizm gibi büyük tehditlere odaklaşan halkını ve dünya kamuoyunun büyük bir kısmını, bugün ufacık düşmanlara karşı birleşmeye çağırıyor, ve gülünç duruma düşüyordu! Oysa korku ve kuşku duyulan Sovyetler gibi güçlü bir ülkenin ona karşı olması işlerini ne kadar kolaylaştırıyordu. Ama hala dünya devletleri ve İslam ülkeleri asap bozacak kadar sessiz ve tepkisiz duruyor, küçük bir iki karşı koyma ise; ABD saldırılarına doğal bir görünüm kazanma rolünden öte bir anlam ifade etmiyordu. Avrupa kendi işleriyle meşgul görünüyor, yüzüne konan bir sineği kovalamak için yapılan el hareketlerine benzer tepkilerin ötesinde ciddi bir direniş gözlenmiyordu.

 

Düşmanın ne kadar gerekli ve faydalı olduğu, onsuz bir yaşamın ne kadar güç olduğu daha iyi kavrıyor, ABD düşmansızlığın sıkıntıları içinde kıvranırken birden “Radikal İslam” tehlikesi keşfediliyordu. Acaba daha büyük bir terörist saldırı olur da politikalarımızı meşrulaştırır mı diye bekleniyor, belki de tertipleniyor; aşırı şeriatçı kılıflı örgütleri önce Afganistan’da şimdi ise Suriye ve Irak’ta devreye sokuyor, IŞİD böyle oluşuyordu.

 

Ancak Rusya’nın bu derin sessizliğinin ve tepkisizliğinin arkasında: güçsüzlük, çaresizlik ve tam bir teslimiyetin olduğunu düşünenler ciddi biçimde yanılıyor, bu tavır, hesaplı bir politikanın uygulanmasına benziyordu. ABD-İsrail ittifakının saldırısına karşı hiçbir direnç göstermemek; Rusya’nın bilinçli bir geri çekilme manevrasını andırıyordu. Rusya, tarih boyunca uyguladığı stratejiyi tekrarlıyor; Moskova’nın varoşlarına kadar gelinmesine izin veriyor, kış gelince karşı taarruza geçmeyi planlıyor olduğunu Ukrayna’da ispatlıyordu. Artık bütün dünyadaki barışçı ve demokrat Amerikalı imajı yerini zalim, işgalci ve çıkarcı bir imaja bırakıyordu. Çaresiz insanların maruz kaldığı kötü muameleler, önce korku ve telaşa kapılma, ama daha sonra savunma içgüdüsü yaratıyordu. Bu arada: “sadece halkların tepkisinin yetmeyeceği, bu tepkiyi örgütleyecek bir aklın bulunması ve bunun güçle desteklenmesinin gerektiği” doğruydu ve işte Türkiye’de böyle bir akıl işliyordu ve Altın Vuruşa hazırlanıyordu.

 

“ABD yönetiminin planları başlangıçta kendisi açısından doğru gibi görünüyordu. Ama başkalarının ve rakip odakların nasıl tepki vereceğini ihmal ediyor ve bu derin sessizlik onun bütün hesaplarını bozuyordu. Bu yolun yanlış olduğunu artık onlar da görüyor ve kesinlikle değiştirilmesi gerekiyordu. Değişmemesi ve bu saldırgan politikada ısrar edilmesi ise yeni ve bambaşka bir dünyanın kurulması anlamına geliyordu. ABD’nin bundan sonraki her Alternatifi hem Türkiye’nin katkısına muhtaç bulunuyordu, hem de bütün gelişmeler bizi derinden etkiliyor ve ilgilendiriyordu”

Diyen Mahir Kaynak’ın[17] ve George Soros gibi para babalarının uyarıları da, artık Amerika’yı kurtarmaya yeteceğe benzemiyordu. Graham Fuller Siyonist’i bile Amerika’dan kaçıp Kanada’ya yerleşiyordu! Üzeyir Garih’in, ölmeden önce: “İsrail’in hayat şansı; Amerika ve Avrupa’nın desteğine değil; Türkiye ve Rusya ile iyi geçinmesine ve bunların kendi yanında görünmesine bağlıdır!”sözleriyle neyi kastettiği şimdi daha iyi anlaşılıyordu!

 

--

Milli Çözüm Dergisi

 


 

[1] Sh:31

[2] Sh: 83

[3] Sh: 87

[4]  Sevindi 1997, 49

[5] Sh: 227

[6] Sh: 231

[7] Sh: 267

[8] Sh: 273

[9] Sh: 84

[10] Sh:279

[11] Sh:281

[12] Sh:286

[13] Sh:276

[14] Sh:296

[15] Sh: 298

[16] Sh:77

[17] Star / 30.05.2004

Yorum Yaz