Şubat 14 15:38

AKDENİZ’DEKİ HAÇLI KUŞATMASI VE “MELHEME-İ KÜBRA” KAPIŞMASI

AKDENİZ’DEKİ HAÇLI KUŞATMASI VE “MELHEME-İ KÜBRA” KAPIŞMASI

Türkiye, ABD ve Rusya’nın ortak kuşatma kıskacında mıydı?

ABD başkanı, daha doğrusu Siyonist Yahudi Lobilerinin kâhyası Trump; bazı parçalarının ortak üretimini yaptığımız ve paralarını (1,5 milyar Dolar) peşin yatırdığımız F-35 savaş uçaklarını Türkiye’ye vermeyeceklerini bildirmişti. Bu bize yönelik resmen savaş ilanının diplomatik diliydi. Bu arada Rusya lideri Putin de “Dünyada artık popülist politikaların öne çıkması gerektiğini” belirterek, “Halkına dokunan, yani toplumun duygularına tercüman olan lider!” diyerek Trump’a övgüler dizmişti. Ve işte tam da bu süreçte Suriye’de Rusya’nın himayesindeki rejim güçleri İdlib’de bizim askerlerimize saldırıp bir Mehmetçiğimizi şehit etmişlerdi. Hatta Rusya ataşesi Genelkurmay’a çağrılıp dikkatleri çekilmişti. Zaten Akdeniz’de ve Kıbrıs çevresinde petrol ve doğalgaz aramak ve İsrail’i korumak gibi bahanelerle yüzlerce savaş gemisi konuşlanmış vaziyetteydi. İşte bütün bunlar Türkiye’nin fiilen kuşatılıp kıskaca alındığının açık göstergesiydi. Bu tehlikeli ve endişe verici haksızlık ve hazırlıklara karşı en gerçekçi ve cesaretli tavır ise Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’dan gelmişti. Sn. Akar: “Türkiye’ye verilmesi gereken F-35’lerin ertelenmesinin NATO’nun da caydırıcılığını ve savunma saygınlığını zayıflatacağını” söyleyerek, dolaylı biçimde, “NATO’nun bize dost ve müttefik gözüyle bakmadığını ve Türkiye’nin mecburen yeni tedbirler almak durumunda kalacağını” dile getirmişti.

Daha önce de; Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Suriye'de rejim unsurlarının İdlib'in güneyine yönelik saldırılarına son verilerek, Astana Süreci kapsamında -belirlenen İdlib sınırına derhal geri çekilmesinin sağlanması için- Rusya Federasyonu'ndan etkin ve kararlı tedbirler almasını beklediklerini” bildirmişti.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, sınır birliklerinde yaptığı inceleme ve denetlemeler kapsamında gittiği Hatay Serinyol’da önemli bir toplantıya başkanlık etmişti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ümit Dündar, 2. Ordu Komutan Vekili Korgeneral Sinan Yayla, sınır birliklerinin komutanları ve ilgili kurumlardan yetkililerin de bulunduğu toplantıda, İdlib’deki son gelişmeler gözden geçirilmişti. Toplantının ardından konuşan Bakan Akar, Suriye'deki rejim unsurlarının İdlib’in güneyine yönelik artan saldırı ve tacizlerinin 6 Mayıs’tan itibaren kara harekâtına dönüştüğünün görüldüğünü belirterek:

"Rejim, Astana Mutabakatı’na aykırı bir şekilde İdlib’in güneyinde kontrol alanını genişletmeye çalışıyor. Bu durum bölgede sivil can kayıplarına ve bölge halkının yaşam alanlarını terk etmesine neden oluyor. Böylece insani sorunlar her geçen gün büyüyor ve giderek bir felakete dönüşme eğilimi gösteriyor. Ayrıca bu saldırılar gözlem noktalarımızın güvenliği için de risk oluşturuyor. Silahlı Kuvvetlerimizin devriye ve intikallerinin aksamasına yol açıyor. Bu ise Astana ve ikili mutabakatlar çerçevesinde sorumluluklarını yerine getirmek için her türlü gayreti gösteren Türkiye’nin, bizlerin faaliyetlerinin aksamasına sebep oluyor." şeklinde dolaylı biçimde Rusya’nın da sorumluluklarını belirtmişti.

Bu arada, 13 Yahudi ailesinin güdümündeki ve Amerika Merkez Bankası hükmündeki FED’in, dünyadaki tüm merkez bankalarını ve büyük kredi kurumlarını testten (doğrusu teftişten) geçirmesi, yeryüzündeki ekonomik ve politik dengelerin Siyonist sermayenin kontrolünde olduğunun ispatı gibiydi. Özellikle FED’in faiz indirimine gitmemesi ve Türkiye’yi hedef göstermesi durumunda Doların bir anda 7-8 Liraya fırlayacağı öngörülmekteydi.

Böylesine kritik ve tedirgin edici bir süreçte AKP iktidarının ve Sn. Erdoğan’ın, rüzgârın istikametine göre yön değiştiren, ciddi bir vizyon ve milli bir misyon içermeyen günübirlik siyasetleri ise ülkemiz için en büyük talihsizlikti. Örneğin; yıllarca HDP’ye:“İmralı’yla alakanızı kesin!” diye yüklenen ve Milletin yarısına “zillet ve illet = aşağılık ve hastalık” diye hakaretler eden Erdoğan-Bahçeli ve yandaşları, İstanbul’un haksız yere yenilenen 23 Haziran (2019) seçimleri öncesinde HDP’ye: “Abdullah Öcalan’ı dinlemelisiniz!” noktasına, yani sürekli tezat ve tutarsızlık politikasına kayıvermişlerdi. Yetmez; Erdoğan döneminde, Cumhuri Krallık sistemiyle maalesef devlet artık aşiret gibi yönetilmekteydi. Günde bin (1000), ayda 30 bin kanun ve kararnameye imza atmak durumda olan Erdoğan yönetiminde, devreye hangi gizli ve kirli ellerin girdiğini tahmin etmek zor değildi.

Milletvekilleri bile, değil Cumhurbaşkanına, hatta Bakanlara bile ulaşamamaktan şikâyetçiydi. Erdoğan’ın Başkanlık sisteminin yürümediği, Meclis’in sembolik ve göstermelik konuma getirildiği, sadece hukuk ve ahlâk düzenimizin dibini dinamitleyen Haçlı AB dayatması uyum yasalarını (hem de AKP-CHP ve MHP’nin ittifakıyla) kabul etme noterliğine çevrildiği gözlemlenmekteydi.

Şu hale bakın!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tartışma yaratan üniversite diplomasının “aslını görmeden aslı gibidir” şeklinde onaylayan noter kâtibine soruşturma açmayan notere, uyarı cezası verilmişti. 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Erdoğan’ın üniversite diploması tartışma konusu edilmişti. Türkiye Noterler Birliği, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde kamuoyuyla paylaşılan üniversite diplomasının,“aslını görmeden aslı gibidir” şeklinde onaylayan noter kâtibi hakkında; soruşturma açmayan notere uyarı cezası kesilmişti. Türkiye Noterler Birliği, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın üniversite diplomasının fotokopisini, “Dairemizce onaylanması istenilen iş bu fotokopinin, ilgilisi tarafından gösterilen ve iade edilen aslına uygun olduğu ve örnek verildiğini onaylarım!” şeklinde tasdik eden noter kâtibi hakkında soruşturma açmayan İstanbul 15. Noteri Nejla Akgün’e uyarma cezası vermişti. Ahmet Davran adlı yurttaş, İstanbul 15. Noterliği’ne başvurarak Emine Seven hakkında disiplin soruşturması başlatılmasını istemişti. Aradan geçen zamana karşın İstanbul 15. Noteri Nejla Akgün, soruşturma talebine yanıt vermemişti. Bunun üzerine noteri, Türkiye Noterler Birliği’ne şikâyet eden Ahmet Davran, kâtibin yaptığı işleme yönelik şu suçlamayı dile getirmişti:

“Kâtip Seven; A4 fotokopi bir kâğıda diploma aslı olmadığı halde, kanuna aykırı bir şekilde şerh vurarak imzalamış, noter mührünü ve kaşesini basarak sahte bir resmi belge oluşturmuştur. Hatta 2014 tarihinde yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Erdoğan’ın diplomasının sahteliğine ilişkin yapılan itirazlarda da Seven tarafından tanzim edilen bu sahte resmi evrak, iğfal yani kandırma gücüne sahip olduğundan, YSK’nın kararlarında bahsi geçmiş ve bu şerhe dayalı olarak itirazlar ret edilmiştir.”

Savunmayı çürüten uyarı

Seven’in bu işlemi, aynı noterlikte daha önce 12 Nisan 1994 tarih ve 10424 yevmiye numaralı noterlik işleminin cilt bendinden bakarak örnek verdiğini, yani yönetmeliğin 95/A maddesine göre işlem yaptığını savunduğunu aktaran Davran, bu savunmayı şöyle çürüttü: “Seven’in bu beyanı kabul edilmiş olsaydı, fotokopi üzerine vurulacak şerh 95/B yani ‘İş bu suretin dairede 12 Nisan 1994 tarih ve 10424 yevmiye nolu aslının aynıdır’ şeklinde olmalıydı.” Seven, 20 yıl önceki 12 Nisan 1994 tarih ve 10424 yevmiye numaralı noter işleminden örnek verdim diyorsa, nasıl oluyor da “arka tarafına ilgili olarak ibraz ettiğim aslına uygundur” şeklinde bir şerhi yönetmeliğin 95/A maddesine göre vurabiliyor? Burada ilgili olarak gösterilen Hasan Tükenmez hangi diploma örneğini ibraz ediyor? Kaldı ki edemez de… Çünkü 3 Haziran 2016’da Marmara Üniversitesi Rektörü, Erdoğan’ın diplomasını kaybettiğinden bahisle 31 Mart 2011 tarihinde bir duplikat diploma talebinin olduğunu ve 1 Nisan 2011 tarihinde de kendisine duplikat verdiğini ifade etmiştir.”

Savcı kâtibi aklamaya çalışmıştı!

Disiplin soruşturması kapsamında savunma yapan Noter Akgün, “Noter kâtibi Emine Seven, artık başka yerde çalışıyor, soruşturmayı o noter açmalı. Bu yüzden ben soruşturma açmadım” dedi. Gökçe Fırat Çulhaoğlu’nun şikâyeti üzerine, savcılığın Seven hakkında “sahte evrak düzenlemek” suçundan kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiğini anımsatan Noter Akgün, noter kâtibinin şikâyeti üzerine de Çulhaoğlu hakkında suç uydurma ve iftiradan dava açıldığını anımsattı.

Cezanın gerekçesi şunlardı:

Şikâyeti değerlendiren Türkiye Noterler Birliği Disiplin Kurulu, 23 Mayıs 2019’da Noter Nejla Akgün’e uyarma cezası verilmesine karar verdi. Kararın gerekçesinde şöyle denilmişti: “Disiplin işlemlerinin mahiyeti, hesap verilebilirlik ilkesi ve işlemlerin yapılmamasından doğabilecek zararlar göz önüne alındığında, adı geçen noterin soruşturma yapması gerektiği yönündeki Türkiye Noterler Birliği’nin birçok yazışmasına rağmen soruşturma yapmaktan imtina etmesi ve bu yönde ısrarcı davranmasının disiplin suçu oluşturduğu kanaatine varıldığından, İstanbul 15. Noteri Nejla Akgün hakkında 1512 sayılı Noterlik Kanunu’nun 125. maddesi delaletiyle 126. maddesinin (A) bendi uyarınca disiplin yönünden uyarma cezası verilmesine oybirliğiyle karar verildi.”

Bize göre aslolan diplomadan ziyade ehliyet idi. Zira geçmişte Türkiye’yi Celal Bayar gibi ortaokul mezunları da yönetmişti. Burada üzerinde durulması gereken husus; sahte bir diploma ile toplumun ve devlet kurumlarının aldatılıvermesi ve aslı bulunmayan-ibraz olunmayan bir uyduruk diploma örneğinin noterce tasdik edilmesiydi.

İsrail’de Türkiye kumpası ve medyanın kör ve sağır davranması!

Haziran 2019 başında, Amerika ve Rusya'nın da katılımıyla İsrail'de gerçekleşen hem dünya hem de bölge güvenliğimizi çok yakından ilgilendiren bir toplantı yapılmıştı... Bizim ne yandaş medyamız ne de güya karşıt medyamız bu önemli ve tehlikeli toplantıyı hiç gündeme taşımamışlardı. Ne siyasi kahramanlarımız ve ne de özellikle dış politika ve güvenlik alanlarında güya uzman yazar ve yorumcularımızdan da tıs çıkmamıştı.

25.06.2019’da, ABD-Rusya-İsrail üçlüsü ani ve gizemli güvenlik zirvesi yapmışlardı. Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolay Patruşev, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ve İsrailli mevkidaşları Meir Ben-Şabbat'ın katıldığı zirveye İsrail Başbakanı Netanyahu da katılmıştı. Üçlü zirvenin gündemi, "ABD ve İran arasındaki gerginlik"olarak açıklanmıştı. Ancak söz konusu İsrail'in güvenliği ve çıkarları olacağından, özellikle Türkiye’nin geleceğini tartışmışlardı. Bu zirvenin sonrasında çok önemli sonuçlar paylaşılmıştı:

Bolton ve Netanyahu, İran'ı oldukça sert ifadelerle suçlamışlardı. Bolton, "Ortadoğu'nun her yerinde, İran'ı bir savaşçılık ve saldırganlık kaynağı olarak görüyoruz" diye çıkışmıştı. İran’ın Lübnan'daki Hizbullah'a verdiği desteği ve Suriye'deki milis örgütlerinin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a yardımını anımsatmıştı. İran'ı "tehdit" olarak niteleyen Bolton, Rusya'nın da içinde bulunduğu bu üçlü zirveye dikkat çekerek, toplantının "özellikle kritik bir anda" gerçekleştiğini vurgulamıştı. ABD elçisi, Netanyahu'nun liderliğine ve İsrail'in güvenliğini sağlamadaki rolüne övgüler yağdırmıştı. "Hem Putin hem de Trump ile olan güçlü ilişkileriniz sayesinde, bölgede güvenli ve kalıcı bir barışı sağlamak için perspektif politikalarımızın koordinasyonu için büyük bir olasılık var" demekten de sakınmamıştı.

İşte bu Zirvede, Suriye'deki "askeri varlıklar" da tartışılmıştı. İsrail Başbakanı şunları ağzından kaçırmıştı: "Üçümüz de (İsrail, Rusya ve ABD) barışçıl, istikrarlı ve güvenli bir Suriye görmek istiyoruz. Bu hedefe ulaşmak için ortak bir hedefimiz var. 2011'den sonra Suriye'ye gelen hiçbir yabancı kuvvetin Suriye'de kalmaması... Bu ortak hedefe ulaşmak için yollar olduğunu düşünüyoruz. Az önce tanımladığım sonucun -2011'den sonra giren tüm yabancı güçlerin Suriye'den ayrılması- Rusya için, ABD için, İsrail için ve Suriye için iyi olacak."

Şimdi sorarım size, "2011'den sonra Suriye topraklarında bulunan yabancı güçler"arasında hangi ülkeler vardı? Elbette Türkiye, bunların başındaydı!.. Bunun, sadece kendi güvenliğini sağlamak için Suriye topraklarında silahlı kuvvetlerini bulunduran Türkiye'ye de açık bir tehdit olduğu açıktı… Evet, yine tekrarlayalım ki: ABD-Rusya ve İsrail bölgede ve Suriye özelinde ortak hareket ediyorlardı. 28-29 Haziran 2019'da Japonya'da düzenlenen G-20 zirvesi öncesi İsrail'de gerçekleştirilen bu toplantı tesadüf olamazdı. Üstelik, Netanyahu da bir ortak anlayış ve görüş birliği olmadan "2011'den sonra giren tüm yabancı güçlerin Suriye'den ayrılması..." ifadelerini kullanamazdı. R. T. Erdoğan'ın Japonya'da Trump ile yaptıkları ikili görüşmede, S-400'ler yanında acaba bu konu da gündeme taşınmış ve dayatılmış mıydı? Başta Suriye'den askerlerimizin çekilmesi olmak üzere, yeni dayatma ve tehditlerle karşı karşıya kalacağımızı söylemek bir kehanet sayılmamalıydı.

Peki dış politikaya ayar veren İbrahim Kalın Efendi ile SETA'cıların İsrail'de yapılan bu zirveden nasıl da haberleri olmamıştı?.. Bu; TSK'ya: “Suriye'den çık!"tehdidine neden en ufak bir tepki koymamışlardı?.. Nerede kaldı o meşhur "eyt"ler?.. Ya "beka"!.. Bebek katili Öcalan'ın son mektuplarının sadece İstanbul seçimleri ile alâkalı olmadığını haykırdım durdum... Dur bakalım daha neler duyacağız!..”[1]

Türkiye’ye yönelik Haçlı saldırısına altyapı hazırlığı mıydı?

Türkiye'de 23 yıl görev yaptıktan sonra 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından 'terör' suçlamalarından 2 yıl hapiste tutulan ABD'li Evanjelik din adamı Andrew Brunson, 47 bin kiliseyi bünyesinde toplayan Güneyli Baptist Kongresi'nde bir konuşma yapmıştı. Geçtiğimiz yıl (2018) ABD ile büyük krize neden olan Brunson'ın Türkiye ile ilgili açıklamaları tartışmalara yol açmıştı.

Bak: Diego Cupolo (@DiegoCupolo) 13 Haziran 2019 Acc to Fox News, American Pastor Andrew Brunson, who was imprisoned in #Turkey, "Believes the next generation is going to experience more intense Christian persecution." (https://t.co/XSE8aDjcaO)

2009 yılında tanrının kendisiyle konuştuğunu ve Türkiye'yi zor zamanların beklediğine dair uyardığını ileri süren Brunson: "Olacaklar için hazırlıklı olduğumuzu sanmıyorum!" diyerek şunları aktarmıştı:

"Özellikle de sonraki kuşakları düşünmemiz gerekiyor. Çoğumuz ilgilenmiyoruz ve bilincinde değiliz ama bu da kiliselerimizdeki insanların bundan sonra olacaklar karşısında gafil avlanacakları anlamına geliyor. Kilise liderleri ve pastörleri olarak gelecek kuşakları hazırlamak bizim görevimiz olduğu unutuluyor. Türkiye'de hapis yatma nedenlerim olarak; 'terörizm', 'casusluk', 'düşmanca eylem oluşturma, insanları Hristiyanlaştırma, misyonerlik faaliyetleri yapma' diye sıralanıyor. Yani bizim doğal faaliyetlerimiz, Türkiye’de düşmanlık ve fesatçılık sayılıyor. Evet, meslektaşlarımıza yönelik baskı ve zulmün yeni bir şey olmadığı biliniyor ama Türkiye gibi ülkelere karşı daha ciddi tedbirler alınması kaçınılmaz görülüyor!”

“Türkiye tarihi boyunca dış tehditlere açık olmuş bir ülke konumundaydı ve ‘tehdit değerlendirmesi’ de bu gerçek akılda tutularak yapılmaktaydı. Bir imparatorluğu göz göre göre kaybetmiş bir milletin ‘tehdit algısı’ elbette farklı olacaktı. İlkinin başımıza açtığı dertlerin farkında olan yönetici kadronun akılcı kararıyla, Avrupa ülkelerinin neredeyse hepsinin iki kampa bölünerek karıştığı İkinci Dünya Savaşı’ndan bizim uzak durmamızın altında da bu sebep yatmaktaydı. Rusya gibi bizden toprak talep eden bir ‘tehdit’ ile karşılaşmasaydı, Türkiye’nin, ikinci savaş sonrası oluşan ‘Yeni Dünya Düzeni’ içerisinde de İsviçre gibi, Avusturya gibi tarafsızlığını sürdürmesi daha yararlıydı. Savaşın galiplerinden komşumuz Rusya’nın Boğazların statüsünü gündeme taşıması, Kars ve Ardahan’ı talep etmesi; Türkiye’yi Batı blokuna, oradan da NATO ittifakı içerisinde yer almaya mecbur bırakmıştı. Bu nedenle NATO ülkesi Türkiye’nin, tehditlerle karşılaştığında müttefiklerinden destek beklemesi doğaldı. Zaten NATO’nun kuruluş belgesinin ünlü 5. maddesi de ittifak içerisinde yer alan ülkelere, bu konuda yükümlülük şartını koşmaktaydı. Bu nedenle füze koruma sistemi, tehditlere karşı etkili bir tedbir sayılmaktaydı. Türkiye tehditle karşılaştığını beyan ettiği birkaç olayda, NATO’da müttefikimiz olan ülkeler, kendilerinde bulunan füze koruma sistemlerini ülkemize yollamışlardı.

Devamını okumak için tıklayınız.

Yorum Yaz