AKP iktidarının Olağanüstü Hal kapsamında çıkarttığı 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname maalesef ‘tutuklu ve mahkûmlara tek tip kıyafet giydirilmesi’ yönüyle ele alındı. Oysa KHK ile Ceza Muhakemeleri Kanunu’na da müdahale edilmiş olmakta ve Türkiye'de sanki bir iç savaşa zemin hazırlanmaktaydı. Şimdi gelin “darbecilerle mücadele eden sivillere ilişkin düzenleme”ye bir göz atalım.
“MADDE 37: 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz." kaydı vardı. Ayrıca bu maddede "Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın" diye de bir ifade yer almaktaydı.
Bu maddenin, sadece 15 Temmuz'da, köprüde, asker kafası kesen sivillerin yargılanmasını engelleme amacıyla çıkarılmadığı açıktı. Bu madde sivilleri askerlere karşı kışkırtmaya, hatta “terör yanlıları - cesur vatan evlatları” diye bir iç savaş çıkartılmaya zemin hazırlamaktaydı.
Bütün tarafsız hukukçulara göre bu madde, ceza hukukunun genel ilkelerine aykırıydı. Çünkü hiç kimseye, işlediği bir suçtan dolayı yargılanmama garantisi sağlanamazdı. Bu madde, sadece 15 Temmuz'u değil, bundan böyle de "olağanüstü hal süresince" terör eylemlerinin bastırılmasında gönüllü görev alacak kahraman sivilleri de korumaya almaktaydı. Böylece, sivil silahlı grupların, iktidara karşı sayılan her türlü eylemi, terör gerekçesiyle bastırması ve eylemcilere saldırması serbest bırakılmaktaydı. Böylece silahlı gruplara yargılanmama garantisi sağlanan ve mağdurların savunma hakkını peşinen sınırlayan bir ülkede serbest seçimler de yapılamazdı, yapılsa da meşru sayılmazdı.” tespitleri haklıydı ve Türkiye karanlık bir kaosa doğru yuvarlanmaktaydı.
28 Şubat Dış Siyonist Merkezlerin bir projesiydi, içerideki sivil asker destekçileri de hainlerdi!
696 sayılı OHAL kararnamesi, bir yönüyle 28 Şubat'ın devamı mahiyetindeydi. 28 Şubat'ta, Türkiye'nin gelip geçmiş en Milli ve en bereketli Erbakan iktidarı hedef seçilmiş, İsrailci komutanlarla millici subayların birbirine düşürülmesine gayret edilmiş, Rahmetli Erbakan Hoca ise milli birlik ve dirliğimizin sigortası olan Ordumuz zarar görmesin diye, ahmakların asla anlayamayacağı bir fedakârlık ve feragat örneği sergilemişti. 28 Şubat'ta“askerlerle askerlerin kapıştırılması” planı, şimdi 696 Sayılı Kararname ile “sivillerle askerlerin ve hükümet karşıtı kesimlerin çarpıştırılması” şeklinde zuhur etmiştir.
ABD derin devleti sayılan Yahudi lobilerinin tezgâhladığı, yerli İsrailci paşaların başrolde yer aldığı, TÜSİAD gibi rantiyeci sömürü baronlarının ve İttihatçı artığı Masonik solcu-sağcı takımının figüranlık yaptığı ve Erbakan Hükümeti’nin ve Milli Görüş Hareketi’nin kökünün kurutulmasının amaçlandığı malum ve mel’un 28 Şubat hıyanetinde oynatılan başpiyonlardan birisi de Fetullah Gülen’di. Böylece D-8’leri kuran, Havuz Sistemi’yle faizci sömürü çarkına çomak sokan Erbakan Hükümeti devrilmiş ve işbirliğine razı olmuş Erdoğan iktidarının yolları döşenmişti. Türkiye'de ve özellikle Ordu içindeki FETÖ yapılanmasında 28 Şubat sonrası belirgin bir artış gözlenmiş ve bunlar resmi belgelerle ve mahkeme kararlarıyla tespit edilmişti.
Şimdi Doğu Perinçek'in kalkıp:
“28 Şubat, ABD’nin Kuzey Irak’taki kukla devlet girişimini bozma harekâtlarıyla başlamış, daha sonra iç cephede irticaya yönelmiştir. Bugün ABD’nin İkinci İsrail girişimini engelleme amacıyla ABD’nin piyonları olan FETÖ ve PKK terör örgütlerini bastırma mücadelesinin yakın tarihteki kökleri 28 Şubat’ta bulunabilir. 28 Şubat süreci, başlangıçta FETÖ-Çiller ittifakını hedef almış, daha sonra Türk Ordusu ile ABD arasında karşılıklı meydan okumalarla devam etmiştir.”[1] iddiasında bulunması, eğer bunamışlıktan kaynaklanmıyorsa, halkımızı ahmak yerine koymaktı. Oysa 28 Şubat hem AKP iktidarının ve tahribatlarının hem de FETÖ'cü yapılanmanın önünü açmış, işlerini ve hıyanetlerini kolaylaştırmıştı.
“28 Şubat döneminin Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı, önlem alınmazsa, batı destekli irticanın devleti ele geçireceğini belirtmiştir. Bugünkü FETÖ manzaraları, o uyarının ne kadar haklı olduğunu göstermiştir. Görevi devralan Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, 3 Eylül 1999 günü, ‘28 Şubat’ı bin yıl sürdürme’ kararlılığını dile getirmişti.” diyen Perinçek yanılmaktaydı. Zira 28 Şubat’la hem FETÖ'nün gizli ve kirli yapılanması hızlanmış, hem de “irticacı ve din istismarcısı”AKP iktidarının tahribat saltanatı başlamıştı. Yok, AKP iktidarı şimdi “ABD emperyalizmi ile savaşan kahramanlar” ise, o takdirde de Hüseyin Kıvrıkoğlu ve İsmail Hakkı Karadayı gibileri yanılmıştı, 28 Şubat bin yıl değil, 28 ayını doldurmadan yırtılıp çöpe atılmıştı.
“ABD, İkinci İsrail’i kurma hedefinin önündeki engeli çok iyi görüyordu. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat, Poyrazköy, İzmir Casusluk gibi davalara bakınız, hedefte Türkiye’nin toprak bütünlüğünü koruyacak silahlı gücün komutanları ve siyasal gücün (Vatan Partisi’nin) yöneticileri bulunuyordu. Amerikan-Türk Savaşı, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hedef alan tertiplerle ve yargılamalarla başlıyordu. ABD, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni savaşmadan yenme stratejisini izliyordu.” diyen Perinçek'in, bazı gelişmeleri ve gerçekleri çarpıtarak kendilerini haklı çıkarma çabası da boşunaydı. Çünkü sadece 2. İsrail olacak Kürdistan hesaplarının değil, Büyük İsrail'e zemin hazırlayacak BOP tezgâhının da en büyük engeli Erbakan’dı ve Milli Görüş, Milli Çözüm programlarıydı.
“28 Şubat, batı destekli irticaya karşı bin yıllık mücadele kapsamındadır.” palavrasını savuran Perinçek “O gün ABD’nin güdümünde, F Örgütü’nün yanında mevzilenenler, 28 Şubat’a bugünün mevzisinden bakmalıdır. Türk Ordusu, bugün Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ve yurtta barışın temel sigortasıdır. Savaşan bir orduyu içerden vurmanın kime hizmet edeceğini herkes düşünmek durumundadır.” doğrularıyla kendi yanlışlıklarını kapatma ve gerçekleri karartma hesabındaydı, ama tutmayacaktı.
Evet, Siyonist merkezlerin maşaları ABD ve AB, Türkiye'yi hedef alan bir savaş hazırlığındaydı. 23 Aralık tarihli haberlerde ABD’li general askerlerine “savaş yaklaşıyor” uyarısı yapmıştı.
Norveç’te konuşlandırılmış ABD deniz piyadelerinin komutanı General Robert Neller, bölgede ‘büyük kavganın’ başlayabileceği konusunda askerlerini uyarmıştı. military.com’un haberine göre Neller, bölgedeki Amerikan varlığının genişleyebileceği tahmininde bulunarak askerlerine yerlerinin değişebileceğini hatırlatmıştı. Askerlerine seslenen General, “Umarım yanılırım ama savaş yaklaşıyor. Buradaki varlığımız sayesinde sizler enformasyon ve politik mücadeleye katılıyorsunuz” diyerek yakın zamanda dikkatlerin Pasifik ve Rusya’ya odaklanacağını vurgulamıştı. “Burada 300 deniz piyademiz var. Bu sayıyı bir gecede 3 bine çıkarabiliriz” sözleri de anlamlıydı.
Aynı gün ABD Dışişleri Bakanlığından bir açıklama daha yapılmış: Ukrayna ordusuna“savunma amaçlı geliştirilmiş savunma kapasiteleri” temin edilmesine karar verildiğini açıklamıştı. Aynı Dışişleri Bakanlığı kaynaklarına göre; 47 milyon dolarlık satış, 210 adet anti-tank füzesi ve 35 füze fırlatma rampasını kapsamaktaydı. ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi geçtiğimiz haftalarda açıklanmıştı. ‘Rusya ve Çin’in ABD değerlerine meydan okuyan rakipler’ olarak gösterildiği belgede Türkiye ne ‘müttefik’ ne de ‘rakip’ olarak yer almamıştı. Suudi Arabistan ve Mısır’ın ‘dost-müttefik’ olarak kodlandığı belgede Türkiye’nin dost ülkeler listesinden adı çıkarılmıştı. Daha birkaç ay önce Ortadoğu’daki asker sayısını 40.000 olarak deklare eden Pentagon, bu rakamı kısa sürede 65.000’e çıkarmıştı. Bölgedeki PKK / PYD ve Hristiyan milislerle birlikte bu rakam 100.000’i bulmaktaydı. Evet, Türkiye hedef konumundaydı.
Şu haber her şeyi ortaya koymaktaydı: “Türkiye toprakları içerisinde bulunan Amerikan askeri sayısı 3 ayda 2 kat artarak 4 bine yükseldi. Türkiye’nin üssünün bulunduğu Katar’da ise bu rakam son 3 ayda 3 binden 7 bine çıkarıldı. Türkiye ve Katar dışında Bahreyn, Kuveyt ve Suriye’de de asker sayısını artıran Pentagon, adeta bir savaş hazırlığı yaptığını gözler önüne serdi. Türk sınırlarını ‘NATO’ maskesiyle batıdan da kuşatmaya girişen Washington, Soğuk Savaş’tan bu yana en büyük sevkiyatını Türkiye’nin yakın çevresine yaptı.”
Yandaş Abdulkadir Selvi bile, FETÖ'yle ilgili AKP'yi eleştirmeye başlamıştı.
Hürriyet gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi, hükümetin 7 Şubat'tan sonraki süreci iyi analiz edemediğini belirterek: "AK Parti 7 Şubat’tan bu yana süreci tam olarak anlayamadı. Zamanında yapması gereken müdahaleleri yapmadı. En azından 17 Aralık yaşandıktan sonra 25 Aralık yaşanmayacaktı. Ders alınsa, 17 Aralık’tan sonra hâlâ Fetullah Gülen’den sulhname getirmesi için gazeteci Fehmi Koru ile Alaattin Kaya, Pensilvanya’ya yollanır mıydı?" eleştirisini yaparak Fetullahçıların, 28 Şubat'ın gayrimeşru ürünü olan AKP iktidarında kollanıp palazlandığını vurgulamışlardı.
ABD, YPG bölgesinde silah fabrikası kurmaktaydı!
TIR’lar yetmedi, şimdi fabrika kuruyorlardı! ABD, Türkiye'nin “dostunu seç” karşı çıkışına rağmen, binlerce TIR silah ve mühimmat yardımı yaptığı YPG’ye şimdi de silah fabrikası kurmaya başlamıştı. YPG’nin kontrolündeki Afrin'de kurulmaya başlanan fabrikada mayın ve top üretileceği saptanmıştı.
YPG’ye silah yardımını keseceklerini Ankara’ya bildiren Beyaz Saray, tam aksine Afrin’de mayın ve top imalatı için YPG’ye fabrika kurmaya başlamıştı. YPG’ye TIR’larla ve uçaklarla silah yardımını devam ettiren ABD’nin, hem Ankara’nın tepkisini çekmemek hem de terör örgütüne daha rahat yardım etmek için bölgede fabrika kurmaya başladığı ortaya çıkmıştı. Yaklaşık 3 bin askeriyle YPG militanlarına bölgede eğitim veren ABD, kurduğu fabrikalarla terör örgütünün top ve mayın ihtiyacını karşılayacaktı. ABD, bu şekilde hem terör örgütlerine olan desteğini artırmakta, hem de Türkiye’nin olası Afrin operasyonuna karşı önlem almaktaydı.
AKP iktidarının bir Siyonist ABD tertibi olan 28 Şubat hıyanetinin devamı olduğunun ispatı “İsrail'le Normalleşme Anlaşması”nı imzalamasıydı. Oysa 300 alimin ve dünya çapında 36 kurumun İstanbul toplantısında aldığı kararla: “İsrail'le normalleşmek haramdı”. “Ümmet Âlimleri Misakı” bildirisinde, “Siyonist ve işgalci İsrail çetesiyle normalleşmenin, imanın muktezasına ve insanlık onuruna ters düştüğü”vurgulanmıştı.
Daha da beteri Saygı Öztürk “terörle mücadelede kullanılan ABD yapımı bombaların etkisinin azaltıldığını ve bize ‘sahte’ silah satıldığını” yazmıştı.
ABD’den alınan bombaların etkisinin azaltıldığını ve bize “sahte” silahlar satıldığını belirten Saygı Öztürk, “ABD bombalarına dikkat!” başlıklı yazısında Güneydoğu'da Jandarma Bölge Komutanlığı'nda önemli bir görevde bulunan komutanın mektubunu köşesine taşımıştı.
"Çok net iki olay var: (...)Maalesef uçaklarımızın attığı bombalar sahte çıkıyordu… Son bir ayda, Van, Şırnak, Bitlis bölgesinde bunu ispatlayan çok net iki olay yaşanıyordu. 7 kişilik terörist gruba üç bomba atılıyordu, ancak 25-30 metre yakınlarına düşmesine rağmen bir terörist yaralı kurtuluyordu. Diğer olayda uçak bombası, ağaç altında oturan iki teröristin 8 metre dibine düşüyordu, ancak bunlar da hiçbir şey olmamış gibi kalkıp gidiyordu. Normalde tek bomba 300 metre mesafede ne varsa öldürmesi gerekiyordu. Bu bombaları üreten de ABD firması oluyordu.
Milli harp Sanayini ve bütünüyle yerli ve yaygın kalkınma hamlesini başlattığı için Siyonist ve emperyalist odaklarca hedef alınan ve yerli gavurcuklarca havlanıp hırpalanan Erbakan'ın kıymetini bilmemenin cezası, işte böyle çok ağır olmaktaydı.
Çıkarılan 696 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de oldukça tehlikeli ve tedirgin edici bir madde bulunmaktaydı!
Özetle: “Bir vatandaş, terör eylemlerini ve devamı niteliğindeki hareketleri bastırmak için harekete geçerse, yargılanmayacak” suçlu ve sorumlu tutulmayacaktı!
Öncelikle böyle bir kararname kötüye kullanmaya ve istismara sonsuz açıktı! Çünkü“terör eylemi sandım, bu yüzden kurşunu sıktım” diyenlere fırsat doğacaktı. Oysa güvenliği ve asayişi sağlama görevi sadece devletin tekelinde bulunmalıydı. “Terör” kavramının bu denli kapalı ve karışık olduğu bir ülkede “terör olaylarını önleyen sivillere yargı muafiyeti”getirmek, ileride önü alınamayacak iç karışıklıklara, kaoslara, toplu kıyımlara ve kalkışmalara yol açacaktır. Kendilerini polis, Jandarma, güvenlik kuvveti yerine koyanlar, ülkeyi felakete sürüklemiş olacaktır” endişeleri haklıydı.
Aman dikkat bu madde iç savaş çıkarırdı!
15 Temmuz darbe girişiminden bir, bir buçuk ay öncesinde birileri, terör örgütü Daiş'in başta İstanbul ve Ankara olmak üzere büyük kentlere saldırı hazırlığında olduğunu anlatıp durmaktaydı. Bazı gazeteler, Avrupa'da yaşanan bombalama ve saldırı haberlerini emsal göstererek "İstihbarat alındı, saldıracaklar" manşetleri atmakta, topluma muazzam bir korku pompalamaktaydı.
Üstelik darbe girişiminden bir hafta önce; "Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu"nda bir değişiklik yapılmıştı. Değiştirilen yasanın 2. maddesi, terör eylemlerine karşı askere sokağa çıkma imkânı tanımaktaydı. Öyle bir yasa ki, polisi bile askerin emrine sokmaktaydı.
Darbe girişiminden sadece iki gün önce ise; Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önüne getirilen yasa 13 Temmuz günü imzalanmakta, bir gün sonra da resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe girmiş bulunmaktaydı. Yürürlüğe girer girmez de, darbe girişimi yaşanmış, asker sokağa çıkmıştı.
O geceyi hatırlayın! Askerin sokağa çıktığı bilgisi geldiğinde herkes, "Herhalde bahsi edilen Daiş saldırısından dolayı asker sokağa çıktı" diye yorum yapmış ve bir süre olanı biteni izlemekle kalmıştı. Bu can sıkıcı hatırlatmayı şundan dolayı yaptım. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki terör örgütleri ile onların arkalarındaki baronlar bize kendi elimizle darbe yaptırmakta ve biz farkında bile olamamaktaydık. Maalesef şimdi benzer bir durum daha yaşanmaktaydı.
Olağanüstü Hal kapsamında 2 yeni Kanun Hükmünde Kararname daha yayınlanmıştı. Bu kararnamelerde bilmem kaç kişinin ihraç, kaç kişinin göreve iade edildiği açıklanmıştı. Ama dikkatlerden kaçan çok daha tehlikeli bir durum vardı. Bir madde ki herkes gibi beni de dehşete düşürmüş durumdaydı. Buna göre, darbe ve terör ihtimali olan eylemlerde halkın sokağa inmesine ve her türlü müdahelesine imkânsağlanmaktaydı.
Bu maddeyi kim düşünüp tasarladı, Cumhurbaşkanı'nın önüne kim getirip onaylattı? orasını bilemiyorum. Bildiğim şu ki bu maddenin, 15 Temmuz öncesinde bize yutturulan "Asker sokağa insin" maddesinden herhangi bir farkı olmadığıydı! Bu madde Türkiye'nin başına tamiri ve telafisi mümkün olmayan belalar açacaktı. Hele hele ülkenin Doğu ve Güneydoğu'sunda PKK'nın çok uğraştığı ve bir türlü çıkaramadığı iç savaşın fitilini ateşleyecek bir tuzaktı.
Hatırlayınız; sınırımızın dibindeki YPG isimli terör örgütü, bundan iki hafta önce, 5 bin olan terörist sayısını 30 bine çıkarma kararı almıştı. Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan eden Donald Trump da bu kararı imzalamış ve 2018 yılında yeni silah yardımları yapacağını açıklamıştı. Bunu şöyle anlamak lazımdı:
Ülkenin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yakın zamanda YPG ve PKK'nın yeni terör eylemleri olacaktı. 6-8 Ekim'de gerçekleşen Kobani olaylarını hatırlayın. Tıpkı o dönemde olduğu gibi PKK sempatizanlarının katliam yapmalarına zemin hazırlanacaktı. Uzun yıllar sonra huzura kavuşan bölge insanı, bu yeni terör eylemleri ile rahatsız olacak, onların da sokağa çıkmalarına ve terör örgütüne karşı durmalarına imkân sağlanacaktı. Böylece, 30 yıldır başarılamayan bir iç savaş ortamı hazırlanacaktı… Böylece olayların zaman içinde büyük metropollere taşındığı, bir yanda PKK sempatizanlarının, diğer yanda vatanseverlerin sokağa çıktığı bir ortam oluşturulacaktı! Ve bu durum bizi, hayal edemeyeceğimiz felaketlere taşıyacaktı.
Mesele bununla da kalmayacak; "Vurdum, çünkü teröristti" diyenlerin sayısında patlama yaşanacaktı. Demokratik protesto hakkını kullanan grupların "terörist" diye saldırıya uğradığı dönemler başlayacaktı. Ve maalesef artık bu işin önü alınamayacaktı.. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kanunlarında "Güvenliği ve asayişi sağlama görevi, devletin ve devletin emrindeki kolluk kuvvetlerinin tekelindedir” maddesi varken, bu işi sivil vatandaşlara devretme düşüncesinden bir an evvel vazgeçilmesi lazımdı.”[2] şeklinde haklı, duyarlı ve tutarlı uyarılara kulak tıkayanlar ise, oluşacak kaos ve kargaşa tahribatının altında önce kendileri kalacaktı!
Aslında Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihinde hiç bu denli devre dışı bırakılmamıştı.
Anayasaya göre yasama, yürütme ve yargı için “kuvvetler ayrımı” ilkesi rafa kaldırılmıştı. Artık Meclis Araştırma ve soruşturma görevini de yapamaz konumdaydı. İktidar 15 Temmuz sonrası Olağanüstü Hal (OHAL) yetkilerini o kadar hor kullanmaya başlamıştı ki artık Meclis'e de ihtiyacı kalmamıştı. Ve hele 2019 Kasım ayında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildiğinde Cumhurbaşkanına KHK'lar çıkarma yetkisi var ki, AKP ve Erdoğan yeniden seçilirlerse Meclis'te yasa yapılması tarihe karışacaktı.
[1] 28 Şubat’ın bin yıllık meydan okuması, 25.12.2017, Aydınlık
[2] Bu madde iç savaş çıkarır, Süleyman Özışık