AKP Bakanları Kur’an’la alay ediyordu!
Piyasaya servis edilen iki ayrı kasette yine Egemen Bağış vardı. İlkinde İranlı Reza Zarrab’ın kendisine gönderdiği 500 bin dolar yer almıştı. İranlı, güvenilir adamı Abdullah Happani ile konuşmaktaydı; konu, Egemen’e elden teslim edilecek olan 500 bin dolardı. Öncesinde Egemen’i arayıp “Müsaitseniz bir çayınızı içmeye geleyim” diyor, olumlu yanıt aldıktan sonra adamı Abdullah’ı arıyordu. (Bu konuda bir kuşku olmasın diye belirteyim, İranlı’nın bütün konuşmaları Türkçe yapılıyordu)
Reza: “Abdullah 500 bin dolar hazırla. Ortaköy’de sağlam bir adamınla gönder.”
İş biraz gecikince Reza bozuluyor:
“Saat 4’de adamın yanına gidecem, gönder yaaa!.. Bugünkü ayakkabı kutusunda olsun.” diye çıkışıyordu. (Daha öncekinde çikolata paketine konulmuştu!)
Sonra uyarıyor: “Dolar yolladın di mi, sakın euro olmasın!..” diyordu. (Euro doların iki misli, malın ucuzunu gönderiyordu!)
İkinci kasetteki konuşmalar üst düzey AKP’lilerin ayarını ve ahlakını yansıtıyordu. Tayyip’in Bakanı Egemen Bağış bu kez Hürriyet’in Ankara temsilcisi gazeteci Metehan Demir’le konuşuyordu:
Bu edepsizlikleri sandıkla temizleyeceklerini sananlar aldanıyordu!
AKP’nin Eski Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’la Hürriyet gazetesi yazarı Metehan Demir’in arasında geçtiği iddia edilen bir ses kaydı bunların din istismarından öte nasıl soysuzlaştıklarını ortaya koyuyordu. Söz konusu ses kaydında eski Bakan Egemen Bağış ve yazar Metehan Demir, Kur’an-ı Kerim ayetleriyle edepsizce dalga geçiyordu. Hakkında rüşvet suçlamasıyla fezleke hazırlanan eski AB Bakanı Egemen Bağış’ın gazeteci Metehan Demir’le yaptığı iddia edilen skandal konuşmalar, siyasi çekişme ve güç savaşının ötesine geçiyordu. İkilinin konuşurken Bakara Suresi’nin ayetlerinden (hâşâ) dalga geçerek bahsetmeleri, ayetleri alay konusu yapan ahlâksızlıkların gerçek ayarını yansıtıyordu. Dinimize uzanan bu “namahrem eli”, “özel hayatın mahremiyeti” kılıfını aşan bir niteliğe bürünüyordu. Bakanın boyunu da aşan bu rezaleti kulağının üzerine yatarak geçiştirebileceğini düşünen iktidar partisi tüm hücreleriyle bilmeli ki bu edepsizliklerin sandıkla temizleneceğini sananlar aldanıyordu. Çünkü sizin hasmınız, artık bizzat Kur’an oluyordu.
“Her cuma bir ayet sallayanlar” sonunda nerede sallanacaklarını unutuyordu!
“Ve la entüm ma ağbüd” diye başlayıp daha sonra aklınca ayeti-i kerimeyle dalga geçmeye çalışan Hürriyet gazetesi yazarı Metehan Demir’e Egemen Bağış, “Oğlum ben her gün her Cuma bir tane ayet sallıyorum” diyor ve ekliyordu: “Google’a gir, Kur’an’da atıyorum kardeşlik, Kur’an’da nankörlük, Kur’an’da bilmem ne diye ara hepsi çıkıyor. Oradan beğen bir tane salla gitsin” demekten utanmıyor, sıkılmıyordu. İşte AKP buydu. Bu sözler, bu ülkede iki defa bakanlık koltuğunda oturmuş bir “Adam”ın ağzından çıkıyordu. Her defasında yüzde 50’si ile övünen bir hükümette bakanlık yapmış birisi bunları söylemişse, bu soytarılıktan çok öte açık bir soysuzluğu ve gizli bir gâvurluğu gösteriyordu. Bu “Adam” kalkıyor ve Allah’ın kitabıyla, kendisine oy veren milyonlarca insanı aptal yerine koyarak dalga geçiyordu. Surelerle dalga geçmek için anlamsız sesler çıkartan Demir’e Bağış, “O Almanca’ya döndü Metehan” diyerek destek veriyordu. Bakara Suresi’ne “Makara” diyerek büyük bir hezeyana imza atan Bağış, yıllardır halkı İslâmi argümanlar ile nasıl kandırdığını da itiraf ediyordu.
İşte AKP Bakanı Egemen Bağış ve Metehan Demir arasında geçtiği iddia edilen o konuşma:
Egemen Bağış: Alo...
Metehan Demir: Sabah yemin ediyorum şu tweet’ini gördüm var ya, güne nurla başladım, duayla başladım.
Egemen Bağış: Ne güzel
Metehan Demir: Bakara Suresi 152, Ve la entüm... Valla abicim helal olsun.
Egemen Bağış: “M.D.” (Yanındakine kiminle konuştuğunu söylüyor) Beyhan da (Bağış’ın eşi) diyor ki; “Kim bu sabahın köründe arıyor. İmana mı gelmiş dua ediyor” diyor.
Metehan Demir: Abi böyle bir şey olabilir mi ya?
Egemen Bağış: “Ayran yollayayım” M.D’ye diyor.
Metehan Demir: Vele entim ma ağbüd... ( Dalga geçiyor )
Egemen Bağış: “Vela entim ma ağbüd” deyip kendi kendine şeye yapıyor. Oğlum ben her Cuma bir tane ayet sallıyorum.
Metehan Demir: Ya bilmez olur muyum senin elinde bir kitapçık var oradan çakıyorsun biliyorum ya...
Egemen Bağış: Kitapçık yok lan Google’a gir, Kur’an’da atıyorum kardeşlik, Kur’an’da nankörlük, Kur’an’da bilmem ne diye search yap hepsi çıkıyor. Oradan bir tane salla gitsin.
Metehan Demir: Vel ağl asdfg asdfgh tırahun turuhun... ( Dalga geçiyor )
Egemen Bağış: Oo Almancaya döndü M.D
Metehan Demir: Vay be abicim. Vay be. Yıkıldım sabah sabah. Baktım bir de saatine 08:20’de çakmışsın ya nasıl bir dini birikim ya.
Egemen Bağış: Ben sabah 05:00’da çaktım bi tane.
Metehan Demir: Ve sabah uyuyarak, uyanıp Allah’ım Egemen Bağış’tan bir ayet inse de ben de onu RT etsem deyip bekleyen 13 kişi de RT etmiş hemen anında.
Egemen Bağış: 150 kişi RT etmişti. Cumayı “cıma” yazmışım 08:20’de yeniden attım manyak.
Metehan Demir: You ere great hero ya great hero no more games yani (Sen büyük kahramansın, daha fazla oyun yok).
Metehan Demir: Bakara 156.
Egemen Bağış: Bakara 156 (Kahkahayla gülüyor). Çarpılacaksın.
Metehan Demir: Her kim ki Egemen Bağış’ı sevmez, Allah en kısa zamanda onun belasını verir. Bakara 159. (dalga geçiyor)
Egemen Bağış: (Gülüyor).
Metehan Demir: Her kim ki Aydın Beyin o zor gününde onun yanında olur, o Allah’tan her istediğini alır. Bakara 165. Bu Bakara iyi ya. Tövbe ya Rabbim, çarpılacağız şimdi.
Egemen Bağış: Makara iyi (Kahkaha atıyor).
Metehan Demir: Makara, makara ya vallahi. Tövbe estağfurullah, çarpılacağız şimdi.”
Dört Mezhebe ve bütün müçtehitlere göre, insanı imandan çıkarıp küfre sokan bu edepsiz sözler bizlere şu ayetleri hatırlatıyordu:
“O, size Kitap'ta: "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın (bu hain münafıklardan ayrılın), yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır.” (Nisa: 140)
“Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi, alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri dostlar (veliler-yöneticiler) edinmeyin. Ve eğer inanıyorsanız, Allah'tan korkup-sakının.” (Maide: 57)
“İman edenlerle karşılaştıkları zaman: "İman ettik" derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, derler ki: "Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (Müslümanlarla) yalnızca alay ediyoruz." (Bakara: 14)
İlahiyat Hocası ve Erdoğan fetvacısı Hayrettin Karaman gibileri, Kur’an’a yönelik bu hıyanet ve hakaretlere cevap vereceklerine:
“Bana ulaşan bilgilere göre yeni bir ses kaydı düzenlenmiş, bu kayıtta Başbakan sözde beni arıyor 'Devletin bekası için birini öldürmek caiz midir?' diyormuş, ben de bazı detaylar verdikten sonra 'Olabilir bir sakınca yok' diyormuşum. Sonra başbakan bu fetvayı(!) merhum Yazıcıoğlu'na uyguluyormuş.”[1] diyerek kendilerini aklama peşinde koşuyordu. Oysa Kur’an ayetlerine yönelik bu hakaretler, Başbakanın da karıştırıldığı güzel spiker Defne Samyeli’yle ilgili çirkin iddialarından çok daha tehlikeli ve tahripkâr bir durumdu. Öcalan’a özgürlük, Güneydoğu’ya özerklik yolunu açan AİHM kararları, çok ağır yolsuzluk iddialarıyla ilgili AKP’li Bakanların fezlekelerinin bile gündeme alınmaması konularında tek laf etmeyen İlahiyat Profları Recep T. Erdoğan’a yaranma yarışına giriyordu.
AKP yandaşı yazar Ahmet Taşgetiren’den Egemen Bağış’a istifa çağrısı geliyordu:
Ahmet Taşgetiren ses kayıtlarında Kur’an’la dalga geçtiği iddia edilen Egemen Bağış için sert bir çağrı yapıyor ve “Tövbe et, siyaseti miyaseti bırak” diyordu. Ama bu tipleri bağrında barındıran ve Bakan yapan Erdoğan’a hiç ses çıkarmıyordu. Böylece Akit’ten Yenişafak’ına bütün AKP’li İslamcıların çifte standartları ve sahte tavırları da tescillenmiş oluyordu.
Meclis’te “yolsuzluk fezlekeleri” okutulmadan reddediliyordu!
Dört bakanla ilgili fezlekeler konusunda Genel Görüşme açılması teklifi Meclis'te reddediliyor, böylece ileri demokrasinin, daha doğrusu “Demokrasi derebeyliğinin” ne olduğu bir kez daha anlaşılıyordu. Meclis Başkanvekili AKP’li Sadık Yakut, muhalefetin karşı çıkmasına karşın, ‘sürmekte olan dava’ gerekçesiyle suçlamaların okunmasına bile izin vermiyordu. Böylece AKP’li vekiller, Erdoğan’ın talimatıyla kendi içlerinden dört kişiye yargı önünde aklanma fırsatı dahi vermiyordu. Eski Bakanlar iddia ettikleri gibi masum ve mazlumsa, bunu da öğrenme fırsatı neden engelleniyordu? Kirli çamaşırlar yıkanamayınca, üzeri örtülüyordu. Hatırlarsınız Tansu Çiller-Mesut Yılmaz birbirleri hakkında bütün yolsuzluk iddialarını ortaya döküyor, sonra anlaşıp üzerini örtme yoluna gidiliyordu. Acaba Çiller-Yılmaz örtünce kötü, Erdoğan örtünce iyi mi oluyordu? Güler, Çağlayan, Bağış, Bayraktar temizlenmiş mi oluyordu? Asıl tezgâh ise dikkatlerden kaçırılıyordu: Erdoğan’ın gerçek amacı 30 Mart sonrası Meclis’te kendi soruşturma komisyonunu kurmak oluyordu. Burada bu dört eski bakan soruşturuluyor gibi yapılması, ancak 17 Aralık’ta yolsuzluk soruşturması açan savcı, yargıç, polis ve diğer kamu görevlilerini ifade için çağırıp, onların soruşturulup sıkıştırılması hesaplanıyordu! Yani “Hırsız var” diyenlerin suçlu çıkartılıp susturulması planlanıyordu.
Kılıçdaroğlu'ndan şok Suriye iddiası geliyordu!
Samanyolu Haber'e konuk olan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan'ın seçim öncesi orduyu Cabar Kalesi’ni koruma bahanesiyle Suriye'ye sokabileceğini söylüyordu. Kemal Kılıçdaroğlu, Suriye’de bulunan Türkiye’nin toprak parçası olan Cabar Kalesi’ni koruma gerekçesiyle Türkiye'nin seçimlerden önce orduyu Suriye’ye sokabileceği iddiasında bulunuyordu. Bu konuda bazı duyumlar aldığını söyleyen Kılıçdaroğlu, "Buradan Genelkurmay Başkanına seslenmek isterim; Türkiye’yi maceraya sokmayın” diye sesleniyordu.
Tam bu sırada İsrail Suriye’yi vurmaya başlıyordu!
Golan tepelerinde 4 işgalci askerinin yaralanmasından Esad rejimini sorumlu tutan terörist İsrail, savaş uçaklarıyla Suriye’ye 4 saldırı düzenliyor, saldırıda, Suriye’nin 4 askeri noktası vuruluyordu. Yoksa Türkiye’nin (İsrail ve ABD hesabına, Suriye’ye askeri müdahalesine zemin mi hazırlanıyordu?
Kırım’da sandıktan Rusya çıkıyordu!
Kırım Özerk Cumhuriyeti’nde düzenlenen referandumda oyların tümü sayılıyor, katılımcıların yüzde 96,7’si Rusya’ya “evet” diyordu. Rusya yanlıları sevinç gösterileri düzenlerken Kırım Tatarları referandumu boykot ediyordu. ABD ve Avrupa ise sözde Rusya’ya yaptırım tehditleri savuruyordu. Ayrıca Kırım Parlamentosu, “Bağımsız Kırım Cumhuriyeti”ni ilan ettiğini açıklıyordu. Böylece AKP iktidarı Akdeniz’de Kıbrıs’a, Karadeniz’de ise Kırım’a sahip çıkamıyordu.
Kırım Türkleri Rusların insafına mı terk ediliyordu?
Krizin içerisine Kırım’ın dâhil edildiği ilk günden bu yana herkesin aklına ilk gelen konu oradaki Tatar ve Müslüman unsurların karşılaşabileceği sorunlar oluyordu. Kolay değil, Kırım’ın düşmesini, İstanbul’un anahtarının açılması olarak gören bir ecdadın torunları olarak, Kırım Türklerinin acılarını yüreğimizde duymamız gerekiyordu. Kendilerini yalnız bırakılmış hisseden kardeşlerimiz, Türkiye’nin Kırım konusundaki düşük profilli siyasetini haklı olarak doğru bulmuyor ve eleştiriyordu. Türkiye’den beklediğini bulamayınca da maalesef Batı’nın politikalarının bir parçası olma tehlikesiyle karşı karşıya kalınıyordu. Peki, AKP iktidarı kendisini nerede konumlandırıyordu? Bu doğrultuda Ankara seçim arifesinde başını ağrıtmamak adına, Türk halkının beklentilerinin aksine, Kırım Türkleri üzerinden politika üretmiyordu. Daha ziyade krizi bir Ukrayna meselesi hatta Avrasya güvenlik meselesi olarak ele alıyordu. Belki daha geniş bir perspektiften konu ele alınarak doğru yapılıyor; ancak burada Kırımlıların pratikte hiçbir destek göremediklerinden dolayı şikâyetçi olduklarını unutmamak gerekiyordu. Ukrayna demokrasisinin yanında olmak ya da siyasal diyalogu güçlendirmek için tüm platformlara destek çıkmak, Kırımlı mazlumların sorunlarını çözmüyordu. Sonuçta Kırım ve diğer İslam coğrafyasında bizlerden bir şeyler bekleyen insanları yine hayal kırıklığına uğratıyordu” tespitleri maalesef gerçekleri yansıtıyordu.
Siyonist Yahudilerin ülkemiz ve bölgemizle ilgili girişimleri yoğunlaşıyordu!
“İçinde Erdoğan'ın olmadığı, AKP’den koparılacak bir grubun CHP ile birleştiği siyasi OLUŞUM hedefleniyor!” iddiasını Ergün Diler şöyle besliyordu:
“Paralel yapı, İstanbul sermayesi, CHP, MHP, BDP, Avrupa, Yahudiler bunu çok önceden masaya yatırdı! Kazananın onlar olacağı bir maçı başlatmak için ellerinden geleni hiç çekinmeden yapacaklar! Ukrayna onlar için UMUT oldu! Bunca acının yaşandığı UKRAYNA ise bizim için ayna oldu! Bakın Karadeniz'in karşı ucundaki ülkeyi ROTHSCHILD ailesi adına SOROS istedi! Yanukoviç ise "Hadi oradan!" dedi. O an ipler koptu! Özellikle SOL GRUPLARIN içinde çok ama çok güçlü olan AVRUPA düğmeye bastı! Ülke iç savaşın eşiğine geldi! Devlet Başkanı Yanukoviç gitmek zorunda kaldı! Soros'un kızı TİMOŞENKO içeriden çıktı! Yumruğunu masaya vurdu! Zafer SERMAYENİNDİ! Prensesleri sarışın Timoşenko, gücü eline almıştı! Peki, almıştı da ne yapmıştı! İşte gözden kaçan buydu! Soros'un belirlediği isimlerin hepsinin önünü açtı! Büyük bir tesadüf eseri bu önemli şahsiyetlerin tamamı YAHUDİLER'e bağlıydı!
Ihor Kolomoisky: 6 milyar doları var. Dnipropetrovsk Valisi oldu. Timoşenko zamanında onunla olan dostluğu sayesinde milyarlar kazandı. Privat Grubun sahibi... Ukrayna'da darbe olana kadar İsviçre'de yaşıyordu. Yahudi!
Yuriy Prodan: Timoşenko zamanında Enerji Bakanı'ydı. Yine Enerji Bakanı yapıldı. Kolomoisky'nin şirketlerinde yönetici. Hemen devlet yönetimindeki enerji birimlerinin özelleştirileceğinin sinyallerini verdi.
Kolomoisky'nin çalışanı olarak enerjinin başına getirildi!
Oleksandr Shlapak: Ekonomi Bakanı olarak atandı. O da Kolomoisky'nin şirketlerinde yöneticiydi. İlk iş olarak IMF'le masaya oturulacağını söyledi!
Yahudilerin yönettiği kuruma YEŞİL IŞIK yakmak zorunda kaldı!
Serhiy Taruta: Ülkenin en zengin 16. ismi. Maden yatırımlarının olduğu Donetsk'e atandı. Bu da Kolomoisky'nin uzaktan rahatça yöneteceği bir isimdi!
Rinat Akhmetov: Yanukoviç'in en büyük destekçilerindendi. Ama geçen yıl desteğini çektiğini açıkladı ve bir yıl içinde Yanukoviç devrildi, darbe oldu. 15,4 milyar dolar servetiyle dünyanın en zengin 47. ismi. Ukrayna'nın en zengini. Yeni yönetimde o da yer alacak. Soros'un çizgisine geldi! Diğer bakanlıklara da SOROS'un ve Almanya'nın kontrol ettiği isimler geldi! Yani 45 milyonluk kocaman bir ülkeye pranga vuruldu! Tıpkı eski Türkiye gibi! Ukraynalılar Bağımsızlık Meydanı'nda ülkeleri için öldüler! Öyle sandılar! Oysa kazanan SOROS ve arkadaki görünmeyen güç Rothschildler'di!
İnanın uzun süre Ukrayna kimin tarafından yönetildiğini anlamayacak! Bunu bilen ve gören sadece Putin! Tıpkı LENİN gibi… İsviçre'den gelen milyarder, Timoşenko, bakanlar hepsi UKRAYNALI! Görünürde hiç sorun yok! Ama ilişkiler üzerinde seyahat edildiğinde IMF'ye, Soros'a, Rothschildler'e uzanırsınız! En arkada da Kraliçe vardır! Tıpkı bizdeki gibi! Bizde de ne Soros'u, ne Rothschild'i görebilirsiniz! Bizdeki BARON çok güçlü ve zengindir! Ama şirketlerinin DEFTERLERİNE bakıldığında İNGİLTERE'yi görürsünüz! Kayıtlıdır! Patron aslında İngiltere'dir! Ama Türkiye Cumhuriyet'i girip bakamaz! Girebildi mi? Girdi de sonuç alabildi mi? Mümkün değil! En azından şimdiye kadar olamadı! Bu ülkenin çocukları şehit olurken, cepheden cepheye koşarken ülkenin gerçek sahiplerinin kim olduğu hiç ortaya çıkmadı! Aynı şekilde MALTA'ya kayıtlı olan şirketler kimindir? Neden orası merkezdir! Masonik bağlantıların bir iki TIK üzerine çıkın ve düşünün! Dünyadaki belli sermaye grupları bir iki el tarafından yönetilir! Mesela Dünya Yahudi medyasına BAĞIŞ yapmak zorunda olanlar aynı zamanda onların ŞUBESİ'dir! Soros'un adına iş yapan ne kadar Ukraynalı ise bizde ki de o kadar TÜRK'tür! Ama bu topraklara bağlı değildir! Boğaz'daki BARON bunlara bağlı 736 büyük aileden biridir! Bu aileler emir büyük yerden geldiği için sadece PARA için ayakta durmazlar! Bunlar üzerinden ülkeler kontrol edilir! Bizde BAŞBAKANLARIN çoğu bunu bilmeden vefat edip ahirete göçtü!
Ne krizleri, ne darbeleri bu nedenle hiç anlamadık! Bakın sonunda gün Gezi olayları sırasında polisin tüfeğinden çıkan fişekle aylardır yoğun bakımda yatan bir evladımız can verdi! Herkes üzüldü, canı yandı! Annesinin feryatları yürek burktu! Acı ortaktı! Ama birileri bunu kirletmek için TWEET'lerle ortaya çıktı! Koca koca patronlar ölen BERKİN'in üzerinden siyasi mesaj verip "Ayağa kalkın!" diye halkı kışkırttı. Aynı anda İngiliz basını ve kontrol ettikleri malum basın hep aynı manşetlerle çıktı! Amaç Berkin üzerinden gerginlik yaratmaktı ve olayı tırmandırmaktı! Zaten Ergenekon'dan dolayı tahliye edilenler arasında bu tür gelişmeleri çok iyi yönlendirecek isimler de vardı! Önce patronlar arasında MUTABAKAT sağlanıyor, YALILARDA "Tamam!" kararı alınıyor, ardından sosyal medya, daha sonra da dünya YAHUDİ medyasının üyeliğini yapanlar devreye giriyordu! Bu sınıflarla mücadele için yola çıkan PARALEL YAPI da aynı koalisyona katılıyordu! BDP de "Bu kendi devletimizi kurmak için son şansımız!" diyerek DOĞU'yu alevlendiriyor, kapı kapı gezerek OY istiyordu! Hiç tesadüfe yer yoktu! Sadece bizler bunu bilmiyorduk! Gezi'de düğmeye basanlar yine devreye giriyordu. Yoksa CNN International yine TAKSİM'e konuşlanmazdı! Birinci hedefleri Erdoğan oluyordu! MASONLARIN ve kripto paralel yapının hükümran olmadığı bir ANKARA'yı ve milli iktidarı bunlar kabullenemiyordu. Türk ve Müslüman görünümlü YAHUDİLER'e çalışan bir ekip isteniyordu! Anlayacağınız bir yanda Erdoğan diğer yanda bütün ehli vatan hedef alınıyordu. Her nedeni fırsat bilip yaraları kaşıyacakları ve ortalığı karıştıracakları anlaşılıyordu!” diyen bay çokbilmişe sorulması gerekiyordu:
1- Bu paralel yapıyı 12 yıldır palazlandıran ve devlet kurumlarında kadrolaştıran Sn. Recep T. Erdoğan değil miydi?
2- Bu kaos ve kargaşayı “PKK özerk devleti kurmak için” fırsat bilen BDP, bu günlere AKP iktidarı sayesinde gelmemiş miydi?
3- Kahraman Erdoğan’a savaş açtıklarını söylediğiniz küresel sermaye ve Yahudi Lobileri, Recep Bey’in boynuna “cesaret madalyası” takıvermemişler miydi?
4- Erdoğan’ı BOP eşbaşkanlığına onlar seçmemiş miydi?
5- Dindar ve kahraman Erdoğan, Milli Görüş’ten ve İslam Birliği hedefinden sapıp-kaytarıp Haçlı Siyonist AB’ye girmeyi hayatının gayesi edinmemiş miydi?
Rusya, Kırım ve Karadeniz’den sonra Akdeniz’e ve Kıbrıs’a konuşlanıyordu!
Ukrayna, Rusya için şüphesiz büyük önem arz ediyordu. Batı’ya kaptırılmaması gereken bir arka bahçe olarak görülüyordu. Rusya’nın Ukrayna’da muhakkak koruması gerektiğini düşündüğü siyasi, ekonomik, enerji ve güvenlik ve askeri çıkarları bulunuyordu. Son hususta da en başta Kırım’ın Akyar Limanı (Sivastopol) ve çevresinde konuşlu bulunan Karadeniz Filosu ve bunun son gelişmeler sonucundaki geleceği öne çıkıyordu. Biz Sivastopol’a Akyar demeyi tercih ediyoruz; zira bu limanın yüzyıllardır kullanılan gerçek ismi buydu. Karadeniz Filosu, Rusya’nın Akdeniz ve ötesindeki sıcak denizlere ulaşmasını sağlayan en önemli, en büyük filosu sayılıyordu. Filo, devrik lider Yanukoviç ile Rus lider Medvedev arasında 2010 yılında yenilenen anlaşma uyarınca 2017+25 yıl (yani 2042’ye kadar) süreyle Rusya’ya kiralanmış bulunuyordu. Üstelik bu anlaşma 2042’den sonra da tarafların rızasıyla 5 yıl daha uzatılabilecek deniyordu. Ukrayna, bu anlaşmayı da Rusya’nın baskıları ve kendisine Rusya tarafından sağlanan doğalgaz indirimleri ve uygun şartlar sonucu imzalamak zorunda kaldığı biliniyordu. Yeni yönetim, belki bu anlaşmayı ileride yeniden gözden geçirebilir deniyor, bu da şüphesiz Rusya’yı çok rahatsız ediyordu. Rusya, özellikle Suriye meselesi ve Doğu Akdeniz’de son yıllarda ortaya çıkmaya başlayan yeni jeopolitik sebebiyle Karadeniz Filosu’na artık çok önem veriyordu. Nitekim bu mülahazaları göz önüne alarak filoyu hem sayı ve hem de kalite bakımından çok daha güçlü hale getirmek için son 3 yıldır önemli adımlar atıyor, yatırımlar yapıyordu. Rusya, bunların da ötesine geçerek önceki yıl Akdeniz’de daimi olarak bulunacak ve görev yapacak bir filoyu tesis edeceğini, bu filonun ağırlıklı olarak Karadeniz Filosu’ndan yapılacak aktarma ve destekle hayata geçirileceğini resmen açıklamış bulunuyordu.
Diğer yandan, Rusya bölgedeki deniz gücünü artırma stratejisine paralel olarak aynı zamanda bölgede kalıcı deniz ve hava üsleri arayışı içinde görülüyordu. Nitekim bu konuda Kıbrıs Rum Kesimi liman ve havaalanlarını kullanmayı düşünüyordu. Bu çerçevede son haberlere göre Kıbrıs Rum Kesimi yönetimi, Rusya’ya Paphos yakınlarındaki Andreas Papandreou Hava Üssü ile Limasol Limanı’nı savunma bakanlığının talebi üzerine Rusya’ya kullandırma yönünde taslak anlaşma hazırlamış ve bunu onaylamış bulunuyordu. Sonuçta, Rusya hem Suriye (Tartus Limanı) ve hem de Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki muhtemel liman ve askerî kolaylıklar ile Doğu Akdeniz’e kendi deniz damgasını vurmak, buradaki varlığını güçlendirmek için çalışıyordu. Rusya’nın bu hamle ve planları bizi de şüphesiz ilgilendiriyordu. Zira Doğu Akdeniz ve buradaki her türlü askerî hareket, hamle ve faaliyetler Türkiye’nin genel stratejik çıkarları ile doğrudan bağlantılı bulunuyordu.
“Amerika’da 9 yıl kalmama rağmen değil vatandaşlık, devamlı oturma ve çalışma müsaadesi dahi alamadım. Türkiye’ye döndükten sonra Amerikalı avukatıma artık uğraşmamasını belirttim. Diğer iddiası ise hatırladığım kadarıyla, benim Amerikalı istihbaratçılarla ilişkim olduğuna dair idi. Altı ay FBI’da tercümanlık yapıp her şeyi bildiğini zanneden Sibel Edmonds’a gülmüştüm. Ben zaten ABD’ye CIA, NSA ve FBI’a akredite MİT Temsilcisi olarak gitmiştim. Yani işim bu idi. Sibel Edmonds her ne kadar Türkiye’yi sevdiğini söylese de Türkler ve Türk resmi makamları hakkındaki iddiaları nedeniyle bir soruşturma da geçirmişti. Anladığım kadarıyla Sibel Edmonds o tarihten beri popülerliğini arttırmış ve “Milli Güvenlik İhbarcıları «muhbirleri» Koalisyonu” (NSWBC - National Security Whistleblowers Coalition) diye bir grup kurmuş. Bazı ihbarları nedeniyle de mükâfatlar kazanmış. Yani Türkiye dâhil büyük bir kitle tarafından takip edilmekte. Arkasında bazı organizasyonların olması da bir olasılık. Umarım Başbakan ve hükümet üyeleri sadece seçimle uğraşmayı bırakıp, Türkiye’nin yerlerde sürünen itibarını korumak için harekete geçerler. Gülen Cemaatinin durumunu da aydınlatmak devletin öncelikli bir görevidir. Yoksa bu macera, çok can yakacak gibi…” diyen eski MİT’çi Mehmet Eymür’ün “önemsiz saydığı” Sibel Edmonds: “CIA’nın Erdoğan'ı neden hedef aldığını” şöyle açıklıyordu:
"Uzun süre Türkiye'de yaşadım ve Türkiye iç politikasını çok yakından takip ediyorum. Ve doğrusu, benim "FBI muhbirlik" davamın konusu aslında "ABD-Türkiye arasındaki gizli görüşmeleri deşifre etmem"den kaynaklanıyor. Bu yüzden hem ABD'de ABD çıkarlarına zarar verdiğim, hem de Türkiye çıkarlarına zarar verdiğim gerekçesiyle iki ülkede de tamamen dışlandım. Amerikalı insanlar şaşırıyor, "Erdoğan önceleri bir melekken, nasıl oldu da ABD için şimdi bir şeytan, bir düşman haline gelebildi, bu sistem nasıl çalışıyor?" diye soruluyor. Oysa, CIA'nın kukla hükümetler kurduğu, onları kullandığı, ve ardından bir gecede onları nasıl yok ettikleri bilenen bir gerçek. Aynı şey Erdoğan'ın da başına getirilmeye çalışılıyor. Ah evet, bu durum pek çok Amerikalıya Donald Rumsfeld'in Saddam'la tokalaştığı o unutulmaz görüntüleri ve daha sonra gözden düştüğünde işgal ve yok edilişini hatırlatıyor. Aynı süreç, Erdoğan'la ilişkilerde de açıkça görülüyor. Ve Erdoğan'ın tasfiye süreci, Gezi Parkı olayları ile başlamış gibi görünüyor, ancak bir Gladyo Projesi: Fetullah Gülen şebekesini de unutmamak gerekiyor.
Peki, bu değişime neler sebep oluyordu? Erdoğan neden gözden düşürülüyordu?
Evet, bütün bunlar Gülen ve Erdoğan arasındaki kavgayla başlatıldı. Gülen cemaati AKP'nin hükümet olması için çok ciddi destek sağlamıştı. Erdoğan ve Gül'ün bütün bürokratları Gülen cemaatinin desteğiyle o noktalara taşınmıştı. Ancak burada şuna dikkat etmek gerekiyor, Gülen sadece bir semboldü; asıl önemli olan ve işi yapan Gülen markasıydı. Yani, "Gülen" markasının arkasına sığınarak iş yapılıyor ve Gülen de buna mecburen müsaade ediyordu. 1997'den sonra CIA Gülen'i oyuna dâhil ediyordu. (Çünkü Siyonist odaklar ancak ılımlı İslam sayesinde Erbakan tehlikesinden kurtulacaklarına inanıyordu!) Oysa Türkiye’nin laik kanadına göre ise Gülen, Türkiye'de şeriat düzeni kurmak istiyor ve suçlarından dolayı aranıyordu. (Bu kof iddialar Gülen’i reklam etmekten ve halka sevdirmekten başka işe yaramıyordu) CIA onu Türkiye’den alıp ABD'ye getirdi ve ne tesadüf ki, CIA merkezinin hemen yanı başında geniş ve görkemli bir eve yerleştirdi. Gülen 15 yıldır ABD'de yaşıyor ve 30-40 milyar dolarlık bir ağı kontrol ediyor ve kimse gerçekten bu paranın nerden geldiğini bilmiyordu. Bu Gladyonun A planı idi. Bakınız, Gülen'in ABD dışında CIA ile birlikte açtığı okullar, camiler, medreseler birer birer kapatılıyor çünkü bu ülkeler, Gülen cemaatinin varlığının kendi ülkelerinin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu, CIA ile ortak operasyonlarda kullanıldığını geç te olsa fark ediyordu. Gülen cemaati ve CIA bununla kalmadı tabii ki, Türkiye'de büyük bir medya ağı kuruldu, makam ve çıkar karşılığı satın almalar yoluyla, polis teşkilatına, hukuk ve askeri alanlara sızdılar. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan'ı parlatarak hükümete taşıyordu.
Aslında 97'de Erdoğan'ın üyesi olduğu Erbakan’ın partisi, (ABD kışkırtmalı) askerlerin müdahalesiyle kapatılıyor, Erdoğan (parlatılmak üzere) hapse atılmış iken, 2002'de bu kez askerler geri adım atıp sessiz kalıyor ve Erdoğan'ın başbakan olmasına yol açılıyordu. Peki, 1997-2002 arasında değişen neydi? Diye sormak gerekiyordu. Çünkü artık “Gladyo B planına” geçiliyor ve Gülen fiilen Amerika’da bulunuyordu!?
Emekli İstanbul İstihbarat Müdür Yardımcısının itirafları: “Başta İlker Başbuğ gibi komutanların ve diğer önemli Ergenekon-Balyoz tutuklamalarının talimatını Başbakan Erdoğan bizzat bana veriyordu!”
Emekli İstanbul İstihbarat Müdür Yardımcısı olan ve Ergenekon tutuklamalarında önemli rol oynayan Ali Fuat Yılmazer, çıktığı televizyonlarda ve basındaki röportajlarında şu çarpıcı iddia ve itiraflarda bulunuyordu: “Bütün (Ergenekon ve Balyoz) tutuklamalarından Sn. Başbakanın kesinlikle haberi vardı ve E. GKB Sn. İlker Başbuğ’un tutuklama kararı da özellikle kendisinin kararı ve ricasıydı. Ben o dönemde Sn. Başbakanla bizzat ve defalarca görüşüp bilgi aktarmakta ve O’nun tercih ve talimatları doğrultusunda çalışmalar yapmaktaydım. Ve Sn. Başbakan her konuda arkamızdaydı!”
Başbakan Erdoğan ise, bu iddiaların yalan ve düzmece olduğunu söylüyor, ama İstanbul İstihbarat Müdür Yardımcısıyla görüştüklerini inkâr edemiyordu. Şimdi sormak gerekiyordu: İçişleri Bakanı, Bakanlık Müsteşarı, İstihbarat Daire Başkanı, Emniyet Genel Müdürü ve İstanbul Emniyet Müdürü gibi onlarca ilgili makam ve yetkili bürokratı atlayıp bir ilin istihbarat müdür yardımcısıyla, Sn. Başbakanın Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını tartışıp kararlar alması neyi gösteriyordu? Hani TSK’ya karşı bu kumpasları sadece Cemaat hazırlayıp uyguluyordu!?
Şimdi Erdoğan'a şu ihtimallerin dayatıldığı iddia ediliyordu:
1) Geri adım atacak, tükürdüklerini yalayıvereceksin.. Her şeyi geri saracak, İsrail'le ilişkilerini düzeltecek, Çin'den silah almaktan vazgeçeceksin. Bir daha Şangay şantajını dile getirmeyecek, Gülen'den özür dileyeceksin!
2) Sessizce istifa edip gideceksin. Çünkü biz hali hazırda senin yerine gelecekleri dahi belirledik. Şu ana kadar çalıp çırptığın paralar varsa, onları da beraberinde götürebilirsin. Senden öncekilerin de bize hizmetleri karşılığı çalıp çırpmalarına izin verilmişti. Paralarınla mesela İngiltere'ye gitmene müsaade edilecektir…
3) Bunları kabul etmezsen, seni şu akıbetler beklemektedir: a) Kaddafi gibi, Saddam gibi yok edilirsin, silinir gidersin… b) Mübarek gibi korkak bir şekilde teslim olabilirsin. Seni İngiltere'de bir hapishaneye göndeririz, yaşamının kalanını orda sürdürebilirsin… İşte şu anda, Erdoğan bu seçeneklerle karşı karşıyadır. Bu seçenekler Kaddafi, Saddam ve Mübarek'e sunulanlarla aynıdır. CIA böyle çalışmaktadır. Senaryolar o kadar aynı, şaşmaz ve detaylarıyla benzer ki, insan neredeyse aynı şeyleri tekrar tekrar görmekten sıkılır. Ama aynı CIA'nın, Esad'a bu seçeneklerden hiç birini sunmadığını da unutmamalıdır.” diyen Erdoğan yalakası yazar, acaba bu iddia ve ifşaatıyla, Sn. Başbakanı “Daha önce iktidara taşınmak hatırına CIA MOSSAD’la işbirliği yapan, ama şimdi onların elinden kurtulmaya çalışan ve çırpındıkça batan bir işbirlikçi zavallı” konumuna taşıdığını fark etmiyor muydu?
Fetullah Gülen’in saplantı ve sapkınlıkları gün yüzüne çıkıyordu!
Fetullahçı yapılanmada 7 katlı piramidin 5. Tabakasına kadar yükselen Prof. Dr. Ahmet Keleş TV-NET- Haber Analizde şunları açıklamıştı:
Eskişehir’de Risale-i Nur’u iyi bilen Zübeyde Bacı yurtlarda kız çocuklarınca fazla sevilip sayılması üzerine O’nu ve bağlı kız talebelerini derhal sokağa attırdı. Cemaat içinde çekirdekten öğrenilen bir özel şifre dil vardır, bunu sonradan öğrenmek ve çözmek imkânsızdır. Anadolu’dan özellikle seçilen çok zeki çocuklar, Devletin ele geçirilmesi için Ordu, Emniyet, Yargı, Üniversite gibi ihtiyaç duyulan okullara ve kurumlara yönlendirilir. Bunların tamamının sicili, başarı seviyesi ve özellikle Hocaefendiye tam teslimiyet derecesi tespit ve takip edilir. Turgut Özal döneminde, Devlet imkânları seferber edilip yurt içinde ve yurt dışında bu talebeler çok etkin ve yetkin görevlere getirildi ve örgütlendi. Öyle ki çok yüksek ve stratejik bürokratlar, devletten önce gizli ve özel bilgi ve belgeleri Hocaefendiye takdim ederdi. Bu bilgi ve belgelerin tamamı Hocaefendinin özel kasasında depo edilmiştir. Şifreleri sadece O’nun elindedir. Kendisi dışında çok zorunlu durumlarda, birbirini tanımayan 3 ayrı kişiye de bu kasadaki şifreler verilir. Kimin hakkında ne gibi hamleler yapılacağı ve hangi kirli dosyaların piyasaya servis yapılacağı Hoca efendinin takdirindedir. Bütün bu çetrefilli işleri ve ilişkileri yürütebilmesi için çok etkin uluslararası çevrelerce desteklenmekte ve yönlendirilmektedir. Ve Fetullah Gülen kendisine Hz. Mehdi’den bile katbekat üstün ve yetkin bir misyon biçmiştir, hiç kimseyi şerik kabul etmemektedir.
Kıbrıs’ta ABD Türkiye’ye tuzak hazırlıyordu!
CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, Kıbrıs Rum Devleti ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasındaki müzakerelerin Türkiye’nin dışarıda en zayıf olduğu dönemde yapıldığına dikkat çekerek, “Böyle bir ortamda Amerika’nın dahliyle müzakerelere başlıyoruz. Bu hayra alamet değildir” diyordu. Loğoğlu, Kıbrıs’taki en büyük sorunlardan birisinin mal-mülk meselesi olduğunu belirterek şunları söylüyordu: “Eğer bu, tazminatlar yöntemiyle halledilecek bir konu olsa, yani kuzeydeki Rum mallarına yapılacak ödemeler, milyarlarca doları buluyor. Eğer bol miktarda petrol ve doğal gaz kaynakları çıkarsa bu da taraflar arasında adil bölüştürülürse bile bu, Türk tarafı kasasının peşin olarak boşaltılması anlamına gelebilir. Bu böyle mi, bilmiyorum. Sadece dikkatinize getiriyorum." KKTC Washington Temsilciliği’nin İngilizce resmi tanımlaması “Representative of the Turkish Cypriot Community in Washington DC”, yani “Kıbrıs Türk Toplumunun Washington’daki Temsilcisi” şeklinde oluyordu. Aynı Amerika bizim uluslararası tapumuz sayılan Lozan’ı bile hala resmen tanımıyordu.
AİHM Öcalan’ın “serbest bırakılması” yolunu mu açıyordu?
AİHM Abdullah Öcalan'ın tutukluluk koşullarıyla ilgili başvurusunu karara bağlamıştı. AİHM Öcalan’ı kısmen haklı bulmuş ancak tazminat kararı çıkmamıştı. (AİHM), İmralı'da bulunan Abdullah Öcalan'ın, tutukluluk koşullarının ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olduğu iddiasıyla Ankara'ya karşı 2003 yılında Strasburg Mahkemesi önünde açtığı davada kararını açıklamıştı. 3'e karşı 4 oyla alınan kararda, Abdullah Öcalan kısmen haklı bulunmaktaydı. Mahkeme, 2009 yılından önceki dönemdeki tutukluluk koşullarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olduğu sonucuna varmıştı. AİHM, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla ilgili olarak ise şartlı salıverme olanağı tanınması gerektiğini vurgulamıştı. Acaba Apo’yu serbest bırakma yolu mu açılmıştı?
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın yanıtlaması istemiyle Meclis’e yazılı soru önergesi veriliyordu:
“Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, 17 Aralık 2013 tarihinde Ankara’daki ikametlerinin bulunduğu Subayevleri semtinden saat 08:01:04’te kendisine ait 530 826xx xx numaralı cep telefonu ile Bilal Erdoğan’ın kullandığı 533 167xx xx numaralı cep telefonunu arayıp 14 saniyelik bir görüşme yaptı mı?
Bu görüşmenin üzerine Recep Tayyip Erdoğan, saat 08:02:56’da Ankara Subayevlerindeki ikametinde bulunduğu sırada kullanmış olduğu 536 065xx xx numaralı telefondan İstanbul Kısıklı’da bulunan Bilal Erdoğan ile 240 saniyelik bir görüşme yaptı mı?
Bilal Erdoğan da aynı gün İstanbul Üsküdar Emniyet Mahallesi ve Bulgurlu’da iken 5303648282 numaralı telefonundan Ankara Subayevleri’ndeki Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak saat 08:12:00’da 73 saniye, 11:17:43’te ise 160 saniyelik bir görüşme yaptı mı?
Sil talimatı verdiniz mi?
- Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’daki paraların sıfırlanmasına yardımcı olması ve paraların dağıtılacağı adreslerin listesini vermesi için kızı Sümeyye’ye aynı gün acilen İstanbul’a gitmesi talimatı ulaştırdı mı?
- 17 Aralık 2013’te aynı gün THY’nin saat 09.00’daki İstanbul uçağına yetişmek için Esenboğa Havalimanına hareket eden Sümeyye Erdoğan, Esenboğa Havalimanı yakınında Akyurt Kavşağı’nda iken saat 08:53:21’de 50521586xx numaralı koruma polisi T.Acar’ı aradı mı?
- Sümeyye Erdoğan ve T. Acar, THY’nin TK2123 sefer sayılı uçağıyla 17.12.2013 günü saat 09.00 İstanbul’a birlikte uçtular mı?
- Bu uçuşta Sümeyye Erdoğan Business Class’ta 01F, T. Acar ise 01D numaralı koltuklarda mı uçmuşlardı?
- TK 2123 sefer sayılı bu uçuşta eski bakanlardan Koray Aydın da 2D numaralı koltukta yani Başbakan'ın kızı ile arka arkaya seyahat ettiği doğrulanmış mıydı?
- Kızı Sümeyye Erdoğan’ın paraları sıfırlama işlemine yetişip yetişmediğini merak eden Recep Tayyip Erdoğan aynı gün saat 10.31.32’de 530155XX XX numaralı telefonundan İstanbul Bağcılar İstoç Oto Center bölgesinde bulunduğu sırada kızı Sümeyye Erdoğan’ı arayıp 82 saniyelik bir görüşme yaptı mı?
- Bu görüşmenin ardından Sümeyye Erdoğan, 11:05:31’de Kısıklı’da bulunan abisi Bilal Erdoğan’ı arayarak paraları sıfırlamaya başlayabileceklerini hatırlattı mı?
- Gün içerisinde gelişmeleri Ankara ve Konya’da takip eden Recep Tayyip Erdoğan gün boyunca Bilal Erdoğan ile saat 11:17:43, 11:44:26, 15:40:12 ve 23:15:58’te tekrar görüştü mü? İstanbul Başsavcılığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne 15 Aralık 2013 tarihi ve sonrasındaki telefon dinleme-izleme, sinyal bilgileri (HTS) kayıtlarını yok etme talimatını ne sebeple almıştı? Yok etme talimatındaki amaç HTS kayıtlarının tamamen silinmesi kasıtlı mıydı?
- Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’ndan: Türkiye İletişim Başkanlığı (TİB) üzerinden de 3 GSM şirketine benzeri biçimde HTS kayıtlarının silinmesi talimatı çıkmış mıydı?
- TİB’in 5 yıl saklaması gereken söz konusu HTS kayıtlarını acilen silinmesini istemesinin gerekçesi neye dayandırılmıştı? Haberleşme Bakanlığı ve TİB’in HTS kayıtlarının silinmesi talimatı, ilgili yasa ve yönetmeliğe aykırıydı. Yasaya açık aykırılık nedeniyle Türkiye’deki 3 GSM şirketinin de buna direndiği ve bu nedenle Abdullah Tivnikli’nin devreye girerek, GSM şirketlerini ikna etmeye çalıştığı iddiaları niçin hala yanıtlanmamıştı?
Artık iktidar yalakası ve Yenişafak yazarı Ali Bayramoğlu bile: “AKP ve Tayyip Erdoğan'ın karşı karşıya kaldığı 'siyasi vurgun'la ilgili olarak sırtını dayad