Eylül 19 09:28

Casus Rahip Brunson Bahanesiyle TÜRKİYE’YE SALDIRI HAZIRLIĞI MIYDI?

Casus Rahip Brunson Bahanesiyle TÜRKİYE’YE SALDIRI HAZIRLIĞI MIYDI?

ABD Başkan Yardımcısı Pence, Açıkça Ankara'yı Tehdit Etmeye Başlamıştı.

Türkiye’nin ABD’li din adamı Brunson’ı ev hapsi koşuluyla cezaevinden tahliye etmesi, ABD'yi yatıştırmamıştı. ABD Başkan Yardımcısı Pence, Ankara'yı açıkça tehdit edip: "Erdoğan ve Türk hükümetine mesajım var: Ya şimdi serbest bırakın ya da sonuçlarıyla yüzleşmeye hazır olun!" diyecek kadar küstahlaşmıştı. ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, cezaevinden tahliyesinin ardından Rahip Brunson’la görüştüğünü Twitter’dan açıklamış, Brunson’ı ABD’ye götürmek için çalışmaya devam edeceklerini vurgulamıştı.

"Cezaevinden tahliyesinin ardından rahip Andrew Brunson ile telefonda görüştüm. Cezaevinden çıkmış olsa da, bu din adamı hâlâ ev hapsinde. Tamamen serbest bırakılmasını ve ABD’ye geri dönmesini sağlamak için ABD Başkanı ve tüm yönetimin çalışmaya devam edeceği konusunda onu temin ettim. ABD Başkanı adına Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türk hükümetine bir mesajım var. Pastör Andrew Brunson'u şimdi serbest bırakın ya da sonuçlarla yüzleşmek için hazır olun. Eğer Türkiye, bu masum inanç adamını serbest bırakmak için hemen harekete geçmezse ve onu Amerika'ya yollamazsa Birleşik Devletler, Pastör Andrew Brunson serbest kalana kadar Türkiye'ye önemli yaptırımlar uygulayacak." diyen ABD Başkan Yardımcısı kovboy kabadayılığıyla konuşmaktaydı.

ABD'nin Ankara Maslahatgüzarının şımarık açıklaması!

ABD Başkan Yardımcısı Pence’in Brunson’ın serbest bırakılmaması halinde yaptırım uygulanacağını belirten çıkışlarının hemen ardından ABD Maslahatgüzarı Philip Kosnett de bir açıklama yapmıştı. Kosnett, Brunson’ın serbest kalmasının ABD için yeterli olmadığını twitterdan yaptığı yazılı açıklama ile duyurmuşlardı:

“Biraz önce rahip Brunson ve eşi Norine ile görüştüm. Cezaevinden çıkarılması, evine ve eşine dönmüş olmasından dolayı Andrew ve Norine elbette çok memnun. Dün Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’nın da açıkça ifade ettiği gibi bu ara adımı memnuniyetle karşılıyoruz; fakat bu gelişme sadece bir ara adımdır. Ayrıca Andrew Brunson özgür kalana, o ve haksız olarak gözaltına alınan diğer Amerikan vatandaşları ve ABD’nin diplomatik temsilciliklerinin Türk yerel çalışanları için adalet yerine getirilene kadar çalışmalarımızı sürdüreceğiz.”

Evet, ABD, Rahip Brunson bırakılmazsa daha önce İran’a, Suriye’ye, Kuzey Kore’ye uyguladığı cinsten ağır yaptırımlarla Türkiye’yi tehdit ediyordu. Rahip Brunson savcılık iddianamesinde; Türkiye aleyhine casusluk faaliyetleri, PKK ve FETÖ gibi terör örgütleriyle iş birliği, özellikle Kürt vatandaşlarımıza yönelik Hristiyanlaştırma girişimleriyle suçlanıyordu. Bu iddialar telefon görüşme kayıtları, sosyal medya yazışmaları ve kilisesinde bulunan PKK yayınları gibi materyallerle destekleniyor ve zaten bu geçerli deliller yüzünden 40 yıl kadar hapsi isteniyordu. Ancak iddianamede bazı bölümlerin (nokta nokta…) geçerek yazılmaması kafaları karıştırıyordu. Bizim ABD ile 1979’da imzaladığımız, 1980’de yürürlüğe giren “suçluların iadesi” anlaşmasına göre Rahip Brunson’u iademiz zaten mümkün görünmüyordu. Bu nedenle ABD “Onu serbest bırakın” talebinde bulunuyordu. Oysa onca ısrarımıza rağmen ABD, Fetullah Gülen ve şebekesini “terör kapsamına” bile almıyor, FETÖ’cüler her tarafta elini kolunu sallayarak geziyor ve INTERPOL bile devreye sokulamıyordu. Türk yargısının bu konudaki ağır işleyişi ve bir an evvel kesin karara varma konusundaki gevşekliğinin nedeni ise hâlâ anlaşılamıyordu. Üstelik Rahip Brunson’un ve ondan önceki kilise rahibinin FETÖ’den suçlu bulunan eski CIA şefi Graham Fuller’le irtibatlı oldukları herkesçe biliniyordu. Ancak Prof. Ersan Şen gibi bazı hukukçuların “Rahip Brunson’la ilgili mahkeme kararının geciktirilmeden çıkarılmasını” istemesinin ABD ile aramızdaki suçluların iadesi anlaşması gereğince, Brunson’un ABD’ye geri gönderilmesini sağlamaya yönelik tavsiye ve taktikler olduğu seziliyordu. Yani “Türkiye’nin ABD Baskısından kurtulması ve Brunson sorununu aşması için, onunla ilgili mahkeme kararı bir an evvel verilsin ve ondan sonra ABD’ye iade edilsin” demeye getiriyordu.

ABD Bahane mi Aramaktaydı?

Sanki ABD’de bir el, bu rahip Türkiye’den ABD’ye dönemesin istiyor. Onu kurban ederek iki ülke ilişkilerini bozmaya çalışıyordu. Şayet böyle olmasa, yani amaç sonuç almak olsa, Brunson’a ev hapsi verildiğinde oluşan kısa süreli olumlu hava korunurdu. Bu gelişmenin ardından düşük profilli bir çizgi izlenir ve Brunson’ın ABD’ye gönderilmesi için kapalı kapı diplomasisi yürütülürdü. ABD’nin küstah ve tehditkâr mesajları ile karşılıklı gerilim tırmanıyordu. Bu saatten sonra mahkemenin Brunson’ı serbest bırakması da mümkün görülmüyordu. Tamam ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence kendi Evanjelist tabanına hitap etmek için belki rahibi kurban ediyordu, ancak Washington’da Erdoğanlı Türkiye’den hazzetmeyen çevreler bu hamleyi fırsata çevirip işleri iyice çıkmaza sürüklüyordu. Bu mesele öyle tuhaf bir hal aldı ki, Türkiye için de Brunson’ı korumak ciddi bir sıkıntıya dönüşüyor. Evinin önündeki güvenlik önlemleri artırıldı, ancak yine de kuşku duyuluyordu. ABD’den karanlık bir el Türkiye’yi ve iki ülke ilişkilerini iyice işin içinden çıkılmaz bir hale getirmek için Brunson’ı öldürmek ve ‘bakın işte Türkiye’de anti-Amerikanizmin geldiği nokta’ demek isteyeceğinden korkuluyordu.

“Üstelik, ABD Brunson konusunda bu yaygarayı Hakan Atilla’ya rağmen, hiç utanmadan koparıyordu. Apaçık bir şekilde hukuksuzca aylardır hapis yatan Atilla için Türkiye ABD yargısına tehditler savuruyor mu? Hayır! Aksine, sonuç almak için sessiz bir diplomasi yürütüyordu. Ve Hakan Atilla hapiste tutulmaya devam ediliyordu. Buna aldırmadan Washington’un Türkiye’yi tehdit etmesi ancak kabadayılık ile açıklanabilir!”tespitleri doğruydu.

Mesut Yılmaz'dan papaz çıkışı: ABD, sanki Brunson serbest bırakılmasın diye uğraşmaktadır!

Eski Başbakan Mesut Yılmaz, FETÖ ve PKK adına casusluk yaptığı iddiasıyla yargılanan ABD'li papaz Andrew Brunson'un 2 yıllık tutukluluğunun ev hapsine çevrilmesi sonrası, ABD'den yöneltilen yaptırım tehditlerine ilginç yorumlar getiriyordu. Yılmaz,"Sanki Amerikalılar papaz serbest bırakılmasın diye böyle bir çıkış yaptılar"şeklinde konuşuyordu. Yılmaz, oğlu Yavuz Yılmaz'ın cenazesi için arayıp taziye dileklerinde bulunan hemşerilerine teşekkür etmek ve babası adına daha önce yaptırılan Hasan Yılmaz İlkokulu'nun tadilatını yerinde görmek için memleketi Rize'ye yaptığı ziyaret sonrası, 53 Gazeteciler Derneği'nde basın toplantısı düzenliyordu.

24 Haziran'da yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili genel seçimleri sonrası yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve siyasete ilişkin Yılmaz,"Biliyorsunuz siyasetle çok önemli gelişmeler olmadıkça hiç konuşmak istemiyorum. Şu anda tamamen eşimin vakfının yaptırdığı Kent Üniversitesi'ne yardımcı olmaya çalışıyorum. Kalan oğlumun ticari işlerine yardımcı olmak için çalışıyorum. Siyaset benim gündemimde yok ama hemşerilerimizin son seçimdeki tercihlerini saygıyla karşılıyorum" dedikten sonra, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası tavrı ve Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'a destek olduğu yönünde açıklamaları hususunda şunları konuşmuştu:

"Tabii ben bu konuyu normal iç siyaset çekişmelerinin dışında görüyorum. Türkiye'de herkesin yapması gereken bir vatandaşlık görevi olarak görüyorum. Geçmişte uzun süre Dışişleri Bakanlığı yaptığım için, Avrupalıların Türkiye'ye bakışını biliyorum. Türkiye'ye nasıl çifte standartlar uyguladıklarının en canlı tanıklarından biriyim. Bunun özellikle bu son darbe teşebbüsü sırasında çok somut ve çok rahatsız edici bir boyuta geldiğini gördüm. Onun için yabancı dergilere, televizyonlara, gazetelere konuşmalar yaptım. Sayın Cumhurbaşkanımız da Başbakanımız da o zaman beni aradılar, teşekkür ettiler. Bu aslında herkesin yapması gereken bir vatandaşlık görevidir. İç politikada farklılıklarımız olabilir, bazı konularda farklı düşünebiliriz ama dış meselelerde Türkiye'nin ülke olarak menfaati söz konusu olan konularda hepimizin aynı çizgide buluşması gerekir. Bu vatandaşlığın kaçınılmaz bir şartıdır."

“Kabile Devletine Bile Tehditle İstediğinizi Yaptıramazsınız!”

"Ben her iki olayda da biraz farklı düşünüyorum. Sanki Amerikalılar papaz serbest bırakılmasın diye böyle bir çıkış yaptılar. Çünkü bu şekilde bir tehditle hiçbir ülkeye değil Türkiye'ye, Afrika'daki küçük bir kabile devletine bile bu dünyada istediğinizi yaptırmanız mümkün değil. Belki de normal şartlarda, mahkemenin ilk duruşmasında beraat edecek bir kişiyi şimdi daha zor duruma soktular. Onun için bunun çok kötü bir diplomasi olduğunu düşünüyorum ve Amerika'daki çok başlılığın açık bir tezahürü olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz bir Bakan ayrı konuşuyor, diğer Bakan tamamen tersini konuşuyor. Amerika şu anda çok büyük bir yönetim kaosu yaşıyor. Bu ister istemez ikili ilişkilerimizi etkiliyor.”diyen Sn. Mesut Yılmaz’ın ayarı ve amacı belli olduğuna göre, acaba onu bu çıkışları yapmaya ve Sn. Erdoğan’a sahip çıkmaya zorlayan neler yaşanıyordu?

Yoksa biz, bu kof kabadayılıkların hangi kabak dolmalarına dönüştüğünü unutmadık.

Bunlar “Eyyy Almanya!” diye çıkışmış ve “Nazi”liklerini hatırlatmışlardı ve ardından Türk kökenli Alman gazeteciyi casus diye tutuklamışlardı. Ama Angela Merkel“gazeteciyi derhal bırakmazsanız bizden tank değil, bisiklet bile alamazsınız” diye küstahlaşmıştı. Sonunda bu gazeteciyi apar topar bırakmışlar ve özel uçakla Almanya’ya yollamışlar, üstüne milyar dolarlık rüzgâr enerjisi ihalesini de Almanya’ya bırakmışlardı.

Bunlar sürekli “Eyyy İsrail!” diye bağırıp, çocuk katilleri ve soykırımcı anarşi devletidiye çıkışmışlardı ve haklılardı. Ama ikili ticari irtibatları ve normalleşme anlaşmalarını hâlâ artarak devam ettirmekten sıkılmamışlardı.

Bunlar bir ara “Eyyy Rusya!” diye hava atmışlar, Rusya’yı protesto edeyim derken bayrakları karıştırıp yanlışlıkla Hollanda konsolosluğuna yumurtalarla saldırmışlardı. Ama sonuç nükleer santrali Ruslara uzatmışlar, özür dileyip füze alımına başlamışlardı.

Bu kahramanlarımız “Eyy Hollanda!” diye bağırıp çağırmışlar, rengi turuncu diye mandalina kasalarını bıçaklamışlar, ama sonra Hollanda’ya Petrol Ofisi’ni sunmuşlar ve geri çektikleri büyükelçiyi tıpış tıpış oraya yollamışlardı.

Bunlar, defalarca “Eyyy Trump!” diye horozlanmışlar. “Eyyy Amerika senin her yerin güçlü olsa ne yazar be!” diye çıkışmışlar ve hatta Coca Cola’yı boykot çağrıları yapmışlardı. Ama sonunda Trump’tan 11 milyar dolarlık Boeing almışlar ve bizzat Coca Cola fabrikasının açılışını yapmışlardı. Ama halkımız duymasın ve uyanmasın diye yandaş medya Coca Cola kelimesini sansürleyip, “meşrubat fabrikası” açıldığını yazmıştı. Anadolu Ajansı ise “meyve suyu fabrikası açıldığını” duyurmuşlardı… “Çünkü… Bu Amerikalı rahip meselesi, aslında zannedildiği gibi “bağımsız yargı” skandalı değildir. Tam aksine “Bağımsızlık skandalı”dır.” yorumları maalesef haklıydı!

Yandaş Yazarlardan Film Senaryoları!

“Dünya dengelerindeki en önemli isim ise ABD Başkanı Donald Trump oluyordu. Trump düne kadar başka bir dengeyi, başka bir çizgiyi yönetiyordu (veya temsil ediyordu ya da koruyordu). Ancak şimdi olağanüstü derecede şaşırtıcı bir MAKAS değişikliğine gidiyordu… İşte ABD'nin iki no'lu isminin yani Pence'in Türkiye'yi hedef almasının arkasında da galiba biraz bu yatıyordu!.. Bu arada çok kişi için magazin haberinden öteye gitmeyecek bir çıkış olmuştu. ABD Başkanı Trump, kızı hakkında konuşmuştu. İddialara göre Trump'ın kızı ve damadı Kushner ile arası açıldı. Trump'ın çok güvendiği bazı kişilere, "Kızım Ivanka benim en değerli varlığım. Evlilik sürecinde çok baskılarım oldu. Kesinlikle Jared Kushner'le evlenmesini istemiyordum. Bunu kızımla sürekli konuştum, ikna edemedim. Hatta Jared'e de 'Seninle evlenmesini istemiyorum' dedim. Bu ilişkinin sonunda bir taraf mutsuz olacak. Ivanka'nın Amerikan futbolu oyuncusu Tom Brady ile evlenmesini istiyordum.” New York Times, ilgili haberin bir bölümüne Steve Bannon'un sözlerini de ekliyordu: “'Javanka' olarak isimlendirilen Ivanka Trump-Jared Kushner çifti, Trump'ın Başkanlığının ilk dönemlerinin aksine şimdi kamuoyu önünde daha az görülüyordu. Trump, geçmişte ikisinin çok etkisinde kalıyordu. Birçok kararı bu ikili veriyordu. Şimdi geri planda olmaları güzel bir durumdu...”  Ama Trump damadı üzerinden olağan dışı bir şey söylüyordu ve bunu açmak lazımdı.

Tom Brady Katolik'tir. Damat Kushner de çok kişinin bildiği gibi Yahudi'dir! Ancak çok kişinin bilmediği bir gücü temsil etmektedir. Yeryüzünde her köşede çok etkin olan gücün yüzüdür. Eşi de öyledir. Gizemli, Kudretli, Çözülmez, Bilinmez, İçine Girilmez, Değiştirilmez ve Sarsılmaz bir organizasyonun temsilcisidir! Ivanka da belki bu gücü gördüğü için onunla evlenmek istemiştir. Trump'ın damadı hakkındaki şikâyeti siyasetten başka bir şey ifade ediyordu! Son tahlilde kızı mutluydu ve şikâyet edecek bir tarafı yoktu. Ama söylemek istediği küresel bir şeydi... Trump damadı, kızı ya da kendi seçimiyle (Siyonist Yahudi baronların) Rothschildler'den yana tavır almıştı. Pentagon'a rağmen, Katolik yapıya rağmen bu adımı atmıştı. Rothschildler de bundan memnundu. Damat Kushner onlara çok yakındı. Zaten Putin'le ilişkilerinin iyi olmasının nedeni de bu galiba. Trump'a savcı Mueller'in başından beri "Rusya ile iş tuttunuz. Seçimlere hile karıştırdınız" demesinin nedeni bu yakınlıktı. Yoksa Rusya nasıl hile karıştırdı da seçimi Trump'ın kazanmasını sağladı? sorusunu yanıtlayan çıkmamıştı. Amaç ABD Başkanı'nın ve ailesinin Rusya ile araya mesafe koymasıydı. Trump bunlara pabuç bırakmadı. Bildiği yoldan caymadı. Her şeye rağmen Helsinki’de Putin ile baş başa görüşme yaptı. İşte o görüşmeden sonra garip şeyler olmaya başladı. Trump'ı korkutacak kadar... Birileri Trump'ın özgür iradesi ile politika yapmasını istemiyordu...

Helsinki'de kendisine özel bir danışmanı bir şey verdi. Ne olduğu bilinmiyor ama Trump yön değiştirmişti. Dönüşünde Beyaz Saray’da basın toplantısı yaparken elektriklerin kesilmesi ise bütün bunların üzerine kaymaklı ekmek kadayıfıydı! Trump kendisiyle uğraşan gücü gördü. Geri adım attı. Geri çekildi belki de pes etti. Bunların ardından Trump, damadı ve kızını yanından uzaklaştırarak hatta damadından şikayetçi olarak Pentagon tarafına geçtiğini ilan ediyordu. Rothschildler'den koptuğunu duyuruyordu! Kushner'e ya da Ivanka'ya sırtını dönmesinin nedeni buydu! Devlet işleri ile aile işlerini ayırmak zorunda kalıyordu... ABD'nin bize her şekilde saldırdığı, operasyon hazırladığı biliniyordu. Söylemeye gerek bile yoktu. Eğer Trump tamamen Pentagon tarafındaysa saldırılar tekrar canlanacaktı. Kimsenin bundan en küçük bir kuşkusu olmasındı! Hatta işin içinde Trump olduğundan etkili operasyonlar için kapımıza dayanacaklardı. İşte, Pence'in açıklamalarının altında da Trump'ın makas değişikliği yatmaktaydı. Peki Pence, Rahip Brunson için neden bastırmaktaydı? Pentagon, 18 Temmuz'da çok önemli bir operasyona imza atacaktı. Şöyle ki; Brunson'un 18 Temmuz'daki duruşmasında ev hapsi kararı çıkacaktı. Bütün plan bu yönde hazırlanmıştı. Bu konuda ABD Savunma Bakanlığı'na bağlı Defense Intelligence Agency'nin (Savunma İstihbarat Ajansı) özel bir timi İzmir'deki NATO üssüne yollanmıştı. Ancak Türkiye, ev hapsi kararı vermeyince tüm planları boşa çıkmıştı. Eğer o gün ev hapsi kararı çıksaydı Defense Intelligence Agency ajanları, Pastör Brunson'ı kaçıracaktı. Ama ev hapsi çıkmayınca plan yatmıştı. Pence'in tepkisi de bu yüzden sert bir çıkıştı. Çünkü Pentagon, Brunson üzerinden yüzde 28 oy gücü olan Evanjelist kilisesiyle birlikte yeni dönemde daha güçlü adımlar atmaya hazırlanmıştı. Eğer Pastör kaçırılsaydı yeni yılda filmini bile yaparlardı! Ancak arada yine büyük bir mesaj vardı! İzmir'den hem de! Rahip Brunson 25 Temmuz günü ev hapsine giderken cezaevinden çıkış saati 17:25'ti! Pastör Brunson olayı artık büyük bir sorunun tabelasıydı...

Bakalım ABD nasıl gelecekti? Beyaz Saray'ın etrafının Pastör'ün mensubu olduğu kilise tarafından sarıldığı bir gerçekti. Kaçırmak istediler, olmadı! Almak istediler, olmadı! Bakalım bu film gibi hikâye nasıl sonuçlanacaktı? Gerilimin artacağı konusunda bir şüphe yok. Çünkü Trump da o tarafa geçmiş durumdaydı... Asıl önemi olan buydu!”[1]

Artık Tarihi Hesaplaşma Kaçınılmazdı!

Bütün bu sanılar ve senaryolar bir tarafa; Siyonist Yahudi sermaye baronlarının güdümündeki Amerika bir bahane ile Türkiye’ye saldıracaktı… Bu tarihi hesaplaşma ve küresel kapışma kaçınılmazdı. Zaten çok geçmeden 02.08.2018 tarihinde, ABD Türkiye’nin İçişleri ve Adalet Bakanlarına yaptırım kararı aldığını açıklamıştı. ABD Başkan Yardımcısı Pence daha ileri giderek casus Rahip Brunson’un serbest bırakılmaması halinde, bu tür yaptırımlarının kapsamının genişletilerek devam edeceğini hatırlatmıştı. ABD’nin bu tavrı fiilen ve siyaseten, hatta diplomasi dilinde “resmen” Türkiye’ye savaş açmaktı.

ABD’li Komutandan Sürpriz Türkiye Ziyareti Neyi Amaçlamıştı?

ABD Avrupa Kuvvetleri ve NATO Müttefik Kuvvetler Harekât Komutanı Orgeneral Scaparrotti, Türkiye'ye gelerek Suriye konusunda temaslarda bulunmuşlardı. Edinilen bilgiye göre, Orgeneral Scaparrotti, 1 Ağustos Çarşamba günü Ankara'da Türk yetkililerle görüşmeler yapmıştı. Görüşmelerde ağırlıklı olarak Suriye'nin kuzeyindeki gelişmeler ele alınmıştı. Scaparrotti, 2 Ağustos Perşembe günü ise İncirlik Üssü'ne ziyaret yapmış ve oradan İzmir'e uğramıştı.Scaparrotti, en son 27 Haziran'da Genelkurmay Başkanı görevinde bulunan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ile telefon görüşmesi yapmıştı. Bu görüşmede, Suriye'nin kuzeyindeki mevcut güvenlik durumu ile daha önce mutabık kalınan "Münbiç yol haritası" doğrultusunda belirlenen güvenlik prensiplerinin uygulanması konularının ele alındığı ve NATO ile ilgili bazı konularda görüş alışverişinde bulunulduğu açıklanmıştı. Acaba ABD, Suriye ve Akdeniz’den Türkiye’ye saldırmak için nabız mı yoklamaktaydı?

Hayret, aynı süreçte Beşar Esad PKK ile masaya oturmuşlardı!

Türkiye ile ABD arasında yaşanan tutuklu Papaz Andrew Brunson gerginliğinin ilk etkileri Suriye'de ortaya çıkmıştı. Terör örgütü PKK'nın uzantısı PYD/YPG, Şam yönetimi ile masaya oturmuşlardı. Görüşmede teröristlerin özerklik için pazarlığa başladığı anlaşılmıştı. ABD’nin teşvikiyle Fırat’ın doğusunu kontrol eden PKK terör örgütü uzantısı PYD-YPG, Şam yönetimi ile masaya oturmuşlardı. Şam’da 26-27 Temmuz’daki görüşmeye PYD-YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin Eş Başkanları İlham Ahmed katılmıştı. Esad yönetimi adına ise görüşmede Suriye Genelkurmay Başkan Yardımcısı hazır bulunmuşlardı. Görüşmeye ilişkin ilk sızan bilgilere göre Şam yönetimi masaya, içinde Fırat’ın doğusundaki PYD-YPG kontrolündeki bölgede özerklik ya da sınırlı bir federasyon kurulması maddesinin de bulunduğu bir öneri listesi sunmuşlardı. Öneri listesinde özerklik ya da federasyon da olsa, kamu kurumlarında tek bayrak -Suriye Bayrağı- dalgalanması, bölgedeki tüm yeraltı kaynaklarının Şam yönetiminin kontrolünde olması (Fırat’ın doğusu, Suriye’nin en zengin petrol yataklarını barındırıyor), bölgedeki tüm yabancı güçlerin ayrılması, halen SDG kontrolündeki Rakka’nın Esad yönetimine bırakılması yer almıştı.

ABD de Rusya da Bu Görüşmelere Destek Çıkmıştı:

Şam yönetimi ile Suriye Demokratik Güçleri arasındaki görüşmelere, hem Esad yönetiminin varlığını borçlu olduğu Rusya, hem de Fırat’ın doğusundaki oluşumun en büyük destekçisi konumundaki ABD tarafından da destek çıkılmıştı. ABD’nin IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, Şam’daki görüşmelerden önce, SDG heyetiyle buluşmuşlardı. Bu görüşmenin ardından da SDG kaynakları, McGurk’un kendilerini Şam yönetimi ile masaya oturmak için cesaretlendirdiğini, ancak görüşmelerde önceliği kamu hizmetlerinin Fırat’ın doğusuna gelmesine vermeleri gerektiğini tavsiye ettiğini açıklamışlardı. Şam’daki ilk temasın ardından, görüşmelerin komiteler kurularak devam ettirilmesi üzerinde anlaşıldığı yazılmıştı.

İlk İşbirliği İdlib mi Olacaktı?

Diplomatik kulislerde, Şam’daki Esad yönetimi ile Suriye Demokratik Güçleri arasındaki görüşmelerin ilk somut sonucunun ise İdlib’de ortaya çıkabileceği konuşulmaktaydı. Esad ordusu, Türkiye sınırındaki, Türk askerlerinin de Astana Mutabakatı çerçevesinde “ateşkes izleme görevi” yaptıkları İdlib bölgesini muhaliflerden almak için askeri yığınak yapmaktaydı. Bu operasyona bölgedeki PYD-YPG güçlerinin de destek verebileceği bizzat PYD’nin eski eş başkanı Salih Müslim tarafından açıklanmıştı.

Salih Müslim Türkiye’ye tehditler yağdırmıştı!

PYD’nin kongresinde eş başkanlar değişikliği yapılmıştı. Kuzey Irak’ta gerçekleşen referandumla ilgili konuşan Salih Müslim, ‘Saldırı olursa onları vururuz’ ifadelerini kullanmıştı. Terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin kongresinde eş başkanlar Salih Müslim ve Asya Abdullah’ın yerine iki yeni isim atanmıştı. Yeni eş başkanlar Şahoz Hasan ve Hevi Mustafa olmuşlardı.

Tekrar hatırlatmak zorundayız ki; Türkiye’yi yöneten bu kafalarla, bu kuşatmaların kırılması imkânsızdı. Türkiye’nin tamamen milli cesaretli ve dirayetli kadrolara acilen ihtiyacı vardı.

Katar'da Darbe Girişimi İddiası: Darbeci Generali Türk Subayı mı Vurup Saf Dışı Bırakmıştı?

Arap medyasında yer alan iddialara göre, Katar'da yaşanan darbe girişiminde üst düzey Katar Askeri yetkilisi, Türk subayı tarafından başından vurularak saf dışı bırakılmıştı. Arap medyası Katar'da 15 Temmuz hain darbe girişimine benzer bir kalkışma yaşandığını ortaya atmıştı. İddiaya göre tıpkı kahraman şehit Ömer Halisdemir gibi, Katar'da da bir Türk subayı, darbe girişiminde bulunan generali başından vurarak saf dışı bırakmıştı. GDN News'in Doha'dan geçtiği habere göre, Türk subay, Lakhouya Kuvvetleri Komutan Yardımcısı General Mohammed bin Abdulaziz bin Nasser Al-Ateya'yı başından vurmuşlardı. Güya Türk subayı, resmi izin olmadan Al-Wajba Sarayı'na girmeye çalıştığı için generali öldürmeye mecbur kalmıştı. Bu iddia sosyal medyada da geniş yankı uyandırmış, Twitter kullanıcıları #Turkish_kills_Qatari-officer başlığı açarak olay hakkında çok sayıda mesaj paylaşılmıştı.

Türk subayın, generali saraydan içeri almamak için başlayan arbedenin ardından vurduğu yazılmıştı. Katar medyası, 60 yaşındaki General Al-Ateya'nın 27 Temmuz 2018 cuma günü öldüğünü öne sürerken, sosyal medyadaki haberlerle ilgili doğrulama ya da yalanlama yapılmamıştı. Bilindiği gibi Türk askerleri; Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır'dan oluşan Arap dörtlüsünün Katar rejimine ambargo kararı almasının hemen ardından, 19 Haziran 2017'de Doha'ya gelmiş ve ülkede kurulan Türk üssüne yerleşmiş durumdaydı. İHA'nın haberine göre, Arap medyasına yansıyan haberlerin ardından Türk askeri kaynaklar, söz konusu iddianın tamamen gerçek dışı olduğunu vurgulamıştı. Ayrıca Arap medyasında yer alan bu iddialar Türkiye'de de geniş yankı uyandırmış, Sabah gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu ve Diriliş Postası Genel Yayın Yönetmeni Erem Şentürk konuyla ilgili paylaşımlarda bulunmuşlardı.

Acaba Katar’da da, bizdeki 15 Temmuz FETÖ kalkışmasına benzer bir müdahale planlanmış ve bir Türk subayının darbeci generali öldürmek suretiyle bu oyunu boşa çıkarması mı hesaplanmıştı?

Doğu Akdeniz’deki Enerji Kavgası ve Türkiye’nin Kuşatılması!

​​​​​​​Doğu Akdeniz'de ülkeler ve büyük güçler arasında yaşanan gerginliklerin asıl nedeni, bunların 2011 yılında keşfettikleri “Münhasır Ekonomik Bölgeleri” olduğu konuşulmaktaydı.Son yıllarda Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon rezervleri, bölgesel dinamiklerin yeniden şekillenmesinde önemli bir rol oynamaya başlamıştı. Bölge ülkelerinin enerji ticaretinde ihracatçı ülke olmalarının yolunu açan bu keşifler, dolaylı olarak bölgedeki güç dengelerini de şekillendirmeye başlamıştı. Bölge ülkeleri dışında enerji talep pazarında ilk sırada bulunan Avrupa ülkelerinin doğalgaz ithalat bağımlılığında, Rusya’ya alternatif olacak yeni pazar arayışlarına girmesi de bölgedeki dengeleri daha karmaşık hale getirmiş durumdaydı. Zira ibrenin güçlü ülkelerden ziyade doğru strateji ile hareket eden ülkelerden yana olduğu bu süreçte, İsrail, Mısır, Lübnan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve en önemlisi Türkiye’nin attığı adımlar, her geçen gün daha da önem kazanmaktaydı.

Doğu Akdeniz’de uzun yıllardır devam eden doğalgaz arama çalışmaları sonucunda ilk doğalgaz sahasının keşfi 1999 yılında İsrail sularında ortaya çıkmıştı. İsrail Leviathan isimli en büyük doğalgaz sahasını, 2010 yılında keşfederken, GKRY ise tek taraflı olarak ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgesinde (MEB) Afrodit sahasının farkına 2011 yılında varmıştı. Bölgedeki en büyük doğalgaz rezervini ise 2015 yılında Mısır, Zohr sahasında ortaya çıkarmıştı... Doğu Akdeniz’de son dönemde yaşanan gerginliklerin temelini de keşfedilen bu rezervlerin dış pazarlara hangi güzergâhtan ihraç edileceği oluşturmaktaydı. Doğu Akdeniz, sahip olduğu enerji kaynakları ile birlikte uzun zamandır gündemdeki yerini korumaktaydı. Bilindiği üzere uluslararası hukuk kriterlerine göre kıyıda bulunan ülkelerin 200 mil genişliğinde hakları yani kendi MEB’leri bulunmaktaydı. Bölgedeki ülkeler arasında yaşanan gerginliklerin asıl nedeni, ülke MEB’lerinin kesişmesi olarak yorumlanmaktaydı. AB, ABD ve İsrail’in, Güney Kıbrıs’ı ve Yunanistan’ı da kışkırtarak, Türkiye’yi devre dışı bırakmaya çalıştıkları anlaşılmaktaydı.

Geçen aylarda Kıbrıs'ta Rumlar adına Türkiye'nin MEB olarak kabul ettiği alanda keşif yapmak için bölgeye gelen İtalyan Eni şirketine ait 'Saipem 12000' adlı petrol platformunun gönderilmesi ve buna Türk savaş gemilerinin sert bir şekilde karşılık vermesi de bu bağlamda okunmalıydı. Bu hadise yaşanmadan önce 11 Şubat 2018 tarihinde Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak belirtilen sınır güvenliği karşısındaki hassasiyet vurgulanmıştı. Bu bağlamda “Kıbrıs Adası’nın ortak sahibi olan Kıbrıs Türklerinin doğal kaynaklar üzerindeki asli haklarını hiçe sayan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, tüm uyarılara rağmen Doğu Akdeniz’de tek taraflı hidrokarbon arama faaliyetlerine devam etmekte. Bu çerçevede son olarak, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sözde münhasır ekonomik bölgesindeki 3 numaralı parselde çalışmalara başlamayı amaçlaması sonrası Türkiye, "Ortaya çıkabilecek durumun tek sorumlusu ısrarla, tek taraflı hidrokarbon faaliyetlerine devam eden Kıbrıs Rum tarafı olacaktır.” açıklamasını yapmıştı.

Açıklamanın devamında da Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulamamasındaki ana sebebin Rum tarafının bölgenin güvenlik ve istikrarını sorumsuzca riske atmaktan çekinmeyen tavırlarından kaynaklandığı hatırlatılmıştı. Bunun yanında GKRY’nin tek yanlı hidrokarbon faaliyetlerini sürdürmeye devam etmesi durumunda sert müdahalelerle karşılaşılabileceği belirtilirken, üçüncü ülkelerde yerleşik şirketler de, GKRY ile hidrokarbon alanında işbirliği yapmamaları konusunda uyarılmışlardı.

Doğu Akdeniz’de 3 trilyon dolarlık doğalgaz yatakları bulunmaktaydı!

Doğu Akdeniz Petrol Arama Stratejileri ve Kıbrıs konusu ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde düzenlenen çalıştayda masaya yatırılmıştı. Çalıştayda konuşan emekli Oramiral Eşref Uğur Yiğit, Doğu Akdeniz’in 21. yüzyılın en keskin hesaplaşmasının yapılacağı bölge olacağını vurgulamıştı. Bölgede dünyanın en büyük doğalgaz yataklarından biri olduğunu kaydeden Yiğit, Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölgede 3.45 milyon metre küp doğalgaz ve 1.7 milyar varil petrol bulunduğu yönünde analizler olduğunu hatırlatmıştı. Yiğit, delta havzasında ise yaklaşık 7 trilyon metreküp doğalgaz ve 1.8 milyar varil petrol rezervinin bulunduğu yönünde tahminler olduğunu anlatmıştı. Eşref Uğur Yiğit, Kıbrıs, İsrail ve Mısır arasında kalan alanda ise 10 trilyon metreküp doğalgaz, 8 milyar varil petrol, ayrıca doğuya uzanan bölgede ise 19 milyar varil petrole denk 3 trilyon metreküplük doğalgaz olduğu yönünde tahminler bulunduğunu aktarmıştı. Yiğit; Doğu Akdeniz’de toplam değeri 3 trilyon dolar olan 60 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon bulunduğu değerlendirilmektedir. Doğu Akdeniz’deki bu hidrokarbon rezervi, Türkiye’nin yaklaşık 572 yıllık, Avrupa’nın ise yaklaşık 30 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede bulunmaktaydı.

Doğu Akdeniz’de, Türkiye’nin 572 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak 3 trilyon dolarlık doğalgaz rezervleri üzerinde büyük bir oyun tezgâhlanmaktaydı. Yunanistan ve Rumlar, Mısır ve İsrail’in Türkiye karşıtlığını, Lübnan ve Libya’nın ihmalini fırsata çevirmeye çalışmakta, AB ve özellikle ABD ise bunları kışkırtmaktaydı!..

Akdeniz’deki enerji oyunları devam ederken, Türkiye’nin deniz yetki alanları konusundaki hakları yeniden gündeme taşınmıştı. Halen Türkiye’nin deniz yetki alanlarında 572 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak bir doğalgaz rezervi olduğu anlaşılmıştı. Bugün Doğu Akdeniz enerjisine sahip olmak isteyen Yunanistan, Girit adası üzerinden Libya ile deniz sınırlarını daha çok enerji yataklarına hâkim olacak şekilde çizme çabasındaydı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de Mısır ve İsrail ile anlaşmalar yapmıştı. Doğu Akdeniz Yetki Alanları Haritasını yeniden çizen Dr. Cihat Yaycı’nın “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye” başlıklı uluslararası çalışmasına göre “Verimli Hilal” bölgesinde yer alan Doğu Akdeniz, enerji bakımından zengin kaynaklara sahip bulunmaktaydı. Doğu Akdeniz’deki toplam hidrokarbon yataklarının büyüklüğüne bakıldığında, Türkiye’nin 572 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede olduğu vurgulanmıştı. Yine TPAO tahminlerine göre, Doğu Akdeniz, geleceğin enerji maddesi olarak ifade edilen gaz hidrat yatakları açısından da hayli zengin durumdaydı. Yunanistan ayrıca GKRY ile de bir sınırlandırma anlaşması yapma çabasındaydı. Bundan daha da ileri gidilerek İsrail’in yayınladığı bazı haritalarda Yunanistan Münhasır Ekonomik Bölgesi, GKRY bölgesinin devamı olarak gösterilmeye çalışılmaktaydı. Ancak Yunanistan ve GKRY’nin bu istilalarını kabul etmeyen Türkiye de çabalarını arttırmış durumdaydı. Türkiye, son olarak KKTC sahasında sondaj yapmak isteyen İtalyan ENİ’yi Akdeniz’deki savaş gemileriyle durdurmayı başarmıştı.

Türkiye Doğu Akdeniz’den ve Kuzey Suriye’den Kuşatılmaktaydı!

İşte bu ortamda çok daha ciddi ve stratejik cesaretli bir yönetime ihtiyaç vardı. Hatırlayınız, "Osmanlı tokadını indiririz" diye kükredikleri sırada dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Heather Nauert bu çıkışı kelimelerle değil pis pis gülerek yanıtlamış, "Bizimkiler" ise efelenmeye devam ederek günü kurtarmaya çalışmışlardı. ABD Savunma Bakanı James Mattis, Brüksel'de görüştüğü, dönemin Savunma Bakanı Nurettin Canikli'ye"YPG'yi PKK'dan ayırıp birbirleriyle savaştırma" teklifini yapmıştı. Canikli, o anda görüşme yapılan odayı terk edeceğine kendisi ve dolayısıyla Türkiye ile açıktan kafa bulanmuhatabına sadece teklifin rasyonel ve mantıklı olmadığını hatırlatmıştı.  Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ile görüşmesinin ardından Amerikalı bir gazetecinin "Osmanlı tokadı"nı sorması üzerine geri vites yaparak, siyasilerin bazen milletin hislerine tercüman olabileceğini vurgulamış, yani halkı avutmak için hava attıklarını söylemiş olmaktaydı. Artık içeride neler olduysa, sonunda Çavuşoğlu, bunun iç piyasaya yönelik bir söylem olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştı. Böylece"Osmanlı tokadı" uyarısı da "one minute" gibi kof çıkmıştı.

O süreçte ABD ile hem Brüksel'de hem de Ankara'da yoğun diplomatik temaslar yapılmıştı. Ortadaki tek somut sonuç; Çavuşoğlu'nun ifade ettiği, "ilişkilerimizi normalleştirme konusunda bir anlayışa vardık" açıklamasıydı. Oysa Dışişleri kulislerinde konuşulanlara göre, Brüksel'de, ABD, Türk tarafına bir dosya uzatmıştı. Savunma Bakanlığı'na gönderilen bu dosyanın ABD'nin uyarılarını içerdiği anlaşılmıştı. ABD Dışişleri Bakanı ile yapılan görüşmeler ikinci planda kalmıştı. Öte yandan, Tillerson görüşmesinde Cenevre sürecinde karşılıklı çıkarlar doğrultusunda, karşılıklı çıkarlar içinde çalışılması konusunda kof mesajlar verildiği konuşulmaktaydı.

“ABD için artık Fırat'ın doğusu, kırmızı çizgi durumundaydı. Türkiye ile bundan sonra uyumlu çalışma mesajları bu amaçlıydı. Türk tarafı PKK'lılar konusunda duyulan rahatsızlığı dile getirirken, ABD tarafı da görüşmede Afrin konusundaki endişelerini aktarmaktaydı. Ayrıca Menbiç konusu vardı. Bu da tam anlamıyla hâlâ bir muammaydı. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'ye Fırat'ın batısında birtakım yerler vererek, Fırat'ın doğusunda PYD'ye bir bölge kurma konusunda artık ABD bir hayli kararlıydı. Sonuçta orada bir kanton ya da bir bölge oluşturacaklardı.” tespitleri oldukça çarpıcıydı.

 

 


[1] (Bak: Ergün Diler. Takvim 31 Temmuz 2018

 

Yorum Yaz