Yolsuzluk Operasyonuyla Lağımlar Deşiliyordu!
AKP’li dört bakanın oğullarının, belediye başkanlarının, yandaş iş adamlarının, banka patronlarının ve yüksek bürokratların da aralarında bulunduğu yaklaşık 70 (yetmiş) kişinin yüz milyonlarca dolarlık hırsızlıklara bulaştıkları, haksız ve haram kazanç sağladıkları, devleti ve milleti büyük zararlara uğrattıkları iddialarıyla ilgili yolsuzluk operasyonları başlayınca, üzeri dindarlık ve demokratlıkla sıvanan lağımlar ortalığa saçılmıştı.
Hükümet kendisine “siyasi komplo’’ hazırlandığı palavralarına sığınmaya çalışmış, cemaat ise cuntacılık oynamaya kalkışmıştı. Her iki oluşumu da önce bir araya getirip, Milli Görüş’e hıyanet karşılığı iktidara taşıyan, şimdi de biri birine kışkırtıp iki tarafı da dengeleyip dizginlerini elinde tutan aynı odaklardı. Genç neslin eğitim ve öğretimine ağırlık veren manevi bir hizmet rehberi değil de sanki uluslararası bir istihbarat şefi ve cunta lideri gibi davranan Fetullah Gülen ve takımı da; bunca soygunlarını ve yolsuzluklarını, mağduriyet edebiyatı ve komplo tezgâhıyla örtmeye çalışan AKP iktidarı da, artık ülkemiz için en öncelikli ve tehlikeli sorun halini almıştı.
Ancak yüzde beşlik kısmı oluşturan cemaatin ve Hükümetin üst yönetim kadroları dışındaki talebe ve takipçilerinin büyük çoğunluğu iyi niyetli ve istikametli insanlarımızdı. Ama artık bunların da uyanmaları, ülkemize yönelik tezgâhların farkına varmaları lazımdı. AKP’nin iz’an ve insaf sahibi Milletvekillerinin ve teşkilat üyelerinin, hemen ayrılıp, Muhalefetin vicdan ehli vatanseverleriyle birlikte yeni bir Milli Çözüm Hükümeti kurmaları ve ülkemizi yaklaşan kaostan kurtarmaları lazımdı ve bu belki de hepimizin son şansıydı.
Artık CEMAAT=CIA+MOSSAD olduğu, Hükümetin ise şahsi ikbal ve iktidar hırsına ve Haçlı AB’ye kuyruk olma hatırına, maalesef milli ve manevi duyarlılıklardan soyunduğu açıktı. Mustafa Kemal’in “Gençliğe Hitabe”sini okumanın ve sorumluluklarımızı kuşanmanın tam da zamanıydı. Eğer Sn. Başbakan ve kurmayları kendi yakınlarının, yandaşlarının ve bürokratlarının bütün bu hırsızlık ve haksızlıklarından ve polis müdürlerinin komplo hazırlıklarından haberdar oldukları halde, bunlara izin vermişlerse kendileri de suç ortakları sayılırdı. Yok eğer “hiç ilgimiz ve bilgimiz olmadı” diyorlarsa kendileri şuurlu ve sorumlu bir iktidar değil, sadece “vitrin kuklaları” konumundaydı, suçluları yakalamak ve hesap sorulmasını sağlamak yerine, operasyonları yürüten Valileri, Emniyet Müdürlerini ve Polis şeflerini görevden alıp, sanki rezaletlerin üstünü kapatıyor ve kendilerini bu şekilde aklamaya çalışıyor gibi davranmak, yoksa suçüstü yakalanmanın telaşı mıydı?
Hükümet ve Cemaatin din ve devlet tahribatına dikkat çektiğimiz gizli ve kirli ilişkilerini irdelediğimiz için MİLLİ ÇÖZÜM Ekibini “Ergenekon’un Dinci Kanadı” diye yaftalayıp, bizi suni ve sinsi tezgâhlarla tutuklatıp, Fetullahcı ve AKP yandaşı medyada aleyhimize aylarca linç kampanyası başlatıp... Daha önce yüzlerce komutanımıza, subaylarımıza ve aydınımıza bu gibi bahanelerle sataşıp ve içeri aldırıp; “Ülkenin bağırsaklarını temizliyoruz” şeklinde sahte kahramanlık pozları atanların akıbetlerinin böyle olacağı açıktı ve ilahi adalet elbette yerini bulacaktı.
Erdoğan 28 Şubat davasına sahip çıkmamıştı!
Başbakan Erdoğan Mayıs 2012’de 28 Şubat soruşturmasıyla ilgili olarak şu endişelerini açıklamışlardı: “1 dalga, 2 dalga, 3 dalga, 4 dalga filan... Bunlar toplumun huzurunu da doğrusu kaçırıyor. Bundan bizler de ciddi manada rahatsızız. Atılması gereken adımlar atılır, biter geçer. Ama bu dalgalar böyle arka arkaya geldikçe kusura bakmasınlar, bu dalgalarda bu ülke boğulur. Bu kadar bu iş bence uzatılmamalı” diye çıkışmıştı. Ama sonunda 28 Şubat davasından yapılan tahliyelerle birlikte AKP ve ülke herhalde rahata kavuşmuşlardı ve aslında 28 Şubat’la hesaplaşma diye bir dertlerinin olmadığı meydana çıkmıştı.
“Bin yıl süreceği” söylenen 28 Şubat sürecinin, mahsulü olmalarına rağmen sözde demokratik tavır sergileyenler, “28 Şubat’la hesaplaşıyoruz” pozları kesenler şimdi suçu başkalarının üzerine atmaktalardı. Milyonlarca insanın hakkına giren, mağdur eden tarihin bu en karanlık süreci baskı altındaki yargı önünde “resmen” aklanırken, bu işi sahiplendiklerini iddia edenlerin ayarları ortaya çıkmıştı. Ne de olsa, “bu dalgalarda bu ülke boğulabilir!” uyarıları herhalde dikkate alınmıştı. Boğulan bir şey varsa, o da hak ve adaletin ta kendisi olmaktaydı.
Bir tarafta: Yolsuzluk… Rüşvet… İhaleye fesat karıştırma… Kara para aklama… Kutularda, kasalarda, deste deste dolarlar… Diğer tarafta: Tehdit… Şantaj… Bel altı kasetler… Dosya depolamalar… Ne ararsanız var. 11 yıllık koalisyon çatlayınca bütün rezillikler ortalığa saçılmıştı. Gırtlağına kadar bataklığa batmış olan tarafların karşılıklı salvoları devam ederken tüm olup bitenlerden gafil vatandaşlar ise şaşkınlık içerisinde kalmıştı. Bir tarafta tüyü bitmemiş yetimin iç edilen lokmaları… Diğer tarafta imkân ve iktidarı elinde sımsıkı tutmaya çalışan odakların içine düştüğü diz boyu çirkef deryası! Daha hesaplaşmanın başında ortaya saçılanlar bunlarsa devletin çivisi çıkmıştı. Artık bu düzen kökten değişmeli, Adil Düzen mutlaka kurulmalıydı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının başındaki isim olan Başsavcı Vekili Zekeriya Öz’ün soruşturma yetkileri kısıtlanıp, soruşturmanın Turan Çolakkadı’nın nezaretinde yürütüleceği açıklanmış, soruşturmaya iki yeni savcı daha atanmıştı. Yargıda yapılan el çektirmenin ardından Organize Suçlarla Mücadele, Terörle Mücadele, Mali Suçlarla Mücadele, Kaçakçılıkla Mücadele ve Asayiş şubelerinin müdürleri de başka yerlere kaydırılmıştı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde de yolsuzluk soruşturmasını yürüten 5 birimin müdürü görevlerinden alınmış, ardından Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın merkeze alınmış, Emniyet Genel Müdürlüğünde deprem başlamıştı.
AKP karşı hamle başlatıyordu!
Rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla sarsılan Türkiye, her gün yeni bir sarsıntıyla uyanmaktaydı. Hükümet soruşturmayı yürüten savcı ve polislerin yerlerine değiştirmeye devam ederken, İstanbul İl Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın da görevinden alınması “Fetullahçılar temizleniyor!” yorumlarına yol açmıştı. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, soruşturmanın gizliliğini ihlal eden savcılar hakkında suç duyurusunda bulunacağını açıklarken, gözaltına alınan Bakan çocuklarının serbest bırakılması, Hükümetin baskısı olarak algılanmış, bu arada ikisi bakan çocuğu 24 kişi tutuklanmıştı. 4 Bakan hakkında hazırlanan fezlekenin tamamlandığı konuşulmaktaydı.
Operasyon Yapanlara Operasyon
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün gerçekleştirdiği rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun ardından İstanbul, Ankara, Kocaeli, Trabzon, Bursa ve İzmir’de 43 emniyet müdürünün görev yerleri değiştirilmiş, ardından İstanbul İl Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın görevden alındığı açıklanmıştı.
Hukukçulardan Yeni Atamalara Tepki
Evrensel Hukukçular Platformu, dört bakanın da isminin karıştığı yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında polis müdürlerinin görevden alınması ve yeni savcıların atanmasını sert bir dille eleştirip, bunun açık bir müdahale olduğunu vurgulamıştı. Ankara Adliyesi önünde basın açıklamasında bulunana Evrensel Hukukçular Platformu adına konuşan Avukat Hasan Basri Aksoy, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla İstanbul ve Ankara’da eş zamanlı olarak yapılan soruşturmayla ilgili yaşanan gelişmelerin, soruşturmaya açık bir müdahale olduğunu hatırlatmıştı. Aksoy’un: ‘‘Bizlere yolsuzlukları bitirmeyi vaat etmiş bir hükümetin; devam etmekte olan bir yolsuzluk operasyonunda tek yaptıkları cumhuriyet başsavcılığının talimatını yerine getirmek olan polis müdürlerini görevden alması ve devam eden soruşturmaya iki yeni savcı atanması, soruşturmaya açık bir müdahale değil de nedir?” sorusu hala yanıtsızdı.
Kirli yapı, Masonik askerlerden, ılımlı Cemaate evriliyordu!
İttihat ve Terakkiyle başlayan ve Cumhuriyet dönemi boyunca devam eden “Masonik bürokratik oligarşi” bu sefer “Gülen Cemaati derin organizesi” şeklinde karşımıza çıkmıştı. Bugün AKP ve geçmiş hükümetler, “Bürokratik oligarşi”yi besledikleri süreç içerisinde, ondan sınırsızca yararlanmış ve güç kazanmışlardı. Ancak çıkarları çatışmaya başlayınca işte o zaman, o bürokratik oligarşi başlarına bela olmaktaydı. Evet, anlaşılıyor ki, açılan bunca dava, yargılama ve mahkûmiyetlere rağmen devletteki derin yapılanma son bulmamış, sadece masonik kalıptan çıkıp ılımlı İslamcılık kılıfına sarılmıştı. Hâlbuki halkımız derin devletten hesap soruluyor, askeri vesayet son buluyor sanmıştı. Gelinen noktada görülen o ki, devletteki derin yapılanma temizlenmemiş, sadece el değiştirmiş, derin yapı içinde görev alanlar farklılaşmıştı. Elbette bu yeni derin yapıyı oluşturanlar malum odaklar, elamanları ise Fetullahçılardı. Yıllardan beri örgütlenmelerini sürdürerek fırsat kollamışlar ve bu fırsatı da AKP iktidarında bulmuşlardı. Başbakan Erdoğan ile Başbakan Yardımcısı Arınç’ın açıklamaları da bunun itirafıydı. Anladığımız bir başka husus da devlet içindeki derin yapılanma dün de bugün de bir takım dış odaklarla irtibatlıydı.
Parti-Cemaat çatışması, hormonluların eriyip devre dışı kalmasına yol açacaktır
Hakan Şükür’ün “CEMAAT” adına “partiden istifa ettiği” gün (17 Aralık 2013), Başdanışman Yalçın Akdoğan “PARTİ” adına “İnadına muhabbet ve uhuvvet” başlıklı bir yazı yazmıştı. Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan twitter’da, aynı günkü yazısından şu bölümü paylaşmıştı: “Fenalığa fenalıkla mukabele etmek, husumeti artırır, kin ve nefreti körükler, insanı hem azapta bırakır hem KAYBET-KAYBET sarmalına sürükler... Kazananı olmayan bir külli kayba götürür.” Diye Fetullahçılara yağcılığa başlamış, ama hiçbir işe yaramamıştı. Seksenli yılların başlarında yani 12 Eylül müdahalesi sonrasında, özellikle Millî Görüş Hareketi karşısında “CEMAAT” veya “PARTİ” olarak bazı “HORMONLU” büyümeler ve üremeler başlamıştı. Yani Süleyman Demirel ve partileri AP ile DYP, Turgut Özal ve partisi ANAP, Fetullah Gülen ve “Cemaati” bunların hepsi bilhassa “MİLLÎ GÖRÜŞ HAREKETİ ve onun Lideri Necmettin Erbakan”a karşı “HORMONLU” büyütülüp öne çıkarılmıştı. AKP’nin kurucusu ve başkanı Recep Tayyip Erdoğan da “Millî Görüş gömleğini” çıkardıktan sonra kendisi ve partisi “HORMONLU” olarak şişirilip iktidara taşınmıştı. Aynı Recep Tayyip Erdoğan, “ADİL DÜZEN”e başından itibaren karşı olduğunu ise bizzat “Adil Düzen”in teorisyeni olan Süleyman Karagülle’ye açıklamıştır; bendenizin bu konudaki tespiti ise çok daha eskilere dayanmaktadır… “Adil Düzen”e karşı olmak ise Siyonist sömürü sistemine yandaş ve uşak olmak anlamındadır.[1]
Başbakan ve arkadaşları zalim düzene hizmet etmişlerdir
Başlangıçta “MİLLÎ GÖRÜŞ” ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” diyerek hareket ederlerken, şimdi zalim dünya düzenine bağlanmış ve yere çakılmış bir durumda, işe yaramayan yatırımları “kapitalist sistemlerle borçlanarak” yapmakta, “yönetimde ve hukukta zulüm” devam etmektedir. Oysa “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” muasır medeniyetin üstüne çıkarma formüllerini getirmiştir. Bülent Arınç gibileri maalesef İslâm düzenini başörtüsüne indirgemekte, ‘İşte kanun da çıkardım, artık işim bitti, ben gidiyorum, siyaseti bırakıyorum!’ demektedir. Hâlbuki bunlar kalıcı ve kuşatıcı hiçbir hizmet üretmemiştir.
Gülen cemaati Erdoğan’ı yolsuzluk dosyalarıyla köşeye mi sıkıştırıyordu?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Fetullah Gülen ve takımı arasında esen soğuk rüzgârlar kavgaya dönüşmeye başlamıştı. Gülen cemaatinin elindeki Erdoğan ve AKP ile ilgili çok özel dosyalar da, havayı tamamen dondurmuş durumdaydı. İşte konuşulan o dosyalardan bazıları:
1- Özel Yetkili Mahkemeler Dosyası – Ergenekon ve Balyoz konularında tutuklamalara imza atan bu mahkemelerin, iktidara da dokunacağı anlaşılınca apar topar işlevleri sonlandırılmıştı. İşte bu dokunmanın gerekçelerini içeren bilgilerle dolu bu mahkemelerin dosyaları Gülen cemaatinin kasasındaydı.
2- Teknik Takip ve Dinleme Dosyaları – Bu konu yine Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları sırasında gündeme taşınmış ve birçok kişinin dinlendiği ortaya çıkmıştı. Erdoğan ve yakın çevresinin de bu dinleme faaliyetlerinde kaydedilmiş “kritik” kayıtlı kasetlerinin olduğu fısıldanmıştı. Bu kayıtları içeren dosyaları da Gülen cemaati saklamaktaydı.
3- Şike Dosyası – Futboldaki şike olayının üzeri bir şekilde kapatılmıştı ve soruşturmayı yürüten savcının elindeki görüntülerin yayımlanmayan ve de Erdoğan’ı çok zor durumda bırakacak olan görüntüler, şu an Gülen cemaatinin elinde bulunmaktaydı.
4- Kamu İhale Kurumu’ndaki Yolsuzluk Dosyası – Yolsuzluğun boyutu 2-3 katrilyon civarındaydı. Konu, birkaç memur hakkında soruşturma açılarak kapatılmış, ancak bu hususta yine ucu Erdoğan’a dokunan bilgi ve belgeleri içeren dosya Gülen cemaatinin elinde tutulmaktaydı.
5- İhaleye Fesat Karıştırılması Dosyaları – AKP, CHP’nin de desteğiyle ihaleye fesat karıştıranların cezalarında indirime gidilmesini sağlamıştı. İhaleye kimlerin fesat karıştırdığının isim isim sıralandığı listelerden oluşan dosyalar da Gülen cemaatinin gizli dolabındaydı.
6- Sayıştay Dosyası – AKP’nin bazı yolsuzlukları sümenaltı etmek maksadıyla Sayıştay’ı işlevsiz hale getirmek istediği yazılmıştı. Bu girişimin ardında yatan bazı büyük yolsuzlukların olduğu bir dosyayı da Gülen cemaati beklemeye almıştı.
7- Metro Turizm ve Bağlantıları Dosyası – Fetullah Gülen’e Hakaret ettiği için, kanuni gerekçelerle içeri alınan Metro Turizm’in sahibi Galip Öztürk, bir şekilde hapisten çıkmış, bu konuyla ilgili birçok spekülasyon ortalıkta dolaşmıştı. Öztürk’ün ilişkilerinin AKP iktidarının bazı bakanlarını bile kapsadığı kulislere yansımıştı. İşte bu ilişkilerin bilançosunun olduğu bir dosya da Gülen cemaatinin elinde bulunmaktaydı.
Bunlar, Erdoğan’ın başını oldukça ağrıtacak ve ortaya dökülürlerse yargılanmasına bile yol açacak cinsten dosyalardı. Nitekim Gülen cemaatinden dosyalarla ilgili gelen sinyalleri alan Erdoğan, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ı Pennsylvania’ya yollamıştı. Gülen ve Çağlayan arasındaki görüşmede söz konusu dosyalar ve AKP ve Cemaat arasındaki gerginliğin nasıl yumuşatılabileceği konuşulmuş, anlaşılan uzlaşmaya varılamamıştı. Şimdi gözler Erdoğan’ın, Gülen ve saz arkadaşlarının bazı kapsamlı taleplerini karşılayıp karşılamayacağındaydı. Karşılarsa ne ala, yok karşılamazsa “dosyalar” devreye sokulacaktı!
CIA-MOSSAD=Cemaat merkezli “siyasi mühendislik operasyonu” mu tezgâhlanıyordu?
Yolsuzluk iddiaları ile yapılan gözaltılar yandaş yazarlar tarafından “Siyaseti itibarsızlaştırma operasyonu” olarak yorumlanmıştı. Bunlara göre hedef, yerel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde siyaseti kurgulamak ve Erdoğan’ı devre dışı bırakmaktı.
Haşmet Babaoğlu
“Cumhurbaşkanlığı seçimi yeni dönemin karakterini belirleyecek konumdadır. Üstelik ulusal olduğu kadar uluslararası karakter taşıyan bir seçim olacaktır. Soru şuydu: Bir kapının eşiğine kadar geldin, açacak mısın, oraya yığılıp kalacak mısın, yoksa geri dönmek zorunda mı kalacaksın? Başbakan Erdoğan kapıyı daha fazla gecikmeden açmak istiyordu. O kapı, "Türkiye'yi Türkiye yönetir" kapısıydı. İşte bu yüzden birdenbire sağlı sollu birçok farklı kesim Erdoğan'a karşı ittifak oluşturmaya başlamıştı. Çünkü "Türkiye halka uzak fakat halkçı seçkinlerin ülkesi olmayı sürdürmeli" diyenlerle "Türkiye Ortadoğu'da İsrail'le aynı stratejik hedefleri paylaşmalı" diyenleri el ele tutuşturan şey bu eşiğe gelmiş olmamızdır. Peki, ne yapmalı? Güncel ve sıcak gelişmelere bakıp heyecana kapılmamalı! Olup bitenleri anlamak için belki de içerden çok dışarıdaki gelişmelere bakmak daha zihin açıcı olacaktır. Elbette kilit nokta Kürt meselesinin çözüme kavuşturulması ve barışa ulaşılmasıdır. Fakat şu müzmin gerçeklerimizi de listeleyip manzarayı öyle değerlendirmenizi tavsiye ederim.
Onlarca yıl boyunca askeri planda hamasete ve bağımsızlık vurgusuna yüklenmiş rejimimiz birkaç basit savunma füzesini bile başaramamıştır. Onlarca yıl boyunca kendini yere göğe koyamayan büyük sermayemiz küçücük markalar dahi ortaya koyamamıştır. Onlarca yıl boyunca insanımızı şekillendiren eğitim sistemimiz gençlerimizi üniversitelerin kapısına yığıp hayal kırıklığına mahkûm etmekten başka bir şey yapmamıştır. Uzun lafın kısası, ipleri siyasi, askeri ve kültürel olarak hep Batı tarafından kontrol edilen, milletin sözünün geçmediği upuzun bir yalan dolan dönemi geride bırakılmalıdır ve artık bu dönem de kapanmak zorundadır!”diyen Haşmet Babaoğlu’na sormak lazımdı:
1- On iki yıldır tek başına iktidarda bulunan AKP, milli füze yapmıştı da bizim mi haberimiz olmamıştı?
2- Sn. Erdoğan, ne pahasına olursa olsun AB’ye girmek aşkıyla, o bahsettiğinin hain Batının bir figüranı mıydı?
Şeref Oğuz:
“Vasat ülkeler liginden çıkıp büyük devlet olmaya karar vermiş, yetmemiş gibi bunu dünyaya haykırmışsan, başının belaya sokulması kaçınılmazdır. Anlaşılmaz olan, bu belaların içindekilere (Cemaate) yaptırılmasıdır. İran'ın Batı ile anlaştığı gün, içimizden bazıları bu gelişmeyi "tehlikeli" saymışlardı. Zira Batı'daki 7, Doğu'daki 37 milyar $'ı serbest kalacak İran'ın, büyümemize olumlu katkısı, onlara göre "tehlike" idi. Yalnızca Kuzey Irak'ta 2020'de yıllık 108 milyar $'lık petrol geliri, bölgesel güç olma projemize hizmet edecek unsurlardan biri... Enerji koridoru, kural koyucu ülke gibi tehlikeler (!) bir şekilde bertaraf edilmeliydi. Yaşlanan ve yavaşlayan AB'nin Gümrük Birliği, vize ve üyelik süreci dâhil yaptıkları, büyük oyuncuya küçük çelmelerin ifadesiydi. Şimdiye dek kurala uyagelmiş, büyük ihaleleri daima küresel oligarşiye ve yerli işbirlikçilerine vermiş Türkiye, bu defa farklı davranıyor, dinamik, yurtsever girişimcileri devreye alıyor. Olacak şey mi? Peki, okyanus ötesi? Halkbank'a yapılan bunun somut göstergesi...”diyen Şeref Oğuz, 11 yıldır Batıya ve küresel odaklara yarayan adımlar atan Erdoğan iktidarının bereket ve kerametini görmek için, 2020’ye kadar, yani bir on yıl daha beklememiz gerektiğini söylemesi, milletimizi alaya almaktı!
Emre Aköz:
“Şimdi gözaltına alınanlar suçlu mu, suçsuz mu? Veya operasyon haklı mı, haksız mı diye sormuyorum. ("Bal tutan, parmağını yalar" sözü elbette aklımızda.) Hükümetin izlediği ekonomi politikası açısından operasyonun hangi anlama geldiğini sorguluyoruz. Hem iç talebi canlı tutmak, hem de depreme dayanması mümkün olmayan konutlardan kurtulmak için Hükümet, bir süredir özellikle büyük kentleri şantiyeye çevirdi. Niye bunu tercih etti? Çünkü inşaat diğer sektörleri de canlandıran, parayı hızla dolaştıran bir alan. Bina yaptığınızda, camcı da kazanıyor, parkeci de; armatürcü de memnun oluyor mobilyacı da... Bankalar müteahhitlere ve konut alacaklara kredi açarken, vasıfsız işçiler de iş imkânı buluyor...”diyen Emre Aköz, on milyonlarca dolarlık hırsızlıkları “Bal tutanın parmağını yalaması” cinsinden doğru ve doğal bir gelişme olarak sunmaktan utanmamıştı. Nede olsa cetvelle cinsel alet ölçen porno yapımcılığından aktarmaydı!..
Mehmet Barlas:
“Neye niyet, neye kısmet... Açıkçası bu satırların yazarı dahil "Cemaat" merkezli gerginlikleri izleyen pek çok kişi, iktidar kanadındaki bazı önemli kişilere ait cinsel içerikli kasetlerin siyaset piyasasına sürülmesini bekliyorduk. Bunun yerine yolsuzluk iddialarına dayalı gözaltılar geldi. Kısacası savaşta kullanılan araçlar beklenenlerden farklı olsa da "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" diyerek, Erich Maria Remarque'nın yazdığı ve savaşın korkunçluğunu anlatan romanını (Im Westen nichts Neues) hatırlayabiliriz. Romanda 1'inci Dünya Savaşı'na katılan Alman gençlerinden bedenen ölmeyenlerin de, ruhen öldüğü anlatılır... Özetle kimse savaştan sağ çıkmaz. Erich Maria Remarque, bağnaz duygularla doldurulmuş gençlerin savaşın insafsızlıklarla dolu gerçeği karşısındaki çaresizliklerini işlediği için, bu roman da Naziler'in yaktığı kitaplar arasında yer almıştı. Bizdeki siyaset savaşlarına gelince... Bu savaşlarda her türlü yöntemin geçerli görülmesini yadırgamayalım. Mao ne demiş: “- Siyaset kan dökülmeden yapılan savaştır, savaş ise kan dökülerek yapılan siyasettir...” Bizdeki garip durum ise siyaset dışı oldukları varsayılan kurumların da, savaşan taraflar arasında yer almaları değil midir? Ama bu noktada stratejik önem taşıyan bir ayrıntıyı da unutmayalım. Nihai zafer "Savaş"ın sonunda belli olur... Bir "Muharebe"den kazançlı çıkmak, savaşın galibini belirlemez. Siyaset savaşının nihai galibi de demokrasilerde seçimlerle belli olur... Yakın dönemlere kadar, Türkiye'de siyasetin galipleri seçimlerle belli olmazdı. Her türlü yöntemi kullanan Derin Devlet'in egemen olduğu siyaset tarzında, seçim sandığı teferruattı... Vesayetçi rejim sona erdiği için şimdi derin devlet yerine siyasette "Derin millet" vardı. Ama seçim kazanmadan ve siyasi risk almadan iktidar sahibi olmak isteyenler, yeni cepheler açmaya çalışmaktaydı. Bu nedenle "Acaba yarın da neler olacak" diye meraklanmayalım. Ve "Demek devlet içinde bir de paralel devlet varmış" diyerek de ümitsizliğe kapılmayalım. Çünkü olaylar ne kadar şaşırtıcı olsa da, burada tek devlet var artık.” diyen ve Sabataist Mason olduğu söylenen Mehmet Barlas Erdoğan’a ve AKP iktidarına böylesine sahip çıkıyorsa, bunun arkasında bit yeniği aramayanlar ne kadar saftı!
İran’a nükleer desteği kimler veriyor, kimler saldırıyordu?
Irkçı emperyalizm, önce kendi çıkarlarını ve vahşi amaçlarını belirler, sonra bunlara gerekçe olacak bahaneler üretir. Yahudi Siyonizm’in güdümündeki ABD’nin Irak, Afganistan’ın ardından, bir ara yoğunlaşan, sonra yavaşlayan hatta Hasan Ruhani ile nükleer anlaşmayla sonuçlanan İran’a saldırı senaryoları da bu açıdan değerlendirilmelidir. Bizim, bazı gerçekleri halkımıza hatırlatmak ve AKP iktidarını uyarmak için yaptığımız tahlilleri; “komplo teorisi ve felaket davetiyesi” olarak kötüleyenler, aslında; yaklaşan musibetleri gizlemek isteyenlerdir. Hatırlayınız İsrail’in yaklaşık 1400 ölü 6000 yaralıya mal olan son Gazze saldırısı da, bir İran müdahalesi sırasında, başını ağrıtacak Hamas ve Hizbullah’ı etkisiz bırakma girişimiydi. Ayrıca, daha önce Lübnan’da Hizbullah karşısında aldığı acı yenilginin yarasını tamir etme ve imaj tazeleme hareketiydi. Bu arada, iki yıllık geçici üyeliğine seçilmekle hava atan AKP’nin, BM Güvenlik Konseyindeki etkisizliklerini ve çaresizliklerini görmeleri de milletimiz için uyarıcı bir gelişmeydi. İsrail vahşetine karşı, BM’den medet beklemek safdillikti, çünkü BM, zaten İsrail’i kurmak ve korumakla görevliydi. O zaman da yazdığımız şu tespitler çok ciddi ve gerçekçi verilere dayanmakta ve muhtemel gelişmeleri haber vermekteydi. Ve zaten ülke ve bölge dengelerini değiştirecek tarihi olayların “vukuundan önce şuyu bulması!” yani, meydana gelmeden önce o konunun sıkça konuşulur ve tartışılır olması, tecrübelerle sabitti ve ortak önseziydi.
İran'ın Nükleer Güç Olmasında ABD'nin Katkısı
Henüz soğuk Savaş'ın devam ettiği dönemde, ABD için İran'ın jeopolitik önemi tartışılmayacak derecedeydi. Bir başka ifadeyle İran, ABD için İranlıların yönetimine bırakılmayacak kadar önemliydi. Ancak Musaddık olayından çok etkilenen ABD, İran'da bir daha hata yapmak niyetinde değildi. Bu nedenle de Şah'ın iktidarının mutlak haline getirilmesi gerekliydi. Bu amaçla 1957'den başlayarak İran'daki ABD askeri varlığının arttırılmasına ve İran'ın nükleer çalışma programlarının desteklenmesine karar verildi ve ABD, İran'a sağlanan nükleer teknoloji desteğinin sadece barışçıl amaçlarla kullanılacağını tüm dünyaya ilan etti. Bunu 1958’de İran'ın Uluslararası Nükleer Enerji Ajansına (İAEA) üye olması izledi. Görünürde yanlış hiçbir şey yok gibiydi ve İran tümüyle barışçıl amaçlar taşıyarak, nükleer teknolojiyi elde etmeye girişmişti.
1968'de ABD tarafından İran’da beş megavatlık bir araştırma reaktörü bitirildi. Amerikan AMF firması tarafından Tahran Üniversitesi'nde kurulan bu reaktör, %93 saf zenginleştirilmiş uranyum kullanıyordu ve bu reaktörle birlikte yüksek seviyede zenginleştirilmiş 5 kg uranyum da İran'a verilmişti. Şah Rıza Pehlevi, İran’ın nükleer bir güç olmasını ve bölgesel güç olmaktan daha da öte küresel bir güç olmasını hedeflemişti. 1973 Dünya Petrol Krizi İran’a nükleer güç olmak için büyük fırsat sağlamıştı ve bu dönemlerde altı nükleer reaktör kurulup devreye girmişti. Gene 1974’te İran’ın 20 bin megavat gücünde 20 adet nükleer reaktör inşa etmek istediğini açıklaması da bu isteğinin bir neticesiydi.
1974'te İran Atom Enerjisi Kurumu (İAEK) kurulmuş ve Dr. İtimad, kurumun ilk başkanlığına getirilmişti. Hızlı bir şekilde gelişen bu kurum, 4 nükleer santral (Buşehr ve Darhuveyn), Buşehr'de içme suyu tesisleri, İsfahan ve Arak'ta 4 yeni nükleer santralin inşa edilmesi ve yine nükleer santrallerin yakıt ve teknolojik desteğinin teminini üstlenmişti. Bu merkez daha sonra nükleer araştırma merkezi (NRC) olarak tescillendi. Bu konuda Şah'a destek, sadece ABD'den gelmemişti. Almanya, Fransa, Belçika ve Rusya da akla gelen ilk Avrupalı ülkelerdi. Bir Alman şirketi olan Kraftwerk Union (KWU) 1974'te İran'ın Buşehr kentinde 1200 megavatlık bir santralin kurulmasını üstlenmişti. Yine aynı yıl Fransa'da Benderabbas'ta 900 megavatlık bir nükleer santral kuracağını ilan etmişti. Aynı dönemde Belçikalılar tarafından Karj’da Nükleer Tıp Merkezi gerçekleşti.
İran'ın hızla nükleer bir güç olması, İsrail'i (zahiren ve rol gereği) tedirgin etmişti. Çünkü Şah kendilerinin güdümündeydi. Özellikle ABD’de de oldukça güçlü olan Musevi Lobisi, ABD hükümetine, İran'a verilen nükleer desteğin kesilmesi konusunu sürekli istismar etmişti. Şah, ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin bu baskılar karşısında direnemeyeceğini düşünerek, kendisine yeni nükleer ortaklar aramaya yönelmiş ve bu doğrultuda, 1976 yılında Güney Afrika ile nükleer malzeme ve teçhizat tedariki için gizli bir anlaşma gerçekleşmişti. Oysa Güney Afrika ikinci İsrail’di. Soğuk savaş döneminin kendine özgü dinamikleri bahanesiyle ABD İran’ın nükleer silah yapma olasılığını kendisi için bir tehdit olarak görmemişti. ABD'nin 1978'den önce 16 mikron hassasiyetinde 4 lazer sistemini İran'a verdiği bilinmekteydi.
İslam Devrimi Sonrasında İran'ın Nükleer Çalışmaları
Bilindiği gibi İslam Devrimi ile İran'da sistem bütünüyle değişmişti. Ayetullah Humeyni, nükleer enerjinin İslam dinince yasaklandığını ileri sürerek, Şahlık zamanında başlatılan bütün çalışmaları kesmişti. Ancak Humeyni'nin bu yaklaşımı dini olduğu kadar, realist politikanın da bir gereğiydi. Humeyni, nükleer güç olma isteğinin İran’ı dışa bağımlı yapacağından endişeliydi. Ne var ki, savaşın başlarında Irak’ın elde ettiği askeri başarı, mollalar arasında da güçlü bir İran yaratılması için, kendilerinin de nükleer bir güç olmasının şart olduğu düşüncesini yeşertmişti. 1979-86 yılları arasında ara verilen nükleer çalışmalara, 1986'dan sonra yeniden başlanıp, bu dönemde İran, nükleer reaktör çalışmalarını hızlandırmak için Almanya, Fransa, Rusya, Arjantin, ispanya, Çin, Kuzey Kore ve Belçika ile işbirliğine girdi. Bu işbirliği sonucunda İran, 20'den fazla nükleer tesise sahip hale geldi. Günümüzde İsfahan, Natanz, Arak ve Buşehr'deki nükleer tesisler, İran'ın en önemli nükleer tesisleriydi. Bu tesislerden en eskisi, Buşehr Nükleer Enerji Santralidir.
İsfahan'daki tesis, Uranyum Dönüştürme Santralidir. Ham uranyumdan zenginleştirilmiş uranyuma kadar uzanan nükleer yakıt döngüsünde, ilk aşama burada gerçekleştirilmektedir. Bilindiği gibi düşük düzeyde zenginleştirilen Uranyum, nükleer enerji sahasında önemlidir. Ancak nükleer silah yapımında kullanılacak uranyumunun çok daha yüksek düzeyde zenginleştirilmesi gereklidir. Natanz Nükleer Santrali, İran'da uranyumun zenginleştirilmesi amacıyla kurulmuş oldukça stratejik bir santraldir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın verilerine göre İran, Natanz'da az miktarda da olsa nükleer silah yapımında kullanılabilecek kalitede uranyum zenginleştirmeye yaklaşmış bir ülkedir. İran'ın güneybatısındaki Arak Santrali'nde ise zenginleştirilmiş uranyumun alternatifi olan plütonyumun üretiminde kullanılan 'ağır su' üretilmektedir. Bu dört önemli tesisin dışında, Bonob, Ramsar ve Tahran'da da nükleer araştırma reaktörleri sayılabilir. Tesisler olası bir saldırıyı en az zararla atlatmak amacıyla yüzlerce kilometrelik geniş bir alana dağıtılmış gözükmektedir. Ayrıca çok sayıda tesis, yeraltında inşa edilmiştir.
Peki, tam da böyle bir süreçte, İran’da Cumhurbaşkanı seçtirilen Hasan Ruhani’nin ABD ve AB ülkeleriyle anlaştığı uranyum zenginleştirmeyi % 20’den %5’e çekmeye yanaştığı bir dönemde AKP iktidarıyla İran arasındaki “Altın+petrol dolar+para” trafiğinden Amerika’nın, ilgisi bilgisi ve izni olmadığını söylemek ne derece akla yatkındı?
Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile Hakan Şükür’ün istifası gibi sıcak konuları değerlendiren Erdoğan bu 'Ahlâki değil' deyince vicdanı olanlar, kendisinin Erbakan’a yaptıklarını hatırlamıştı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Konya Büyükşehir Belediyesi Spor ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen toplu açılış törenine katılmış, gündemde yaşanan sıcak gelişmelerle ilgili gazetecilerin sorularını cevaplamıştı. İstanbul’daki yolsuzluk ve usulsüzlük operasyonuyla ilgili “Bunların hepsi bir adli süreç. Neticelenmeden bir şey söylemem doğru olmaz” diyen Erdoğan, Hakan Şükür’ün istifasını ise ağır dille eleştirip ahlaki olmadığını vurgulamıştı. Hakan Şükür’ün, AKP’den istifasına ilişkin, “Böyle bir istifayı bekliyor muydunuz” şeklindeki soruyu da yanıtlayan Erdoğan, “Arkadaşlar tabii böyle bir şey beklediğimi söylemem yanlış olur. Çünkü böyle bir şeyi doğrusu kendisine de yakıştıramadım, ama biliyorsunuz kem söz sahibinindir. Dolayısıyla her söz sahibini bağlar, yaptıklarını ve tavrını yadırgıyorum, doğru bulmuyorum” değerlendirmesini yapmıştı. “Hakan Şükür, sizin davetinizle partiye gelmişti. Ayrılması sizi üzdü mü” şeklindeki sorusunu da şöyle yanıtlamıştı: “Niye üzüleyim? Gönül şunu arzu ederdi; Bir insan eğer bir partinin bayrağı altında seçime giriyorsa ondan sonra o partiyle hareket eder, ayrılıyorsa da sadece partiden ayrılmaz, eğer dürüstse o zaman Parlamento’dan, milletvekilliğinden (yani siyasetten) ayrılır, çünkü bağımsız olarak Parlamento’ya gelmiş değilsin. Olması gereken şey. Aslında işin ahlaki yönü bunu gerektirir. Ama tabi bu herkese nasip olan bir şey değil.” Bunun üzerine aklı ve vicdanı olanlar, kendilerinin Erbakan’a yaptıklarını hatırlamıştı!
Hükümet ile cemaat arasındaki dershane sürtüşmesi sonunda AKP’nin futbolcu milletvekili Hakan Şükür partisinden istifa edince Mehmet Ali Şahin “Emrettiler partiye katıldı, emrettiler partiden ayrıldı” demek suretiyle “Talimatla istifa etmiştir” anlamında suçlamıştı. Sahi, Başbakan bu istifa haberini duyduğu zaman acaba kafasında neler dolaşmıştı? Mesela AKP’nin eski milletvekillerinden Kemalettin Köktaş’ın Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar’a kızdığı zaman söylediği “Kabahat sende değil seni Bakan yapanda” sözü gibi Hakan Şükür hakkında “Kabahat sende değil seni milletvekili yapanda” diye bir düşünce aklına takılmış mıydı? Hakan Şükür’ün nikâhını; Başbakan Erdoğan’ın, Belediye Başkanı iken bizzat kıydığını ve nikâh şahitlerinden birinin Gülen olduğunu hatırlamış mıydı?
Acı sonuç:
Türkiye, Hükümetle Cemaat arasındaki bu rant kavgası ve kadrolaşma kumpası ile oyalanırken, asıl büyük tehlike dikkatlerden saklanmaktaydı: Ülkemiz adım adım “F Marka Cemaatten, PKK Cumhuriyetine” doğru kaydırılmaktaydı. Makam ve menfaat kapışmasında ve devlette kadrolaşma konusunda kıyasıya çarpışan Erdoğan ve Fetullah Hoca ve taraftarları, her ne hikmetse, “Çözüm süreci kılıflı çözülme ve Türkiye’yi çökertme projesinde” hala ortak davranmakta, hatta birbirlerini “PKK ile uzlaşma ve barışa ulaşma girişimlerini savsaklamakla” suçlamaktaydı. Yani figüranlar, sadece senaryo gereği verilen rolleri oynamakta, halk ise bunları gerçek sanmaktaydı. Mahalle takımı taraftarları gibi, herkes kendi kahramanlarını alkışlarken ve piyonların palavralarıyla avunurken, ülkemiz resmen ve ismen olmasa da, fikren ve fiilen ayrışma noktasına taşınmaktaydı.
--
Şubat 2014 - Milli Çözüm Dergisi
[1] Milli Gazete, Reşat Nuri Erol