Daha önce defalarca yazıp hatırlattık, AKP kurulduğu ve iktidara taşındığı süreçten beri bu gerçeği ısrarla gündeme taşıdık: ABD yönetimi ve Amerikan derin devleti olan Yahudi Lobileri, bir ülkede hükümete getirecekleri partiyi ve ekipleri, içeriden kontrol edecek ve kendi güdümlerinden çıkmasına müsaade etmeyecek tedbirleri de mutlaka alırlardı. İşte Fetullah Cemaati de Erdoğan iktidarına yerleştirilen emniyet supabıydı. Şimdi Cemaat görünümlü ama CIA güdümlü paralel yapının, Başbakandan Bakanlara, gazete yazarlarından yüksek bürokratlara binlerce kişiyi dinleyip izlemesi de yine ABD ve İsrail çıkarlarının korunması ve iktidarın kontrol altında tutulması için ya bir “stratejik sigorta” kapsamındaydı. Bütün bunlardan, Erdoğan iktidarının ABD ve AB’yi oyalayıp Milli ve gizli politikalar planladığı anlamı da çıkarılmamalıydı. Dış odakların Cemaat eliyle AKP’ye yönelik “casusluk faaliyetleri(!)” sadece tedbir amaçlıydı. Yoksa Amerika, her iki tarafı da, kendi hesabına kullanmaktan ve gerekirse birbirine kışkırtmaktan ve yeterince yararlanıp yıprattıktan sonra gözden çıkarıp çöpe atmaktan asla sakınmazdı. Elbette yegâne kuvvet ve kudret sahibi olan Cenabı Haktı ve zalimlerin, kâfirlerin “Keyd”lerini (hileleri ve şeytani projelerini) boşa çıkarmak ve kurdukları tuzaklara kendilerini düşürüp acı ve alçaltıcı akıbetlerini hazırlamak O’nun şanındandı.
Bu arada Ekmel Bey’de Recep Bey gibi, aynı mahfillerin adamıydı. Hatta bir zamanlar Ekmel Bey, Abdullah Gül’den önce, Erdoğan’ın gönlündeki Cumhurbaşkanı adayıydı. Ve Sn. İhsanoğlu 2007’de Sn. Erdoğan’ı ödüle layık bulmuşlardı!
Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu, İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Genel Direktörü Halit Eren ile beraber, Başbakan Tayyip Erdoğan’a ödül verirken çekilen fotoğrafları ortaya çıkmıştı. Fotoğraflar, İhsanoğlu’nun ilk başkanı olduğu IRCICA’nın İngilizce çıkan yayın organı Newsletter’ın 2007’nin Ocak-Nisan sayısında yer almıştı. Her ikisi birbirlerine övgüler yağdırmaktaydı.
Ve tabi filler kapıştırılırken arada yandaş figüran farelerin ayakaltında ezilmesi kaçınılmazdı ve buna rejisörler asla aldırmazdı. Yandaş ve yalak takımı “dini gayret ve hizmet” ettiklerini ve bu uğurda gerekirse çile çektiklerini ve bedel ödediklerini sanadursunlar, Kur’an’ın yasakladığı ve Resulullah’ın sakındırdığı “Yahudi ve Hıristiyanlara dostluk-taşeronluk yaptıklarının bile farkında olunmamaktaydı. Bu Cemaat-Hükümet kapışması üzerine Ziya Paşa’nın: “Müsademe-i efkârdan, Barika-i Hakikat doğar” yani (fikirlerin çarpışmasından, hakikat pırıltısı doğar) sözüne karşı; “Mübareze-i eşrardan, netaic-i ahyar ortaya çıkar” Yani (şerli tarafların kavga ve kapışmasından, nice hayırlı sonuçlar zuhur edebilir) demek lazımdı.
“Gerçek şu ki, Münafıklar Allah’ı aldatmaya (kalkışmaktadır). Oysa asıl O (Allah) onları aldatıp (oyalamaktadır). Onlar ki namaza kalktıklarında, tembel ve isteksizce davranmaktadır, (her konuda) insanlara (yaranmaya çalışmakta ve) riyakarlık yapmaktadır ve Allah’ı çok az hatırlamakta (Kur’an’ı okuyup anlamaya yanaşmamakta)dır. (İşte bu münafıklar) Arada bocalayıp durmaktadır. Ne onlara, ne bunlara yaranmaktadır.” (Nisa: 142-143) ayetleri “Müzebzebine beyne zalik” olanları ne güzel anlatmaktadır.
Cemaat dağılacak mıydı?
“Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ısrarla tekrarladığı "İnlerine gireceğiz" taahhüdünün startı olarak görebileceğimiz bir operasyonla 'Paralel İhanet Çetesi'nin inlerine resmen giriyor ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın başlattığı operasyonla Cemaat'in emniyet içindeki yapılanmasının kilit isimleri gözaltına alınıyordu. Yakın zamana kadar 'emniyet-yargı-iş dünyası' üçgeninde etkili hamleler yapabilen Cemaat'in bir ayağı böylece kırılmaya başlanıyordu. 17/25 Aralık darbesini milletin gözünün içine baka baka yapan Fetullah Gülen cuntası kimseden korkmuyordu. Başbakan Erdoğan'ın 30 Mart yerel seçimleri kampanyasında yaptığı konuşmalara kimse aldırmıyordu. Başbakan'ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklarken yaptığı "Çankaya'da 2 hayati görevim olacak. Birisi, Cemaat'in tasfiyesini bizzat yürüteceğim. İkincisi barış sürecinin takipçisi olacağım'' sözlerindeki derinliği de bunlar bir türlü kavrayamıyordu. İşte, anlayacakları dilden İstanbul Cumhuriyet başsavcılığı konuşmaya başlıyor. Fetullah Gülen'in emniyet-yargı cuntasının inlerine girilmesinin düğmesine basılıyordu. Yargıtay seçimlerinde Cemaat'in çevirdiği hamleler yeterince işaret veriyordu. Ekim'deki HSYK seçimlerine enine boyuna hazırlanan Cemaat'in, yargı ayağının da kırılmasının gereği ortaya çıkıyordu. Malum, Kırmızı Kitap, Türkiye'nin iç ve dış tehditlerini sıralıyordu. Siyaset Belgesi'nin uygulama esaslarını gösteren 'Strateji Belgesi'nde isimlendirilen tehditlere karşı hangi önlemlerin hangi araçlarla ve hangi yolla alınacağı gösteriliyordu. Kırmızı kitaba giren bilgilere göre: ''Fetullah Gülen cuntası ulusal güvenliğimizi tehdit eden bir yapıdır” anlamı çıkıyordu. Başbakan, Fetullah Gülen'i Amerika'dan çekip almaya kararlı görünüyor; ATV-AHaber TV yayınında "Amerika'nın Gülen konusunda tavır almasını bekliyorum. Obama'ya bunu söyledim. Bir kırmızı bülten çıkardığımız andan itibaren, şu anda bulunduğu yerde duramayacaktır" sözleri, önemli bir gelişmenin işaretini veriyordu. Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı'na başladıktan sonra ABD'nin Gülen'in 3'üncü bir ülkeye geçişine yardımcı olması söz konusuydu.
Sonuç: Fetullah Gülen'in yeni adresi, belki de Britanya İmparatorluğu’nun parçalarından Yeni Zelanda olacaktı. Evet, 10 Ağustos Fetullah Gülen'in inlerinin dağıtılması sürecinin önemli bir aşaması olarak ta tarihe yazılacaktı”[1]diyen Bülent Erandaç, yoksa Cemaat’e yeni görevler verildiğini ve Erdoğan’la danışıklı dövüşün başka bir görüntüyle devam edeceğini gizlemeye mi çalışmaktaydı?
Poyrazköy’deki “sır silahları” bulan da gözaltındaydı!
Ergenekon kapsamsında ve Kafes eylem iddiasında Poyrazköy cephaneliğini ortaya çıkaran eski Terörle Mücadele Şubesi Müdürü Ömer Köse de gözaltına alınanlar arasındaydı. Ömer Köse, Ergenekon sanığı Bedrettin Dalan'a ait araziye gömülü silahları ortaya çıkaran isimdi. O silahlardan yola çıkılarak başlatılan soruşturma sonrasında hazırlanan Kafes iddianamesinin temeli sayılan 3 No'lu DVD'nin üzerindeki kara bulutlar kamuoyunun gündemine taşınmıştı. 2009 yılının Nisan ayında Poyrazköy'de bulunan silahlar sonrası hazırlanan Kafes iddianamesi çok tartışılmıştı. İddianamedeki çelişkileri ve tuhaf noktaları bir dönem Taraf'ta yazan Yıldıray Oğur, 17 Ocak 2014'te Türkiye gazetesinde "Nasıl 'Kafes'lendik?" başlıklı yazısında çarpıcı ayrıntılar aktarmıştı: Kafes İddianamesindeki diğer 33 sanık hakkındaki iddiaların hepsi aynı cümleyle başlıyor: Levent Bektaş'ın iş yerinde ele geçen 3 nolu DVD’deki.. Evet, davanın temeli o DVD çünkü.
21 Nisan 2009 tarihinde aranan Bektaş’ın iş yerinde el konmuş DVD aslında 22 Nisan tarihinde Emniyet’te incelenmiş ve bir suç unsuruna rastlanılmadığı diye rapor tutulmuş. Bektaş’a sorgusunda Kafes planı da sorulmamıştı. Sonra birden 4 Mayıs’ta DVD tekrar incelenmeye alınmış ve 11 Mayıs’ta rapor savcıya aktarılmıştı. Rapora göre ”Okul” adlı videonun arkasına saklanmıştır Kafes Planı. Davada tuhaflıklar zinciri bundan sonra başlamaktaydı. Çünkü daha bu araştırmayla plan bulunmadan çok önce 27 Nisan’da sanıklardan birine Kafes’i sormuşlardı. En tuhafı bu değildir ama. Planın başında durum tespiti yapılırken “29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde bekledikleri başarıyı elde edememiştir” ifadesi kullanılmıştı. Hâlbuki planın tarihi 30 Mart 2009. Yani seçim sonuçları bile tam belli olmadan Denizciler oturmuş ve AKP’yi köşeye sıkıştırma aşkıyla bir günde, içinde ayrıntılı planların, fişlemelerin, haritaların olduğu Kafes Eylem Planı’nı yazmıştı!?
Sonunda Paralel Operasyonu başlamıştı!
Cemaate yönelik 'paralel yapı' operasyonu nihayet başlamış, 17 ve 25 Aralık operasyonlarına katılan polisler sahur vakti evlerinde basılıp gözaltına alınmıştı. 17 ve 25 Aralık soruşturmalarına katılan ve Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından ‘darbe yapmak’la suçlanan polislere yönelik operasyonun düğmesine basılmış İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekipleri, savcılığın talimatı üzerine, şüpheli olarak görülen polislerin evlerine gece saat 01.30 sularında baskın yapmıştı. Başbakan Tayyip Erdoğan, daha önce medyaya yansıyan röportajında, "darbe girişiminde bulunan yapıya yönelik operasyonların başlayacağını ve operasyonları yeni atanan Süper Yetkili Sulh Ceza Hâkimleri’nin yapacağını" açıklamıştı.
Zekeriya Öz'ün operasyon tepkisi ağırdı!
17 Aralık soruşturmasının başındaki isim Zekeriya Öz, 17 Aralık polislerine yapılan operasyon için twitterden tepki yağdırmıştı! 17 ve 25 Aralık operasyonlarına eklenen polislere yönelik sahur vakti yapılan baskına 17 Aralık soruşturmasının başındaki dönemin İstanbul Başsavcıvekili Zekeriya Öz'ün tepkisi ağırdı. Zekeriya Öz, operasyonun ardından twitter hesabından "Evindeki paraları sıfırlayamayanlar devletin ve milletin itibarını sıfırladılar. Şimdide masumlara iftira atıp onları da sıfırlamaya çalışıyor" mesajı paylaşmıştı. “İsrail Gazze'ye saldırdı Türkiye misilleme olarak polislere kara harekâtı başlattı. İsrail'e gücü yetmeyen zavallılar polise sahurda saldırdı” diyen savcı, Ergenekon ve Balyoz davası nedeniyle yaktıkları canları unutmuş gibi davranmıştı.
Hurşit Tolon'dan Gülen cemaatine cinayet suçlaması
Orgeneral Hurşit Tolon, Zirve cinayetinin arkasında Gülen cemaatinin olduğunu açıklamıştı. Ergenekon ve Zirve Yayınevi Davası'ndan tutuklu bulunan ve uzun tutukluluk süresi sonunda serbest bırakılan emekli Orgeneral Hurşit Tolon, Habertürk gazetesinden Kübra Par'a konuşurken: “Bu menfur cinayet 18 Nisan 2007'de işlendi ve failleri olay yerinde suçüstü yakalandı. Yargılandılar ve hüküm giydiler. Olaydan üç buçuk yıl sonra, günümüzde artık yaptıkları deşifre olmuş bir grup Emniyet ve Yargı Mensubu; kırk ayaklı Ergenekon kumpasının bir ayağını da Malatya'ya taşıyıp, beni somut hiçbir delil olmamasına rağmen, bu menfur cinayet ile irtibatlandırmaya çalıştılar. Oysa bu Zirve cinayetinin arkasında kesinlikle paralel yapı vardı. Dış mihraklı grupların da destek verdiği inancındayım” açıklamasını yapmıştı. Paralel operasyondan bir kaç gün önce gelen bu açıklama, CIA Cemaatinin bütün kirli çoraplarının söküleceği mesajını taşımaktaydı.
Ve yine Fetullahçı Ramazan Akyürek’in Danıştay’a sır ziyareti 8 yıl sonra ortaya çıkmış; cinayetten bir gün önce arka kapıdan Danıştay’a girdiği kulislere yansımıştı!
Başta Ergenekon tertibi olmak üzere Hırant Dink cinayeti ve Danıştay saldırısı gibi birçok kritik olayda adı geçen eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı (Cemaat elemanı) Ramazan Akyürek’in Danıştay saldırısından bir gün önce arka kapıdan Danıştay’a gizli bir ziyaret yaptığı iddiası ortalığı karıştırmıştı. 2006 yılında Alparslan Arslan tarafından gerçekleştirilen ve Danıştay İkinci Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’in ölümü ve Daire Başkanı Mustafa Birden ile 4 üyenin yaralandığı olayla ilgili yeni bilgilere ulaşılmıştı. İddialara göre, Alparslan Aslan’ın saldırı öncesi Danıştay’da keşif yaptığı gün, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanlığına yeni atanan Ramazan Akyürek ve yanındaki ekip, Danıştay’a arka kapıdan girerek Danıştay 2. Dairesi’nin de bulunduğu kat da dahil olmak üzere bazı kişilere ziyarette bulunmuşlardı. Ziyaret öncesi Danıştay’da görevli bir polisten kendilerini arka kapıdan almasını istediği öğrenilen Akyürek ve ekibinin ziyaret sırasında yanına cep telefonu da almadığı ortaya çıkmıştı.
Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in kardeşi Mehmet Akyürek’in TSK’da Tuğgeneral rütbesiyle görev yaptığı anlaşılmıştı. Akyürek’in Ağustos’taki Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantısına dosyasının geleceği konuşulmaktaydı.
Ramazan Akyürek Emniyet içindeki Fetullahçı yapılanmanın başta gelen isimlerinden biri olarak tanınmıştı. Sicilinde dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır tarafından “Emniyetteki hizipleşme içinde irticai akımlara (Fetullah) yakın. Dikkat edilmelidir” notu vardı. Bu nedenle 100 üzerinden 35 sicil notu verilen tek polis konumundaydı.
MİT, Genelkurmay’a 2 bin isim mi ulaştırmıştı?
Genelkurmay Başkanlığı ve Başbakanlık, geçen hafta yandaş basında çıkan, “40 paralel paşa” haberini resmi açıklamalarla yalanlamış ancak, asker içindeki F tipi örgütlenmeye ilişkin sıkıntının ciddi boyutta olduğu ortaya çıkmıştı. MİT’in F tipi örgütlenme ile ilişkisi olduğu saptanan ve ağırlığını astsubayların oluşturduğu yaklaşık 2 bin ismi Genelkurmay Başkanlığı’na bildirdiği konuşulmaktaydı. Kulislere yansıyan bilgilerin ayrıntıları, Gülen cemaatinin, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde çok ciddi bir tehdit durumuna geldiğinin kanıtıydı. AKP ile Cemaat’in arasının bozulmasından sonra hükümetin, bürokrasi içindeki F tipi örgütlenmeye yönelik başlattığı operasyona ilişkin çalışmalar sürerken, Harp Okulu, Askeri Liseler ve Astsubay Hazırlama okullarına alınan 300’e yakın öğretmen, öğretim elemanı ve yardımcı personelin Gülen Cemaati ile ilişkili olduğu anlaşılmıştı. Hatta Balyoz kumpası ile cezaevine atılan subayların yerine atama yapan iki şube başkanı albayın da F tipi örgütlenme ile yakın ilişkide olduğu anlaşılmıştı.
Askerden Hükümete: “Jandarma’yı sivilleştirmeyin” uyarısı!
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in, Haziran ayında İçişleri Bakanı Efkan Ala ile gizli bir görüşme gerçekleştirdiği anlaşılmıştı. Görüşmede, Özel’in Jandarma’nın sivilleştirilme çalışmalarından duyulan rahatsızlığı Ala’ya ilettiği kulislere yansımıştı. Bu görüşmede PKK ve IŞİD faaliyetleri ile F tipi örgütlenmenin asker içindeki faaliyetlerinin yanı sıra, Jandarma’nın sivilleştirilmesi de ele alınmıştı. Necdet Özel’in Efkan Ala’ya, Jandarma’nın askeri kolluk özelliğinin kaldırılmasıyla oluşacak riskli boşlukları ve bu konuda duyulan rahatsızlığı aktarmış, Askerin uyarılarının ardından hükümetin Jandarma’nın faaliyetlerine yönelik çalışmalarını bir süre ertelediği ortaya çıkmıştı. Oysa İçişleri Bakanı Ala’nın hazırladığı ve Başbakan Yardımcısı Atalay, Adalet Bakanı Bozdağ’ın üzerinde çalıştığı taslağın Meclis tatile girmeden yasalaştırılması planlanmıştı. Jandarma, şu anda idari olarak İçişleri Bakanlığı’na bağlı olmakla birlikte, terfi ve atamalar bakımından Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın bünyesinde faaliyet yapmaktaydı.
Fetullah Gülen için kırmızı bülten mi çıkarılacaktı!
Bu arada Başbakan Erdoğan, Fetullah Gülen ile ilgili endişelerini Obama'ya aktardığını açıklamıştı. Başbakan ve Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan, cemaatle ilgili sorunun dershanelerin kapatılma kararıyla başladığını söyleyerek, mücadelenin aralıksız süreceğini vurgulamıştı. Gülen ile ilgili endişelerini Obama'ya da aktardığını anlatan Erdoğan, "Hakkında kırmızı bülten çıkardığımızda bulunduğu yerde duramayacak" sözleri, Mehmet Barlas’ı bile şaşırtmıştı.
Yargıtay Cemaat’e sahip çıkacak mıydı?
Yargıtay'da 11 gündür devam eden seçim maratonunu 'sosyal demokrat-cemaat' ittifakı kazanmıştı. HSYK’nın yapısını ve yargı bürokrasisini yeniden düzenlemek ve bu kurumlardaki ‘cemaat etkinliğine son vermek’ için de yasal değişikliklere giden hükümet, Yargıtay’daki Birinci Başkanlık Kurulu seçimlerinde umduğunu bulamamıştı. Gazetelerin haberlerine göre yapılan bu seçimlerde 12 kişilik kurulun üyeliklerini, ‘bazı sosyal demokratlarla cemaat arasındaki ittifak’ kazanmıştı. Ve zaten "eğer Metin Feyzioğlu yeni yargı yılı açılış töreninde konuşturulursa, ben o toplantıya katılmam!" diyen Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'ın bu tehditvari temennisini Yargıtay üyeleri hesaba katmamıştı!
Ergenekoncuları Erdoğan değil de Gülen mi çıkardı!?
Ergenekon davasından tahliye olan Yalçın Küçük, ODA TV'de yayınlanan yazısında Erdoğan İktidarınca değil Fetullah Gülen tarafından serbest bırakıldıklarını yazmış ve tam bir Sabataist şeytanlığıyla, mağdurların ve yakınlarının Erdoğan’a minnet duyup Cemaat’e kin tutmalarını önlemeye çalışmıştı: Balyoz ve Ergenekon sanıklarının, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı ‘hak ihlali’ kararlarının ardından tahliye edilmeleri üzerine, bu tahliyelerin, ‘Hükümet-Cemaat kavgası’nın ardından, hükümetin ve özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın baskısıyla olduğu iddiaları yazılıp konuşulmaktaydı. Başbakan Erdoğan'ın tahliyelerin ardından “Teşekkür beklemiyoruz ama…” temalı konuşmalarla, özgürlüğüne kavuşan bazı sanıkların tahliye olduktan sonra yaptığı açıklamalar ve özellikle AKP’ye yakın yayın organlarına verdikleri demeçler de bu yorum ve kanaatleri doğrulamaktaydı.
İşte Balyoz ve Ergenekon sanıklarının ‘Hükümetin ve Erdoğan’ın baskısıyla serbest bırakıldıkları’ yönündeki bu yaygın kanaate taban tabana zıt bir yorum, bizzat tahliye edilen isimlerden olan Prof. Dr. Yalçın Küçük'ten gelmesi kafa karıştırıcıydı.
Yalçın Küçük, ODA TV'de yayınlanan yazısında, “tahliyeleri Erdoğan'ın değil Fetullah Gülen'in yaptırdığı” iddiasını gündeme taşımıştı. Yalçın Küçük, cezaevinden çıktıktan sonra bu yönde açıklamalar yapan özellikle asker kökenli sanıkları da sert sözlerle eleştirip “Bunları hem belleksiz buluyorum ve hem de çok yumuşaklar. Biz pek yumuşak olana artık paşa demiyoruz” diye çıkışmıştı.
Oysa Cemaat-Hükümet kavgası Dış Güçlerin bir planıydı!
Akşam gazetesi 27 Haziran 2014 günü “Karargâhta 40 Paralel Paşa” manşetiyle çıkmıştı. Haberde bir kuvvet komutanının da ‘paralel’, yani Hizmet hareketinden olduğu iddiası yer almıştı. Habere göre bu bilgileri Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla oluşturulmuş özel bir ekip 3 ayda ortaya çıkarmıştı ve ekibin bulgularına göre “her iki askerden biri paralel”di, yani Cemaatle irtibatlıydı. TSK’nın % 50’sinin Cemaatçi olduğunu iddia eden haberde, Jandarma’da bu oranın çok daha yüksek olduğu, Askeri Yargı’nın ise Cemaat’in eline geçtiği iddiaları sıralanmıştı. Yine iddiaya göre bu kişiler önümüzdeki günlerde toplanacak olan Yüksek Askeri Şura’da tasfiye olunacaktı. Tabi bu haberi önce Cumhurbaşkanlığı yalanlamıştı. Cumhurbaşkanlığından “Bugün bir gazetede Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi ve üst rütbeli subaylarıyla ilgili yapılan yayını Sayın Cumhurbaşkanımız büyük bir sorumsuzluk örneği olarak görmüş ve bundan derin üzüntü duymuştur” açıklaması yapılmıştı. Ardından Genelkurmay Başkanlığı iddiaları sert bir dille yalanlamış ve iddiaların “hiçbir hukuki, insani ve vicdani dayanağı bulunmadığını” vurgulamıştı. Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay’dan sonra Başbakanlıktan da; "Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla özel bir ekip oluşturulduğu biçimindeki iddia gerçeği yansıtmamaktadır” şeklinde tekzip yayınlanmıştı.
Ortada büyük oyunlar tezgâhlanıyordu, Türkiye büyük bir hesaplaşamaya şahitlik ediyordu. Bazıları sorunu sadece Hükümet-Cemaat kapışması olarak değerlendiriyordu, oysa yaşananlar devletten tasfiye olan bir ekibin ve bir zihniyetin eski mevzilerine geri dönüş macerasını yansıtıyordu. Hükümet, özellikle AKP’nin zirvesi kişisel kızgınlık ve öfkenin de etkisiyle tek bir noktaya, daha doğrusu odaklanması istenilen yere doğru saldırıyor; Cemaat de aynı şekilde Hükümet’e karşı pozisyon alıyordu… Belki de tarihimizde hiç görmediğimiz sertlikte bir kan davası, makam ve menfaat kavgası yürütülüyordu, ancak kanaatimce bu oyunun iki aktörünün çok daha ötesindeki dış güçler boyutu halkımızdan özenle gizleniyordu.
1 Ocak 2013’te, yani bundan yaklaşık 1,5 yıl önce Star gazetesinde “Dört Derste Hükümet Nasıl devrilir” başlıklı yazımda şöyle demişim:
“Hükümeti devirmede en iyi yöntem ise böl-yönet. Tipik bir İngiliz geleneği olan bu yöntem defalarca denenmiş ve başarılı olmuştur. ‘Böl-yönet’te iki noktaya çalışılabilir: 1) Yukarıya, 2) Tabana… Bunlar içinde en ‘kolayı’ Cemaatle gerilime oynamak gibi duruyor. Çünkü bu konuda fitneye oldukça müsait bir ortam zaten mevcut. Ayrıca rahmetli Yazıcıoğlu’nun tabiriyle “sürülmüş tarlalar”ı da unutmamak lazım. Ancak partinin Cemaat ile bir çatışmaya girmesi intihar etmek anlamına gelir. Çünkü Cemaat siyasi bir yapı değil, sosyal bir olgudur. Cemaat AKP’nin tabanı dendiğinde akla gelebilecek en sıkı ve en geniş kitlelerden de bir tanesidir… Siyasi partiler sosyal yapılar ile kavga etmeye başlarlarsa kendi altlarını oyarlar. Bu bağlamda 2013’ün Hükümet açısından en büyük tehlikesi ve muhaliflerin en çok çalışacakları zayıf nokta hala Parti-Cemaat ilişkileridir.”
Yukarıdaki satırlar takip eden 1,5 yılda neredeyse bire bir çıktı. Parti tabanındaki en büyük destekçilerden birini kaybetti, bence zayıfladı… AKP çevreleri ise 30 Mart seçimlerinde, aldıkları sonuçları kanıt göstererek artık Cemaat’e ihtiyaçlarının kalmadığını kanıtladıklarını düşünüyorlar. Oysaki seçim sonuçları detaylı incelendiğinde dahi durumun böyle olmadığı görülüyor. Kaldı ki Cemaat’in Hükümet’e olan desteğinin sadece oy ile ölçülmesi yanlıştı. Bürokraside ve medyada Cemaat, Parti’nin en etkili savunucusu ve kollayıcısı idi. Parti-Cemaat bölünmesi Hükümet’i böylesine etkili bir koruyucudan mahrum bırakmakla kalmamış, aynı zamanda birbirine en çok zarar verme gücüne sahip iki eski ortağı kanlı bıçaklı konuma taşımıştı. “Ben meselenin kendiliğinden geliştiğini düşünenlerden değilim…” diyen Sedat Laçiner, her nedense, bizim yazının girişinde hatırlattığımız ABD ve Yahudi Lobileri boyutuna hiç dokunmamıştı.
Cemaat ile Parti’yi düşman kardeşler haline getirme hayali 2002’den bu yana hep vardı. Zaten Parti’nin içinde buna müsait bir damar da hazırdı. “Bunlara ekmek-su bile vermemek lazım” sözlerini 2005 gibi nispeten erken tarihlerde bizzat bazı partililerin ağzından duymuştum. Bu öfkenin altında ise Milli Görüş yıllarından gelen cemaatler arası rekabet yatmaktaydı. Taraflar birbirlerine hiçbir zaman % 100 güvenmediler, ancak onların ortaklığı zaruretten bir işbirliği idi. Detaylarına fazla girmeyeceğim, ancak 2010’a kadar işbirliği büyük ölçüde devam etti. 2010’dan sonra ise ikili arasına kara kediler girmeye başladı… Kim ne derse desin, kanaatimce ilişkilerdeki bozulma bilinçli ve planlı bir stratejinin parçasıydı. Hükümet bir yandan Cemaatsiz de yapabileceğine inandırıldı, diğer taraftan Cemaat’in aslında dost değil, düşman olduğu kanaati yaygınlaştırıldı. Hükümetin söz konusu telkinlere yatkın hale gelmesinde şüphesiz seçim sonuçlarının etkisi büyüktü. Nitekim bazı partililerin basına çıkıp “artık ittifaklara ihtiyacımız yok” türünden açıklamalar yapması bu döneme rastlamıştı.
Buna rağmen Referandum gibi bazı yarım kalmış işler nedeniyle ortaklık devam etti. Ancak Ordu’da darbeci kanadın tasfiye edilmesi ve halk desteğinin rekor düzeylere ulaşması Hükümetin özgüvenini aşırı düzeylerde arttırdı. Hükümet, bu ortamda Fetullah Gülen’e sempati duyan tüm bürokratları devletten ayıklamaya ve Cemaat’in insan gücünü besleyen dershaneleri tamamen kapatmaya karar verdi. Bu ani hareket karşısında Cemaat’in tepkisi ise öncelikle Hükümet’e sağladığı koruma kalkanını tamamen kaldırmak ve Hükümet’in açığı olarak gördüğü hataları kamuoyu ile paylaşmak oldu. Böylece tetiğe basılmış, silah ateşlenmiş durumdaydı. Artık kurşunu yakalayıp geri yerine yerleştirmek imkânı kalmamıştı, bir kan davası başlamıştı. Zaten istenen de buydu: AKP öylesine büyümüş ve güçlenmişti ki onu ancak kendi hataları ve bir de Cemaat yıkabilirdi. Ve diğer taraftan yüz binlerce öğrenci yetiştiren, geniş bir medya ve entelektüel camiaya hükmeden, bürokraside etkin hale gelmiş bir Cemaat’i de ancak Hükümet yok edebilirdi. Başka bir deyişle, birileri dinsizin hakkından imansız gelir deyip düşmanlarını vuruşturma hesapları yapmış, bunda da başarılı olmuşlardı.
Bazı Zaman yazarları da intibaha gelip Cemaat’in yanlışlarını yazmaya başlamıştı!
Herkesten önce Hüseyin Gülerce Zaman gazetesi ve cemaat TV'lerini eleştirmek suretiyle Erdoğan'a yanaşmaya çalışmıştı. Zaman gazetesi yazarı Kerim Balcı dahi cemaatini, eleştirmeye başlamış, Cemaatin siyasetle arasına mesafe koyamadığını vurgulamıştı. Kerim Balcı, özeleştirir makamında Cemaatin yaptığı hataları bir bir sıralamıştı. Balcı, cemaatin, AKP’ye olan vefasının ve kayıtsız şartsız destek çıkmasının faturasını ödediğini yazmıştı. Cemaatin siyasetle arasına mesafe koyamadığının altını çizen Kerim Balcı’nın, Ergenekon davası ve gazetecilerin yargılandığı davalarda da hata yaptıklarını, haksız ve dayanaksız isnatlarla birçok masum insanın canını yaktıklarını itiraf etmesi enteresandı. Ancak buna rağmen Fetullah Gülen’in “Hakka Hizmet Partisi” adında bir partiyle siyasete gireceği iddiaları sonunda “Merkez Partisi” ile gerçeğe dönüşmüş durumdaydı. Fetullah Gülen’in, içinde AKP’den istifa eden sekiz vekilin de olduğu yeni bir partinin kurulması için düğmeye bastığı zaten öteden beri yazılıp konuşulmaktaydı. Böylece “Cebrail bile parti kursa peşine gitmeyeceğini ve siyasete girmeyeceğini” söyleyen Fetullah Gülen bir tutarsızlık daha ortaya koymuşlardı.
Zaman Yazarı Ali Ünal yeni mi uyanmıştı?
“AKP iktidarı, her defasında onlarca subayın “irtica” denilerek ordudan ihraç edildiği YAŞ toplantılarında, Gül’üyle de, Erdoğan’ıyla da sadece şerh koyabiliyordu. Çankaya’da cumhurbaşkanlığı seviyesinde düzenledikleri Cumhuriyet resepsiyonlarına dahi askerler katılmıyor, ayrı resepsiyon düzenleniyor ve buna karşı hiçbir şey yapamıyorlardı. Eşleriyle birlikte alenen aşağılanıyor, fakat sesleri çıkmıyordu. Erdoğan, devam eden başörtüsü zulmü kendisine Birlik Vakfı’nda hatırlatıldığında “Bedel ödemek isteyen, başörtüsünü destekler. Biz bedel ödemek istemiyoruz!” diye cevap veriyordu. Ayakta kalabilmesi için ABD’ye giden Cüneyt Zapsu, Hudson’da Neo-Con heyetine “Bu adamı dreneja süpürmeyin, kullanın!” diyordu. Nihayet devir dönüyor, ülkenin vatansever evlatları bu gidişe dur diyor ve Türkiye’de ilk defa bir sivil iktidar, muktedir olabilmeye başlıyordu. Fakat yine sahneye hak hukuk bilen insanlar çıkıyor, en güçlü döneminde iktidara karşı da yapmaları gereken vazifeyi yapıyordu. Tonlarca belgeye dayalı olarak içlerinde bakanların, bakan oğullarının, hatta Başbakan oğlunun bulunduğu belki tarihte ender görülecek çapta bir yolsuzluk, kara para aklama, rüşvet ve zimmet soruşturmasına imza atılıyordu. Operasyona başlarken de bir şube müdürünün dediği gibi, 2 saat içinde görevlerinden olacaklarını tahmin ederek bunlar yapılıyordu. Bu bile, onların ne kadar samimi olduklarını göstermeye yetmiyor muydu? Kimse yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama ve zimmet iddialarını yalanlayamıyordu. Ama belki tarihte ve azıcık hukuk saygısı olan hiçbir iktidarın yapmadığını hem de İslâm davasındaki AKP iktidarı yapıyordu. 17 Aralık öncesinde kahramanlar olarak tescil ettikleri Emniyet ve Yargı mensuplarına karşı tam bir kıyıma girişiyor, Balyozcularla, Ergenekoncularla, Öcalan’la, PKK ile ittifaka giriliyor, Öcalan’ın önünde, PKK’nın önünde diz çökülüyordu. Ve tamamen kendilerine göre çalışacak bir Emniyet ve Yargı oluşturmaya, kumpaslarla, yalanlarla, iftiralarla suç üretmeye girişiliyordu.
Ve maalesef Ramazan ayı içinde İsrail Gazze’de vururken; aynı Ramazan ayı içinde, hem de sahurda, hem de söz konusu Yargı ve Emniyet mensupları hiçbir yere gitmezken, AKP iktidarının Türkiye’sinde hapishaneyi en özgür yer olarak görürlerken, bayrama birkaç gün kalmışken, AKP ve Erdoğan iktidarı da, mazlum, masum, sadece vazifesini yapmış Emniyet mensuplarını vurmaya başlıyordu. Dış politikadaki rezaletler iktidarın boyunu aşmışken, Musul konsolosluğumuz personeli IŞİD’in elinde iken, Gazze’deki yangına tek bir damla olsun su gönderebilecek durumda değillerken, buna ne cesaretleri ne ciddiyetleri yeterken, belki ne de böyle bir niyet taşımazlarken; bütün bu rezaletleri ve ülkenin yaşadığı onca zilleti unutturuvermek, gündemden düşürmek, gündem değiştirmek, tonlarca belgeye dayalı yolsuzlukların, rüşvetin, kara para aklama iddialarının üzerini örtmek, cumhurbaşkanlığına giden yolları zulümle döşemek için ülkenin vatansever evlatlarına karşı operasyon düzenleniyordu. Evet, Gazze’de İsrail vuruyordu, AKP ve Erdoğan iktidarı da, Türkiye’yi bu ülkenin vatansever evlâtları için Gazze haline getirmek istiyordu. Yakışır, İsrail’i kuran Siyonist kuruluştan cesaret ödülü alanlara! Soruluyordu kendilerine “Hangi cesareti gösterdiniz de, bu ödülü aldınız?” diye. İşte şimdi, sanki bunların cevabı veriliyordu. Bir de merakım var: Acaba Hayrettin Karaman’dan, Ahmet Akgündüz’den, Faruk Beşer’den, benzer ulemadan fetva alınıyor muydu? Ne de olsa Müslüman, hem de İslâmcı Müslümanlar ya!”[2] diyen Ali Ünal doğru tespitler yapmış, ama dürüst davranmamıştı. Şimdi kendilerine sormak lazımdı:
1- Bu gerçekleri söylemek için 12 yıl beklenmesi neyin icabıydı?
2- Bunca yıl yüksek meziyet ve kerametlerini sayıp durdukları ve nice rezaletlerine mazeret kılıfı sardıkları Erdoğan’ı yeni mi tanımışlardı?
3- Erdoğan’ı Yahudi lobilerinden icazet ve cesaret madalyası almakla suçlarken, aynı mahfillerin himayesiyle Pensilvanya’da barınan Hocalarını nasıl aklayacaklardı?
4- Erdoğan’ın Cemaat’e yaptıklarının aynısını, başta Hocaefendileri kendilerinin de Erbakan’a yaptıklarını, kanal kanal dolaşıp 28 Şubat darbesine arka çıktıklarını ne çabuk unutmuşlardı?
Tam 12 yıl boyunca “Erbakan’ın devamı ve Milli Derin Devletin güdümlü elemanları” dedikleri AKP iktidarına ve Erdoğan’a cephe açan yerel El-aziz Gazetesi şimdi Fetullah Gülen cemaatini “Milli Derin Devletin Gölgesi” yapıp çıkmıştı.
Erdoğan “paralel yapılanma” tarafından kandırıldıklarını, aldatıldıklarını iddia ediyordu. 12 yıl boyunca kandırıldıklarının farkına bir türlü varamayan Başbakan’ın jetonu ancak 17/25 Aralık operasyonları sonucunda düşmüştü! Allah’tan 17/25 Aralık yolsuzluk kovuşturması oldu da aldatılan, kandırılan bir başbakan tarafından yönetilmekten ülke ve millet olarak kurtulduk! AKP’li yandaş gladyatörlere göre Cemaat, 17/25 Aralık operasyonu ile AKP iktidarına darbe girişiminde bulunmuştu!
AKP’ye karşı onlarca darbe planını engelleyen Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını yürütmekle sorumlu tutulan Cemaat havuzcular tarafından darbeci ilan edildi! Cemaat hem darbe karşıtı, hem darbe önleyici, hem de darbeciydi. Aslında tüm bu karmaşa ve keşmekeş içerisinde gizlenmeye çalışılan Başbakan ile İsrail’in mercimeği çoktan fırına verdiği gerçeğiydi. Hakikatte “paralel yapılanma” diyerek suçlanan, hakaretlere uğrayan, itibarsızlaştırılma saldırılarının hedefi haline getirilen milli derin devletti! Cemaat yalnızca bir gölge idi! Milli derin devletin gölgesi!
Kısacası milli devlet, İsrail uzantısı Ergenekon ve Balyoz hükümlülerinin yeniden yargılanma yolu ile tahliye olma ümitlerinin, hayallerinin üzerine “bir bardak soğuk su için” dedi!”[3]
Oysa zavallıların bu kehanetleri tutmamış, Ergenekon ve Balyoz tutuklularının hepsi, Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kararıyla serbest bırakılmıştı. Yani bunlara göre Milli Derin Devlet çuvallamış, Siyonist odakların tutuklu askerleri tahliyesine engel olamamıştı… Eh, kurusıkı palavraların, kendi kısır aklını ve kuruntularını (zanlarını) putlaştıranların sonu elbette böyle olacaktı…
Aynı gazetenin aynı sayısında:
1923 hile rejimi ve köle düzeni, her türlü resmi, sivil örgütü ve yapılanması ile İsrail Devletinin kurulması, korunup kollanması amacına yönelik temellendirildi, dizayn edildi. Dünya Siyonizm’i çıkardığı Birinci Dünya Savaşı sonunda; İngiltere’ye Başkent İstanbul’u, müttefiklerine Anadolu illerini işgal ettirip Ankara merkezli işbirlikçi bir hükümet ve rejim kurdurdu. Ardından müttefikleri Anadolu’dan çekildiler; İngiltere ise Lozan anlaşması yapılıp Cumhuriyet’i ilan etme aşamasına gelindiğinde İstanbul’un işgaline son verdi. Böylece Osmanlı Devleti sona erdirilerek Türkiye Cumhuriyeti Sabetayist unsurlar için bir örtülü Yahudi devleti olarak kuruldu. Dünya Siyonizm’i Osmanlı Devletini yıkarak Türkiye Cumhuriyeti’ni örtülü Yahudi Devleti olarak kurmayı 1897 Basel Konferansında planladı. Bu yüzden Siyonistler biz 20. Asrın ilk yarısında iki tane Yahudi devleti kurduk diye birçok kitaplarında yazmaktadırlar. (Bunların Sabataist Haham diye saldırdıkları Milli Gazetenin muhterem yazarı da aynı iddiaları sık sık köşesine taşımaktadır.)
Günümüz Türkiye’sinde Millî Görüş’ün resmi olmasa da devletin fiili politikası haline getirildiğini içeriden ve dışarıdan pek çok gözlemci görmekte, tespit etmektedir. Bunu iç ve dış bütün engel ve karşı çıkmalara rağmen devlet içinde etkili bir güç olmadan yapacak bir iktidar hiç olmadı. Dünya Siyonist çevrelerinin tepkisini çeken, içerideki uzantılarının hop oturup hop kalkmalarına neden olan, Türkiye’nin eksen kayması şeklinde nitelenen bu 1923 devrimleri karşıtı gelişmeler nasıl ve kim tarafından ısrarla yürütülmektedir? Bu sorunun cevabı olağanüstü önemdedir.
Erbakan ve Millî Görüş’ü temsil eden siyasi organizasyon olarak sadece Saadet Partisi var ki o da rejim işbirlikçilerinin kontrolüne geçmiş bulunuyor! Zaten geçmemiş olsa bile % 1’lik seçmen varlığı ile siyasi aktivitesi tükenmiş, bir tabela partisi haline gelmiş durumda. Siyasal, toplumsal hayat üzerinde hiçbir şekilde etkisi söz konusu olmayan Saadet Partisi’ne bütün bu gelişmeleri mal etmenin mantıksızlığını izaha gerek bile yok.”[4]şeklinde zan ve kuruntular sıralamıştı.
Tabi bir insan “Bu konuda Kur’an ne emrediyor?” diye merak etmiyor, araştırmıyor ve Allah’ın hükmünü ciddiye almıyorsa… “Hz. Peygamber Efendimiz bu hususta ne tavsiye ediyor?” diye bakmıyor ve kendini onunla bağımlı saymıyorsa… Ve yine koyu Erbakancı geçinmesine rağmen onun AKP ve Cemaatle ilgili apaçık beyanlarını hesaba katmıyor, Hocanın sözlerini kendi marazlı mantığına göre yorumlayıp yamuklaştırıyorsa… Yani “Kendi hevasını ve kafasını ilah edinen, (bu nedenle) Allah tarafından bir (fasit) bilgiçlik üzere dalalete sevk edilen…” (Casiye: 23) kimse konumuna düşüyorsa, işte böyle zanları ve zırvaları hikmet diye sunup savunabiliyordu. Oysa “Allah yolunda cihat etmek ve Onun rızasına erişmek amacıyla (yola) çıkanların, hem Rabbimizin hem de müminlerin düşmanı olan (Yahudi Siyonistleri ve Hıristiyan emperyalistleri) kesinlikle dost ve sığınak edinmemeleri” gerekiyordu (Bak: Mümtehine:1)
“Allah’a ve ahret gününe iman eden kimselerin, Allah’a ve elçisine başkaldıran (ve haktan sapıp ayrılan) kimselerle asla bir meveddet (sevgi ve destek) bağı bulunmaması” (Mücadele: 22) isteniyordu. Hem iktidar fetvacılarını, hem Cemaat Hocasını ve bağlılarını, hem de bunları “Hak dava adamları ve Milli Derin devletin elemanları” sayan ve Cemaatle Hükümet arasında bocalayıp duran” (Nisa: 143) şaşkınları şu ayeti kelimeler ne güzel anlatıp uyarmaktadır:
“Size ne oluyor, nasıl (böyle saçma sapık) hüküm veriyorsunuz? Yoksa (Kur’an’ın dışında) bir kitabınız mı var ki, ondan ders okuyorsunuz? (Ki onun) içinde “her neyi kendiniz için seçip beğenirseniz (ve neleri hayal ederseniz), onlar mutlaka sizin olacak diye” (yazılı buluyorsunuz)? Yoksa sizin için (tarafınızdan va’d edilmiş) üzerimizde kıyamete kadar devam edecek bir yemin mi var ki “Siz ne hüküm verirseniz, o mutlaka size kalacak (ve gerçek olacak) diye (yorumluyorsunuz?)” (Şimdi) Onlara sor, hangisi bunun savunulucuğunu yapacak (ve bu soruları yanıtlayacak).. Artık bu (Hak) sözü (ve Kur’an’ın hükmünü) yalan sayanı (ve kendi heva ve kuruntularına uyanı) Sen Bana bırak! Ki, biz onları hiç bilmeyecekleri bir yönden (ve fark etmeyecekleri yöntemlerle) derece derece (adım adım helake ve delalete) yaklaştıracağız. (Şimdilik) Ben onlara mühlet (ve fırsat) veriyorum. Ama elbette benin “Keyd”im (hile ve tuzağım) sapa sağlamdır (Hiçbir hain ondan kurtulamayacaktır).” (Kalem Suresi: 36-40 ve 44-45 ayetleri)
Kimler hangi gerçekleri saklamaktaydı?
“İsrail’i kurusıkı protesto edenler içinde bazı Gizli Yahudiler de vardır. Onlar gerçekten İsrail’e cephe mi aldılar, yoksa (takiyye mi yapılmaktadır?) Gizli Yahudiler, varlıklarını ayakta tutabilmek, hâkimiyetlerini sürdürebilmek ve menfaatlerini koruyabilmek için yalancıktan Müslüman olmuşlardır. Bugün ülkemizde bir milyonun üzerinde Gizli Yahudi yaşamaktadır ve bu rakam kesinlikle abartılı sanılmamalıdır…. Bunların hepsi Selanik Dönmesi=Avdetî değildir, Aleviliğe ve Bektaşiliğe sızanlar Karaylar, Kırımçaklar, Dağ Çufutları (Tatlar), büyük kısmı İran’da yaşayan, Türkiye’ye de sızmış olan Meşhed Yahudileri bunlar arasındadır. En esrarlı olanları da Pakraduni takımıdır. Birinci kılıfları Türk ve Müslümandır. Onu kaldırıyorsunuz altından Ermeni postu çıkmaktadır. Onun altında da esas kimlikleri olan Yahudi postu vardır…. Acaba İslamî hareketin içine de Kripto Yahudiler sızmış mıdır? Çağdaş İbni Sebe’ler var mıdır? Varsa hangi makamlardadır?”[5] diyen muhterem Zat, bizim “Osmanlıdan Cumhuriyet’e Kripto Yahudiler ve Pakraduniler” kitabımızı neden hiç gündeme taşımazdı ve içindeki bilgileri tartışmaya açmazdı?
--
Milli Çözüm Dergisi
[2] 23.07.2014 Zaman, Bir yanda İsrail ve AKP, diğer yanda vatansever insanlar
[3] El-aziz, 4 Haziran 2014, İsrail’le İpler Gerilince Ergenekon ve Balyozculara Af Çıkmadı!
[4] 4 Haziran 2014, İsrail İllegalitede De Havlu Atıyor; Türkiye’ye Engel Yok, El-aziz manşet
[5] 24.07.2014, Milli Gazete