Mart 30 01:01

CUMHURBAŞKANI’NIN, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ FESİH KARARI VE KUŞKULARIMIZ

CUMHURBAŞKANI’NIN, İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ  FESİH KARARI VE KUŞKULARIMIZ

Türkiye, ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi'nden Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ayrılmıştı!

Ahlâki ve ailevi yapımızı temelinden tahrip eden İstanbul Sözleşmesi'nin ilk imzacısı olan Türkiye, Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle sözleşmeden çekilme kararı almıştı. “Toplumsal cinsiyet eşitliği” kılıfı altında eşcinsellik ve lezbiyenlik rezaletini meşrulaştıran İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açılmış ve 1 Ağustos 2014'te yürürlüğe sokmuşlardı.

Resmi Gazete'de AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla yayımlanan kararnamede, "3718 sayılı kararda; "Türkiye Cumhuriyeti adına 11/5/2011 tarihinde imzalanan ve 10/2/2012 tarihli ve 2012/2816 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanan "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi"nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nin 3’üncü maddesi gereğince karar verilmiştir." ifadeleri yer almıştı.

Sözleşmenin feshi, konuya ilişkin bildirimin Genel Sekretere ulaştırıldığı tarihten itibaren üç aylık sürenin bitimini izleyen ayın birinci gününde yürürlüğe girmiş olacaktı. İstanbul Sözleşmesi'nin 80/2. maddesine göre, üç ay sonra ayrılma kararı yürürlüğe sokulmaktaydı.

İyi de, 2004’ten beri sözde AB ile uyum yasaları çerçevesinde, 2014’ten beri İstanbul Sözleşmesi’yle, 17 yıldır açılan yaralar nasıl kapanacaktı? Yıkılan on binlerce aile yuvasının ve yapılan ahlâki tahribatların sorumluluğunu kim sırtlanacaktı? Ahlâki ve ailevi yıkımlarının farkına varıldığı için bir kararname ile kolayca kaldırılan bu mel’anet maddeleri ve rezalet sözleşmeleri nasıl imzalanmıştı? O günlerde ve sonraki süreçlerde başta Milli Çözüm Dergisi olarak yapılan duyarlı uyarılara ve haklı haykırışlara niçin kulak tıkanmıştı? Yoksa neyi imzaladıklarını bilmeyen, veya AB talimatlarına boyun eğen insanlar mı başımızdaydı? Ya da, bütün bu mel’anet ve rezaletlere daha sinsi kılıflar sarılarak yeni kanuni düzenlemeler olarak mı karşımıza çıkarılacaktı?

Üstelik; güya “Aile içi şiddeti ve kadın cinayetlerini önleme” bahanesiyle imzalanan ve uygulanan bu İstanbul Sözleşmesi’yle, tam tersine cinayet ve şiddet olayları da katbekat artmıştı!?

Aşağıdaki ve benzeri olaylar aynen yaşanmış ve mahkemelere aktarılmıştı.

İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği “Şikayetçi kadınların beyanı esas alınır ve ona göre davranılır…” hükmünü esas alan yargı; “Kocam bana şiddet uyguluyor!” diyen eşinin telefon ihbarıyla kocasını “üç ay evden uzaklaştırma” cezasına çarptırmıştı. İstanbul’da yakını ve otel parası bulamayan genç adam evlerini uzaktan gören bir eski fabrikanın bekçi kulübesinden, her gün ve her gece eşinin evine aldığı ve zina yaptığı sözde sevgilisini aylarca uzaktan seyredip kahırlanmıştı. Bu ekonomik, sosyolojik ve psikolojik zulümler adamın ruh ve beden sağlığını da bozmuş, hastalanan, işini savsaklayan adam, bir de pandemi bahanesiyle işinden de atılmıştı.

Şahsiyet ve haysiyetinin böylesine ayaklar altına alınıp ezilmesi, biri kız iki çocuğunun karısının dostuyla aynı evdeki ahlâki problemleri ve hasreti, kendisinin çektiği bunca zahmet ve zilleti asla hak etmeyen ve hazmedemeyen genç adam, sonunda bir yerden ayarladığı tekli bir kırma tüfekle eşine ve sözde sevgilisine ateş edip yaralamıştı. Elbette bu tavrı, asla uygun ve doğru bulunamazdı. Kadına yönelik her türlü şiddet inancımıza da insanlığımıza da aykırıydı. Ama asıl sorun; İstanbul Sözleşmesi’ni bize dayatanların gerçek amacının işte yukarıdaki sorunlara sebep olup azdırmak ve sinirleri gerdirip bu sonuçları hazırlayarak aile yuvamızı temelinden yıkıp toplumu yozlaştırmak olduğunun farkına varamayan iktidarlardı.

 

TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ:

 

Yorum Yaz