Recep T. Erdoğan’ı Köşke çıkarmakla, muhalif kimseler de, O’nun dışında bir başkasını Cumhurbaşkanı yapmakla, Türkiye’de pek çok sorunun halledileceğini ve bozuk giden işlerin düzeleceğini zannetmektedir. Ancak bu bozuk sistem sürüp gittikçe ve Türkiye Siyonist dünya düzeninin dümen suyunda hareket ettikçe, sadece Cumhurbaşkanının veya Başbakanın değişmesiyle hiçbir netice elde edilemeyecektir. Felçli veya alzaymır titrekli ellerle doğru çizilemeyeceği gibi, eğri cetvelle de doğru çizilemeyecektir. Bozuk terazi ile doğru tartmak mümkün değildir. Ülkemizdeki, bölgemizdeki ve yeryüzündeki haksızlık ve yanlışlıkların asıl nedeni “şahsiyet”lerden ziyade, “zihniyet”lerdir. Elbette yöneticilerin karakter ve kabiliyeti önemlidir, etkilidir; ancak bozuk sistem içinde bunlar tek başına yeterli değildir.
Öyle ise yeni Cumhurbaşkanı seçiminde, bu laçkalaşmış sistemi sorgulayacak, yeni ve milli hedeflere öncülük yapacak; devrimci, değişimci ve dirayetli kişiler tespit ve tercih edilmelidir. Hissi ve hamasi bir Erdoğan hayranlığı veya tepkisel ve temelsiz bir Erdoğan karşıtlığı üzerinde kurulu siyasetler boşa kürek çekmektir, hatta küresel güçlere dolaylı hizmet vermektir.
Sn. Hayrettin Karaman gibilerden toplumun bekledikleri
Yeni Şafak gazetesinin ünlü ilahiyatçı yazarı Hayrettin Karaman, laikliğin ve çoğulculuğun İslam’a aykırı olduğunu savunmaktaydı. Karaman ayrıca, “İslam’a giderken (hedefimiz) bir aracın kullanılmasını zaruri kılarsa, o aracı kullanırız” diye yazmıştı. ‘Başbakan Tayyip Erdoğan’a fetva veren din adamı’ olarak bilinen Karaman, ‘Demokrasi çoğulculuk laiklik ve İslam‘ başlıklı köşesinde: “İnsan-Allah ilişkisi ve insanların düzenlemelerinin din ile bağlantısı açısından meseleye baktığımızda çoğulculuk kavramının bizim bünyemize uymadığını söyleyebilirim. Çoğulculuğun temelinde hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün göreceliği ve eşitliği vardır. Bu ise İslâm’ın özüne aykırıdır” görüşlerini aktarmıştı. “İslâm'a göre de insanda irade hürriyeti vardır. Mükellefiyet, cennet, cehennem ve imtihan hep bu irade hürriyetine bağlıdır. Fakat, yasama, irşad yapma, Kur’ani kaideleri geçerli kılma açısından dinin müdahil olmadığı hiçbir alan bırakılmamıştır. Kur'an'ın ilk ayeti Allah'ın adıyla başlamaktadır. Her işe onun adıyla başlarız. Netice itibariyle İslâm ile sekülerizm ve laisizmin uzlaşan, paralellik arz eden yönleri yoktur, bunların yan yana gelmesi imkânsızdır. İslam'da olan, laiklik ve sekülerlik değil, din ve düşünce hürriyeti kapsamındadır” şeklinde, bazı Kur’ani doğrularla kendi yanlış yorumlarını harmanlayıp edebiyat yapan Karaman Hoca’ya sormak gerekirdi:
İmam-Hatip orta kısım talebelerinin bile daha güzel ve etkili cümlelerle dile getirdikleri bu sloganik sözleri tekrarlamak yerine; İslam’a (yani Kur’an’a ve Resulüllah’ın uyarı ve uygulamalarına) uygun, çağdaş ekonomik, siyasi, ilmi ve ahlaki sorunların çözümüne yarayacak kadar da olgun bir SİSTEM hazırlayıp, hiç değilse bir ANAYASA TASLAĞI yazıp, böylece Batıl ve batılı örnekleriyle mukayese ve İslam’ın adalet ve faziletini gösterme gayreti gütmemiz daha ilmi ve gerçekçi bir tavır değil miydi?
Allah aşkına, bu denli hayırlı, yararlı ve lazımlı bir proje üretmeye engel olan, ilmi yetersizliğiniz ve dirayet eksikliğiniz miydi; yoksa imani cesaret ve mes’uliyet fakirliğiniz miydi? Defalarca yaptığımız halde bu yöndeki çağrılarımıza maalesef hiçbir yanıt vermediniz… Şimdi bari “Adil bir düzen ve dünyanın geleceği” konusunda, Akevler ekibinden ve muhterem Süleyman Karagülle’den derlediğimiz, bir takım kanaat ve kaygılarımızı da dile getirdiğimiz aşağıdaki ilmi önerilerle ilgili tenkit, tespit ve tavsiyelerinizi, Allah’ın rızası, İslam’ın hatırı ve insanlığın ihtiyacı aşkına beklemekteyiz.
Adil Devlet Düzeni!
Bize göre; DEVLET canlı gibidir. ULAŞIM kan dolaşımı yerindedir. HABERLEŞME sinir sistemidir. İLİM insanın fikrine, DİN insanın hissine, EKONOMİ insanın sindirim sistemine ve SİYASET insanın beyin ve kas sistemine tekabül etmektedir. Bunlardan biri diğerine hâkim değildir, her biri kendi işini görmektedir. İnsanlık tarihinin başlangıç döneminde “diyanet”, sonra “siyaset” hükmetti; şimdi “ekonomi” hükmetmektedir. Yakında kurulacak “ADİL DÜZEN”de ise inancın ve insanlığın hizmetindeki “İLİM” hükmedecektir. Adil Düzene göre; “MECLİS” yasaları yapacak, “YÜRÜTME” uygulayacak, “YARGI” uygulamadaki yasaların aykırılıklarını saptayacak, “YÖNETME/DENETLEME” yargı kararlarının tatbikini sağlayacaktır. GÖREVLER, YETKİLER, SORUMLULUKLAR ve HAKLAR farklıdır. TÜRKİYE’DEKİ HATA “yürütme” ile “denetleme”nin anayasada birleştirilmiş olmasıdır. Yasama ile yürütme de zaten fiilen birleştirilmiş durumdadır. Bazen yargı yasamanın vesayeti altındadır. Bazen yargı yürütmenin üstüne çıkarılmaktadır. Yürütme yargının insafına bırakılmaktadır. Dokunulmazlıklar ayrı bir sıkıntıdır. Bunların hepsi çelişki ve tutarsızlıktır. Oysa çelişkiler toplum hayatını tıkayıp sıkıntıya sokmaktadır. Bize göre; MECLİS SEÇİLMİŞ “İLİM” ADAMLARINDAN OLUŞMALIDIR. Seçim ekseriyet sistemine göre değil, ilim ve ehliyet sistemine göre yapılmalıdır. Darbeci değişim yerine tedrici değişim fırsatı sağlanmalıdır.
Ve unutulmasın ki; “HUKUKİ DÜZEN”le “ASKERİ DÜZEN” farklıdır. Hukukta yasalar öncelik taşır, herkes yargıya karşı sorumluluk altındadır. Sorumluluk şahsidir, sonuçtan değil davranışlardan sorumluluk vardır. Askerlikte ise emir-komuta esastır. Herkes üste karşı sorumlu tutulacaktır. Askeri yargı bir dayanışma kuruluşudur, kolektif sorumluluk vardır. Birlikten komutan yetkili ve sorumlu olacaktır. Davranışlardan değil, sonuçlardan sorumluluk vardır. Devlet “askeri düzen” ile kurulup korunacak, ama “hukuk düzeni” ile yaşayıp olgunlaşacaktır. Askeri düzen hukuk düzeni için vardır. Devletin varlığı tehlikeye girdiği zaman “hukuk düzeni” değil, askeri düzen uygulanır. Anayasada bu mesele “sıkıyönetim ve seferberlik” maddeleri ile düzenlenmiş durumdadır. Devlet tehlike altındaysa ordu resen müdahale etmek zorundadır. Galip gelirse artık o devleti yeniden hukuk düzeni içinde kuracak ve kollayacaktır.
Bazılarına göre; güvenliğin başka kurumları ise istihbarat ve emniyet teşkilatıdır.
Bize göre; hukuk düzeninde gizli istihbarat meşru sayılmamalı ve hukuk düzeninde asla yer almamalıdır. Dolayısıyla millî istihbarat askerin emrinde olmalı ve yalnız askeri amaçla kullanılmalıdır. EMNİYET teşkilatı ise askeri usulden farklıdır. Askerlikte cephe savaşı vardır. Emniyetin görevi ise ancak yargının belirlediği suçluları yakalamaktadır. Emniyet işleri devletle beraber yerel yönetimlerin görev sahasıdır. Jandarma teşkilatı yeniden yapılandırılıp illerde yerel zabıta oluşturulmalıdır.
Adil Düzene göre: Ekonomide dış ilişkileri devletin teşvik ve garantisinde girişimci halk sağlamalıdır, ihtiyaç duyulan malı tüccarlar alıp satmalıdır. Gümrükler ve kotalar kalkmalıdır. Devlet “karşılıklı (karşılığı olan) para” çıkarmalı ve “faizsiz kredi” ile üretime destek olmalıdır. Uluslararası para olarak kredileşme sistemi oluşturulmalıdır. Kurlar Merkez Bankalarındaki stoklara göre ayarlanmalıdır. Ve Merkez Bankası küresel sermayenin güdümünden kurtarılmalıdır. Bize kendi paralarını veren devletlere biz de kendi paramızı veririz, karşılıklı olarak kendi paralarımızla alış-veriş yaparız. Diğerlerinin paralarını ülkemiz bankalarında konvertibl yapmalıyız... Böylece karşılıksız kağıt parası ve sömürü aracı olan Dolar’ın esaretinden kurtulmalıyız.
Sömürü sermaye sistemi olan Kapitalizmin işçilik düzeni firavunların kölelik düzeninin çağdaş şeklidir. Malumunuz taşeronluk konusu Türkiye’nin kangrenleşen bir problemidir. AKP ile birlikte bu kanayan yara derinleşmiştir. İşsizliğe kalıcı bir çözüm bulamayan hükümet, buradaki acizliğini işçilik maliyetlerini düşürerek örtmeye yeltenmiştir. Yapılan özelleştirmelerin istihdama artı bir katkı yapmaması, devletin de üretimden elini çekmesi istihdam konusunda ülkeyi çıkmaz bir sokağa doğru sürüklemiştir. İstihdam sorununun özel sektör eliyle çözülmek istenmesi de taşeron algısının iyiden iyiye kök salmasıyla neticelenmiştir. Türkiye’de de özel sektörün rekabet edilebilirliğin ön şartını işçilik maliyetlerinde görmesi, hükümetin de bu anlayışı desteklemesinden dolayı taşeronluk, özellikle son 10 yılda alabildiğine yaygın hale gelmiştir. Gelinen noktada bırakın özel sektörü bugün kamudaki işlerin bile neredeyse yarıdan fazlası taşeron işçiler eliyle yürütülmektedir. Ücretlerin düşük olması, ağır çalışma şartları ve emeğin değersizleştirilmesi taşeronluğu adeta toplumsal bir yara haline getirmiştir. Son olarak Soma faciasında bu felaketle bir kez daha yüz yüze gelinmiştir. Hükümet sözde kendi büyüttüğü bu `kölelik düzenine’ bir çözüm bulmak adına bazı göstermelik çalışmalar yapsa da bu konuda da hiçbir zaman samimi hareket etmemiştir.
Kur’an’a Göre Devlet Başkanı Seçimi
Adil Düzen’de devlet; “yasama, yürütme, yargı ve yönetme/denetleme” olmak üzere dört güçten oluşacaktır. lYasama kuralları koyacak. lYürütme kurallara göre işleri yapacak. lYargı yürütmede yasalara aykırı yapılanları saptayacak, lDenetleme (Murakebe, teftiş, kontrol) ise yargı kararlarına ve adalet kurallarına uygunluğu sağlayacaktır. Devlet başkanı da bu kurumlar arasındaki dengeyi kurup koruyacaktır.
YASAMA sadece yasa yapmalı; yürütmeye, yargıya ve denetlemeye karışmamalıdır. YÜRÜTME de sadece yürütme (hükümet) işlerini yapmalı; yasamaya, yargıya ve denetlemeye karışmamalıdır. YARGI da kendi işini yapmalı; yasalar koymaya kalkışmamalı, yürütme ve yönetmeye karışmamalıdır. YÖNETME/DENETLEME de sadece yargı kararlarını uygulamalı, kontrol mekanizmasını çalıştırmalı; yargıya karışmamalıdır, yasama ve yönetmeye tahakküme kalkışmamalıdır. İşte bu dört kurum arasında dengeyi sağlayacak olan kişi “devlet başkanı”dır. Kurumlar arasında çıkacak her türlü anlaşmazlığı “devlet başkanı” çözüme kavuşturmalıdır. Elbette tarafların yargıya gitme yetkileri vardır, “hakemlerden oluşan yargı” son noktayı koyacaktır. Devlet başkanı kurumların üstündedir ama hakemlerin üstünde değildir, denge böyle sağlanır. Türkiye’de ise yargı maalesef meclisin ve hükümetlerin sürekli müdahalesi altındadır. Bu durumda devlet başkanını meclisin veya halkın seçmesi farksızdır, sorunların çözümüne katkı sunmayacaktır.
Kur’an’a göre iki türlü başkanlık vardır
a) Devlet başkanı ilim adamıdır ve Meclisin başkanıdır. Yürütme (Hükümet) için sivil birini başbakan yapacaktır. Asker birini de orduya başkomutan atayacaktır. Kur’an bu devlet şeklini Talut misali ile anlatır. Osmanlı yönetimi sistemi bunu andırmaktadır.
b) Veya Devlet başkanı asker bir zattır. Yönetimin başındadır ve başkomutandır. Genelkurmay başkanı orgeneral seviyesinde olacaktır. Ordu komutanları doğrudan devlet başkanına bağlıdırlar. Bu devlet başkanı sivil başbakanı atayacak, yürütmeyi o yapacaktır. Peygamberimiz Hazreti Muhammed (SAV) böyle bir devlet başkanı konumundadır. Çünkü kendileri fiilen cihat komutanı ve başkumandanıdır. Bugünkü anayasamızda devlet başkanının başkomutan olduğu ifade edilmiştir ki bu ikinci tip devlet başkanlığına yatkındır.
Siyonist Sermaye Rejimi!
Son beş yüz senedir siyasilerin elindeki yönetim gücünü sömürü sermayesi eline geçirmiştir. Bugün yeryüzünü “karşılığı olmayan parayı” keşfeden sömürü sermayesi yönetmektedir. Siyasiler doğrudan veya dolaylı olarak sermayenin emrindedirler. Çağın en büyük sorunu olan işsizliği şimdilik kısmen de olsa sermaye çözdüğü için halk sermayenin yanında yer almak mecburiyetini hissetmektedir. Sermayenin icat ettiği “karşılıksız para” sayesinde sermaye sonsuz güce sahiptir. Bugün “para” ile “silah” yani “sermaye” ile “siyasi güç” çatışık vaziyettedir. Sömürü sermayesi silahı/devleti yenmek için parası/sermayesi ile yeryüzünde fesat çıkarmakta, halkı devletine karşı isyana sürüklemektedir. Devletler terör olaylarına ve sabotajlara karşı çaresizdir.
İşte bu Siyonist sermaye; Türkiye Suriye’ye saldırsın ve Şam’a girsin istemektedir. Ardından İsrail de Golan tepelerinden saldıracak ve Suriye’nin yarısını işgal edecektir. Çin büyük imkânlarla İran’ı destekleyecek, oradakileri Türkiye’ye saldırmaya ikna edecek, İran ile Türkiye arasında çetin bir savaş körüklenecektir. Çin ve Rusya İran’ı, ABD ve AB (NATO) Türkiye’yi destekleyecek, böylece insanlık kanlı “III. dünya savaşı”na itilecektir. İnsanlar belki yıllarca birbirlerini yiyecektir. Sonunda Siyonist odaklar karşılıksız sonsuz sermayesi ile masa başında istediği haritayı dikte edecek, Ortadoğu’da devletleri beşer-onar milyonluk küçük devletçiklere bölecek ve BOP hedefine erişecek, Büyük İsrail hayali gerçekleşecektir.
Yeni uygarlık yolunda Adil Düzen önerileri!
Biz insanlığa “Adil Düzen”i, hazırlayıp getirmeye çalışırken mevcut Siyonist sömürü sisteminin bizimle çatışmaya girmesi normal ve doğaldır. Bu sebepledir ki peygamberler inanç ve ahlak temelleri üzerinde yeni düzen kurmaya ekonomiden başlamışlar, sosyal yapıyı değiştirip geliştirmeye çalışmışlardır. Siyasi yapı daha sonra değişime uğramıştır. Bugün ise durum çok daha karışıktır.
Bugünkü sorunların çoğu ekonomik çarpıklıktan kaynaklanır. Tarım döneminden kalan (Hz. Nuh Nebi döneminden kalma) hukuk düzeni bugünün ekonomik sorunlarını çözmek imkânsızdır. Bu sebepledir ki işe “hukuk ve ekonomi” ile başlanmalıdır. Bu da sömürü sermayesi ile çatışmayı doğuracaktır. Sonunda onların bize saldırmaları normal olaydır, herkesin nefsi müdafaa hakkı vardır. Ancak bu savaşı Milli Görüş – Milli Çözüm ve Adil Düzen kazanacak, Rahmaniler Şeytanileri saf dışı bırakacaktır.
Bu insani düşüncelerimizi ve Adil Düzenimizi gerçekleştirmek için yapılması gerekenler nelerdir?
1) ÂTIL EMEĞİ FAALİYETE GEÇİRMELİYİZ. a) Öğrenciler çalışmamaktadır. Hem okuyan hem çalışan insanlardan oluşan işyerleri kurulmalıdır. b) Durumu müsait olan emekliler çalışmamaktadır. Çalışmak isteyen emeklilere iş sağlanmalıdır. c) Askerleri tüketici konumundan üretici duruma çıkarmalıdır. Bugünkü savaşlar ekonomiye dayalıdır. Ordular kendi kendilerini finanse etmeli, savaş olmadığı zaman ülkeye yük olmamalıdırlar. d) Ev hanımları çalışmamaktadır. Ev hanımlarına uygun güvenli işler açılmalıdır. e) Bürokratların çoğu vatandaşa zorluk çıkarmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bürokratik formalitelerin tamamı kaldırılmalıdır. f) Vasıfsız işçileri eğitip usta-kalifiye ve kaliteye ulaşılmalıdır.
2) ÂTIL İMKÂNLARI DEĞERLENDİRMELİYİZ. a) Ekilmemiş boş arazileri işler hâle getirmeliyiz. b) Ormanları tahrip etmeden yararlanılır hâle getirmeliyiz. c) Boşa akan suları, esen rüzgârları, güneş ışığını/enerjisini, organik atıkları enerji kaynağı hâline getirmeliyiz. d) Atık malzemeleri, değerlendirilmeyen hurdaları, pazarlardaki atık sebzeleri değerlendirmeliyiz. e) Sit alanlarını tahrip etmeden oraları yararlı hâle dönüştürmeliyiz.
Mekke müşrikleri İslâmiyet’in gelmesiyle zarar göreceklerini sanmışlar ve karşı çıkmışlardır. Oysa İslâmiyet sayesinde Mekke ve Medine dünyanın merkezi hâlini almıştır. Adil Düzen, hiç kimseye ve sermaye sahiplerine zarar vermeyecek, aksine onların helal ve meşru çalışma alanını genişletecektir, yani Mekkeliler gibi teslim olurlarsa onlar da kazançlı çıkacaktır.
Bozulan dünya dengesi ve Türkiye’nin görevi.
Dünyada, bizi de yakından ilgilendiren önemli gelişmeler yaşanmaktadır... Ukrayna’daki olayların geçmişle ve dünya dengeleriyle birlikte değerlendirilmesi lazımdır. Siyonist sermaye 1950’den sonra dünyada iki grup oluşturmuşlardı: ABD ile NATO ve Sovyetler ile Varşova Paktı. Bunlar görünürde çatışıp dünyanın barış dengesini koruyacaklardı. Oysa sömürü sermayesi dünya çapında iki güç oluşturup, bunları çatıştırarak, kendi zulüm saltanatını kurmuşlardı. Daha önce Hıristiyanlar ile Müslümanları çatıştırıp bu dengeyi kurmaktalardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise dengeyi rejimlere dayandırarak sağlamışlardı. Türkiye’de Erbakan’ın CHP-MSP koalisyonunu kurması, İran inkılâbı ve Sovyetlerdeki Gorbaçov çıkışı, sömürü sermayesinin bu tezgâhını bozmaya başlamıştır; sömürü sermayesi şimdi kendi işine yarayacak yeni dengeler aramaktadır; ama bulamayacaktır, çünkü zulüm saltanatı sallantıdadır. Çin elindeki dolarları ABD’deki sermayeye aktardı. ABD’de birileri bundan rahatsız olmaya başladı ve Rusya ile anlaşma yoluna kaydı. Çin de ABD’ye yaklaşıyor. Sömürü sermayesi ile devletler çatışıyor. Devlet/ler/in gücü Adil bir düzen kurmaya yeterli olacak mıydı, yoksa tarihi bir hesaplaşma sonucu beklenen değişim mi yaşanacaktı? Sömürü sermayesinin gücü “karşılıksız para”dır. Bu gücüne dayanarak savaşlar çıkarır, mafyalar kurar ve devletlere istediğini yaptırır. Bunu kavrayan Putin ile Obama, ABD’deki “üretici sermaye” ile anlaşarak “sömürücü faizci banker sermayeye” karşı çıkmalıdır. “Faize dayanan para” yerine “emeğe dayanan para” ile sömürü sermayesi yıkılacaktır. Putin ile Obama (ve Erdoğan dâhil diğerleri) bu çözüme yanaşmazlarsa hepsi de ezilip yok olacaktır.
Rusya görevini yapamadı, kutup olamadı; bundan dolayı Rusya etkisiz konuma sokulmaktadır. Türkiye maalesef hala AB’de yer aramaktadır... Ukrayna Rusya’ya başkaldırmıştır. ABD Ukrayna’yı desteklese Rusya ile arası açılacak, desteklemese gücünü yitirmiş sayılacaktır. Ukrayna olayının arkasında ABD’deki sömürü sermayesi vardır. Yapılacak iş sermayenin elinden dolar gücünü almaktır. Bu da ancak Adil Düzenle başarılacaktır.
Özetle yapılması gereken iş “karşılığı olan para” çıkarmaktır.
DÖRT ÇEŞİT PARA ÇIKARILACAKTIR. 1) Kuyumculardaki “altın” kadar “ALTIN PARA” çıkarılacaktır. Halk altınları kuyumcudan bu para ile alacaktır. Bu para bütün İNSANLIK için ortak paradır. 2) Satılığa arz edilmiş “yapılar ve topraklar” karşılığı “TOPRAK PARA” çıkarılacaktır. Halk komisyonculara bu para ile yapılarını satacak ve bu para ile alacaktır. Komisyonculardaki satılık taşınmaz kadar “Toprak Parası” halkın elinde olacaktır. Bu parayı DEVLETLER çıkarır. 3) Mağazalarda satılmak üzere bulunan “malların” alınması için halkın elinde “MADENİ PARA” bulunacak. Halk mallarını bununla satıp, mamul malları bununla alacaktır. 4) Halka sipariş vermeleri için “BUĞDAY PARASI” kredi olarak sağlanacaktır. Tüccarlar, üretim yapan işyerlerine siparişlerini ısmarlayacak, işyerleri işçileri çalıştırıp üretim yaptıracaktır. Böylece “karşılığı olan para” ile tam istihdam sağlanacak, “karşılıksız para” piyasaya çıkmayacak, “faizli para” ile tekel oluşmayacak, sömürü sermayesi fitne çıkaramayacak, savaşları ve anarşiyi kışkırtamayacaktır. Türkiye ülkesinde “ADİL DÜZEN”i gerçekleştirip bütün insanlığa örnek ve rehber olmalıdır
Münafıkların tespiti ve tasfiyesi!
“Hidayet” doğru yolu göstermek demektir, bir yere giderken rehberlik yapmak demektir. Götürmek de hidayettir, göstermek de hidayettir. “İhtida” gösterilen yola uyma demektir. İhtida demek körü körüne uymak demek değildir. Kulak verip araştırmak ve ne söylendiğini anlamaya çalışmak demektir. “Allah zalimlere hidayet etmeyeceğini” beyan etmiştir. Dırar mescidi yapanlar görünüşte iyi iş yaparak aslında kötülük yapmak istemektedirler. Mutlak iyi diye bir şey yoktur. Mutlak kötü diye bir şey de yoktur. Yerinde yapılan her iş iyidir, yerinde yapılmayan her iş kötüdür. “Dırar mescitleri”, yani zarar verme ve haklı bir hareketi engelleme girişimleri, başarıya ulaşamayacaktır. AK Parti bir dırar mescididir, F. Gülen Cemaati bir dırar mescididir; Erbakan tehlikesini (!) önlemek için dış güçler ve işbirlikçiler tarafından öne çıkarılmıştır.
1970’lere kadar Türkiye’de en tehlikeli kuruluş Risale-i Nur sayılırdı. İstihbaratta yalnız onlar takip ediliyor, diğer Müslümanlar aleyhine de Nurculuk isnadı ile saldırıyorlardı. Biz “Millî Görüş” olarak ortaya çıkınca onların dosyalarını 1970’lerde dondurdular ve bizimle uğraşmaya başladılar, onlar bizim sayemizde rahata kavuşmuşlardı. 1980’lerde “Millî Görüş”ü devre dışı bırakmak amacıyla onları serbest bıraktılar. O sayededir ki bugün onlar yeryüzünde yayılmışlardır. Biz onları hep savunduk, Erbakan onları hep korudu. Erbakan’a, `onunla/onlarla görüşüyor musunuz’ diye sorduklarında; `günde beş defa görüşüyoruz’ diyerek namazdaki tehiyyatı ve İslam kardeşliğini hatırlatırdı. Böyle olmasına rağmen Fethullah Gülen diyor ki; `AKP gömlek çıkardığı için destekledim!’ Yani “Millî Görüş”e ve “Adil Düzen”e kin kusuyor ama İslam’ın düşmanlarını dost biliyor. AKP’liler “Adil Düzen”e karşı dırar olmak üzere kurulup iktidara taşınmıştır. Gülenciler “Millî Görüş”e karşı dırar olarak desteklenip yaygınlaştırılmıştır. Oluşan bu bozuk ve yamuk yapıların beyin takımı tasfiye edilmeden düzelmeleri imkânsızdır. Milli Görüşe karşı, derin muhalefet hissi devam ediyor, her iki taraf da “Adil Düzen”e uzak ve aykırıdır.
Toplumlar için iki büyük tehlike nedir?
İnsanlık veİslam toplumları için yıkıcı etkileri bulunan durumları arz etmeden önce önemli bir hususu açıklamak gerekmektedir.
Doğal hükümler genel olarak iki kısma ayrılır:
1- Sabit ve değişmez hükümler: Bunlar zaman ve mekânın değişmesiyle veya bilginlerin görüşleriyle asla değiştirilemeyen temel ve tabii hükümlerdir. Örneğin İslam Dininde, Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Cihat gibi farzların bağlayıcılığı, içki, kumar, zina, faiz gibi kötülüklerin haramlılığı, mali ve bedeni cezaların miktarı ve şartları gibi kesin hükümlerde, gerek sayı ve şekil yönünden, gerekse zaman ve mekan yönünden olsun hiçbir değişiklik söz konusu değildir. "Mevridi nas'da içtihada mesağ yoktur" (Mecelle) Yani hakkında ayet, hadis ve icmadan kesin delil bulunan konularda içtihada ve değişikliğe asla izin ve ihtiyaç yoktur.
2- Zamanın, mekânın ve şartların durumuna göre, genel maslahat ve mecburiyetler karşısında "değişebilen hükümler": Tazir (uyarı) cezalarının cinsi, çeşitleri, miktarı, siyasi ve sosyal yapılanma biçimi, örf ve adetlerle belirlenen ticari ve sınai kurum ve kurallar, değişen ve gelişen ekonomik ve teknolojik şartlara göre şekillenen günlük hayat standartları gibi konulardaki prensipler, İslam’ın genel hüküm ve hedeflerine aykırı olmamak şartıyla değişmeye ve yenileşmeye açık hükümlerdir. Maliki imamlarından El-Karafi "El-İhkam" adlı eserinde "örf ve adetlere dayalı hükümlerin, bu örf ve adetler değiştiği halde, hala yerinde kalması gerektiğini söyleyenlerin hem akla, hem icmaya, hem de dinin genel amacına aykırı davrandığını" söylemiştir. Hicri on üçüncü asırda yaşayan ve son dönem Hanefi ulamasının en büyüklerinden sayılan İbni Abidin "Neşru"l Arf fi Binai Ba'dil Ahkami alal örf" adlı risalesinde, Hanefi fakihlerinin, değişik zaman ve şartlarda aynı konuda verdikleri farklı fetvaları sıralamış.”[1] Ve durumların değişmesiyle hükümlerinde değişmesi gerektiğini vurgulamıştır.
İbni Kayyım el- Cevziye ise: "Eğer bu gibi hükümler esnek olmayıp sabit kalsaydı, birçok konuda adalet zulme, rahmet zahmete, yarar zarara, hikmet nikbete, maslahat meşakkate dönüşürdü. Bu ise İslam’ın özüne tamamen terstir"[2] demiştir. Bu nedenlerden dolayıdır ki "Zamanların değişmesiyle ahkâmın değişmesi de inkâr edilemez" (Mecelle) esası bir kaideii külliye (Genel kural) halini almıştır.
Şimdi insanlık ve İslam toplumu için büyük bir tehlike oluşturan iki hususu arz edelim:
A- Birinci tehlike: Dinin, akli ve vicdani ölçülerin ve bilimsel verilerin "değişmez ve değerini yitirmez" nitelikteki temel hükümlerinin bozulması, yozlaştırılması veya hepten yürürlükten kaldırılarak yerine batıl ve bozuk sistemlerin konulması ve uygulanmasıdır. Çağdaşlaşma veya dinde reform hevesleriyle yapılan bu gibi tatbikat ve tahribatlar sonucu insanlık ve İslam toplumu dejenerasyona uğramış, bütün değer ölçüleri laçkalaşmış, helal haram düşüncesi kalkmış, ahiret ve sorumluluk duygusu yıkılmış, her türlü haksızlık ve ahlaksızlık yaygınlaşmıştır. Dini disiplinden ve ahlaki prensiplerden koparılan insanlar huysuz ve huzursuz kalabalıklar halini almıştır.
"Yaratılış gayesi Allah'a ibadettir. İbadet ise; Allah'a hürmet ve mahlûkata merhameten ibarettir" düsturu ve düşüncesi unutulmuş, şuurlu ve huzurlu bir İslam toplumu yıkılarak geride köküne ve özüne yabancı, bencil ve bunalımlı, gayesiz ve gayretsiz kalabalıklar bırakılmıştır. Bugün özellikle İslam dünyasında görülen dağınıklığın, geri kalmışlığın ve perişanlığın birinci sebebi budur. Yani İslami anlayış ve ahlaktan uzaklaşmış, daha doğrusu uzaklaştırılmış olmamızdır.
B- Her toplum için ikinci büyük tehlike ise: şartlara ve ihtiyaçlara göre değişme, gelişme ve güzelleşme; yani basitten mükemmele doğru evrimleşme özelliği taşıyan konularda, maalesef kısırlığın, donukluğun ve duraklamanın baş göstermesi, taassup ve taklitçiliğin ve kuru şekilciliğin yaygınlaşmasıdır. Bunun sonucu, durgunlaşan su gibi, İslam toplumu giderek içten içe kokuşmaya ve çürümeye başlamış... Artık hidayet ve istikametin yerini bidat ve dalalet, hareket ve bereketin yerini uyuşukluk ve atalet, izzet ve asaletin yerini zillet ve meskenet kaplamış... Toplumda Cihat'ın, Hukukta içtihadın, ilimde icadın, insanlarda vicdanın, günlük hayatta ahlakın, sanat ve sanayide teknoloji yarışının terk edildiği bu dönemler, İslam toplumunun da haysiyet ve hürriyetini yitirdiği ve yıkıldığı dönemler olarak karşımıza çıkmıştır. Hâlbuki İslam, devamlı düşünen, araştıran, gelişen, üreten, diri ve dinamik bir toplum oluşturmayı amaçlamıştır. Çünkü İslam, fıtratı ve hayatı kısıtlamak ve kısırlaştırmak için değil, bilakis geliştirmek ve güzelleştirmek için gönderilmiş bir hayat ve huzur programıdır.
Fıtratı ve hayatı kirletecek olan aşırılıklar ve ahlaksızlıklar kadar, fıtratı ve hayatı köreltecek derecedeki taassup ve taklitçilik de din ve toplum için muzır ve mahvedicidir. Kurtuluşumuz ise iki şarta bağlıdır:
1- Temel insan haklarının ve evrensel hukuk kurallarını hayata hakim kılacak ve adil bir düzeni uygulayacak bütün tedbirleri acilen almak üzere fikri ve siyasi Cihadımızı kesintisiz sürdürmek.
2- Yersiz ve yararsız olan taassup, taklitçilik, şekilcilik, ucuz ve kolay kahramanlık hastalıklarını terk etmektir.
--
Milli Çözüm Dergisi
[1] Kardavi - Temel Nitelikleriyle İSLAM 7. Bölüm
[2] İlamul Muvakkiin C.3 sh.:111