Çok değerli yazarımız ve kıdemli dava arkadaşımız Nevzat Gündüz’ün: “Sistem Tahlili ve Siyaset Tenkidi” kitabını beğenerek ve istifade ederek okudum. Peşinen kendilerini tebrik ediyor, hayırlı ve başarılı çalışmalarının devamını diliyorum. Herkesin dünyalık makam ve çıkar peşinde yarıştığı ve Hak ile Batılın karıştırılıp kafaların iyice bulandırıldığı bir süreçte, bu kitabın okurlarına ufuk açacağını umuyorum. Yeri gelmişken her derde deva olacağı sanılan Başkanlık heveslerinin perde arkasına da değinmek istiyorum.
Diktatörlük; aşağılık duygusunun ters tezahüründen ve gaddarlık dürtüsünden kaynaklanan psikolojik bir rahatsızlık, hatta ruhi bir hastalıktır. Ancak her sultan, hükümdar veya devlet başkanının diktatör olduğu kanaati yanlıştır. Veraset veya hilafet yoluyla ve mutlak yetki donanımıyla devletin başına geldiği halde oldukça adil ve asil bir yönetim sergileyen insanlar olduğu gibi, güya demokratik seçimlerle iktidara geldiği halde oldukça despot ve zalim tavırlar gösteren şahıslara da rastlanmaktadır. Etiket ve etkinliğini, rütbe ve yetkinliğini, hatta kendine duyulan manevi hürmet ve rağbet teslimiyetini kötüye kullanan, bunlarla şımarıp despotluğa kalkışan, yani fırsatı ölçüsünde diktatörlüğe yanaşan nice insanlar vardır.
“Hz. Musa: "Size Hak geldiğinde (hep böyle) mi söylersiniz? Bu (benim tebliğim ve mucizelerim) bir büyü müdür? (Hiç akıl erdirmez misiniz?) Oysa büyücüler, kurtuluşa ermezler" deyince;”[1] “Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden (sistemden) çeviresin de, bu memlekette (kuracağınız yeni düzenle) büyüklük (ve üstünlük) size kalsın diye mi bize geldin? Biz sana inanacak (getirdiğin dine ve düzene uyacak) değiliz” demişlerdi.”[2]
“Fakat o, 'bütün siyasi ve askeri gücüne (güvenip)' yüz çevirmişti ve: "(Bu Musa) Ya bir büyücü veya bir delidir" demişti.”[3] “Bunun üzerine, Biz onu ve ordularını yakalayıp denize attık; (ki o,) 'kınanacak işler yapıyordu' (ve boğulacağını anlayınca boşuna pişmanlık duyuyordu)”[4] ayetleri, hangi din ve ideolojiden, hangi fikir ve felsefeden olurlarsa olsunlar, zalim diktatörlerin ortak özelliğinin imkân ve iktidarlarına aldanıp kibirlenmeleri ve kendilerini halkın RABBİ ve SAHİBİ gibi görmeleri[5] olduğuna işaret buyurmaktadır. Hatta: “Hakikaten Firavun, yeryüzünde (içinde bulunduğu ülkede) büyüklenmiş ve güçten düşürmek (rahat yönetmek ve karşı bir cephe oluşturmalarını önlemek için) oranın halkını fırkalara ayırıp parçalamıştı. İçlerinden bir grubu (müstaz’af biçiminde görüp) çocuklarını boğazlıyor ve kadınlarını hayatta bırakıyordu. Çünkü o fesatçılar (Hak düzeni bozan) grubundandı”[6] ayeti gururlanıp azıtan diktatörlerin halkı; sağcı-solcu, ilerici-gerici, dinci-devrimci gibi karşıt gruplara ayırıp boğuşturarak hepsini kendilerine muhtaç duruma düşürme ve kolaylıkla kontrol etme stratejisi uyguladıklarını haber buyurmaktadır.
“(Firavun) Böylece kendi kavmini küçümseyip hafife aldı (onları hafifmeşrep ve haysiyetsiz ayak takımı kimseler saydı). Buna rağmen, onlar kendisine hürmet ve itaatini (artırdı). Gerçekten onlar fasık (duyarsız, davasız ve bayağı bir kavim) insanlardı. (Çünkü Firavun kendilerini hakir gördükçe Ona daha çok yanaşmışlardı.)”[7] ayeti ise “diktatörlerin kendi halkını küçümsediklerini, onları hakarete müstahak gördüklerini ve güdülmesi gereken hayvan sürüleri olarak muamele ettiklerini ve maalesef kalabalık ve kılıbıklık psikolojisiyle bu zillet ve zahmete boyun eğen toplumların da diktatörlerine destek verdiklerini ve itaat ettiklerini” vurgulamaktadır. Ama unutulmasın ki Firavun ve Nemrutvari diktatörlerin hepsinin sonu ibretlik bir şekilde yıkılıp yok olmalarıdır.[8]
Evet, diktatör; darbe süreçlerinde, hatta demokrasilerde, geçici bir süre için olağanüstü yetkilerle donatılan yöneticiler olabileceği gibi, her türlü zorba yöneticiyi de kapsamaktadır. Latince dictator: dictare= bildirmek, buyurmak, kelimeleri tane tane söyleyerek yazdırmak kelimesinden türetilip bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış bulunan kimse anlamında kullanılmaktadır. Otoriter yönetim tarzının despotluk, otokrasi ve totaliterlikle birlikte sık görülen şekli diktatörlük olarak tanımlanır. Diktatörlük otokratik yönetim şekillerinin genel adıdır. İdare bir diktatör, otoriter parti ya da oligarşik grubun elinde bulunmaktadır. Günümüzde dünya siyasetinin önemli bir kısmı diktatörlerce şekillenmiş durumdadır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Josef Stalin idaresi diktatörlüğün önemli bir örneği sayılmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nde Mao Zedong gibi diktatörler tam otoriter bir yönetim kurmuşlardır. Demografik müdahaleler ve soykırımlarla on milyonlarca insana kıyılmıştır. Halen dünya genelinde görevde olan onlarca diktatör vardır.
Bazen diktatör nedir? sorusuna “Yönetilenlerin rızası olmadan ülkeyi keyfince yönetmek” tanımı yapılır ve demokrasinin zıttı olduğu anlatılır. Bu kısmen doğrudur, ancak demokrasiyi kullanarak ya da devrim yaparak diktatörlükler kurulduğuna da rastlanır. Hitler de demokratik usullerle gelmiş sapkın ve azgın bir diktatör konumundadır.
Bazı Diktatörlerin itirafları
“Halka yukarıdan bakıyorum, çünkü Tanrı beni buraya taşımıştır. Eğer ben hareket ettirmiyorsam, ülkemde tek bir yaprak bile kımıldamaz.” Augusto Pinochet.
“Beni kınayın, fark etmez. Tarih beni temize çıkaracaktır. Suikastten kurtulmak olimpik spor olsaydı altın madalya alırdım.” Fidel Castro.
“Özgür seçimlerle ilgili sorun: kimin kazanacağını bilememektir.” Leonid Brezhnev.
“Komünizm sevgi değildir. Komünizm düşmanı ve muhalifleri ezeceğin bir çekiçtir.” Mao Zedong.
“Belki, hakiki demokrasi vardır, ama aslında güçlüler her zaman hükümrandır ve demokrasi çağdaş diktatörlerin kılıfı ve zulüm aracıdır.” Muammar Kaddafi.
“Bir şeye niyetlenirken, başka bir şey yapacağını söylemek sonra da hiçbirini yapmamak demokratik politika sayılmaktadır.” Saddam Hüseyin.
“İyi bir gazeteci gerçeği veya içinden geçeni yazan değildir. İyi gazeteci kendisinden yazması istenen şeyleri yazandır.” Todor Zhivkov.
Siyaset biliminde bir deyim vardır; “Güç insanı kötülük yapmaya kaydırır, mutlak güç ise mutlak kötülüğe bulaştırır”. Bu nedenle Diktatörlük; devletin bir kişi ya da küçük bir grup tarafından mutlak denetim altında bulundurulduğu yönetim şekli olarak tanımlanır. Diktatörlüklerde her şey devlete aittir ve devleti yöneten kutsallaştırılmış bir lider vardır. Diktatörlük aşağıdaki özelliklerden bir ya da birkaçını bir arada bulunduran yönetim şeklini hatırlatır:
1- Yöneticiyi veya yöneticileri eylemlerinden dolayı sorguya çekecek, sorumlu görecek veya işten el çektirebilecek yasa, gelenek ve kurumların bulunmadığı,
2- Otoritenin gücü üzerinde sınırlamaların olmadığı,
3- Önceden var olan yasaların hilafına yüce otoritenin kurulmaya çalışıldığı,
4- Normal görev devir teslim şartlarının ve süre sınırlamasının bulunmadığı,
5- Otoritenin sadece sınırlı bir grubun yararına kullanıldığı,
6- Yasama, yürütme ve yargı gücünün tek elde toplandığı,
7- Teba’nın salt korku yüzünden itaat etmeye mecbur bırakıldığı,
8- Halka terör ve despotizm uygulandığı,
9- Kutsallaştırılan, yanılmaz sanılan ve mutlak güç sahibi olan bir liderin iktidara taşındığı.
Günümüzdeki diktatörlük, kanuni olarak anayasalarca otoriterlik sağlanan veya devlet içerisindeki diğer politik ya da sosyal faktörler tarafından sınırsız liderlik imkânları kazanan, otokraside mutlak üstünlüğü bulunan yöneticiler için kullanılır. 20. yüzyıl ve erken 21. yüzyılda Aile diktatörlüğü göreceli bir şekilde kalmıştır. Bazılarına göre ise; Totalitarizm türündeki bir yönetim biçiminde hükümete veya yöneticilere keyfi davranma kaynağının nereden geldiği, o diktatörlüğün tanımlanmasına kaynak oluşturmaktadır. Tüm anlamlarda diktatörleri, toplumdaki insanların rızaları olmadan:
• Birden fazla yaşam tarzı veya inanç farklılığına fırsat tanımadan çoğulcu bir yapıda bulunuyor olabilir,
• İnsanların hayatını her yönüyle kontrol ediyor ve zorla şekillendiriyor olabilir,
• Tamamen tek bir insandan gelen güç doğrultusunda kontrast bir yönetim sağlıyor olabilir,
• Hedeflerine ulaşmak için her türlü meşru ya da gayri meşru yöntemleri kullanıyor ya da savunuyor olabilirler.
Bazı diktatörlük uygulamaları
İdeolojik diktatörlük:
Belirli ideolojileri halka zorla dayatan ve devlet içinde tüm yetkileri kendi elinde toplayan şahıslardır. Bunlar aynı zamanda partisinin de mutlak lideri olup dışişleri bakanlığı ve orduda başkomutanlık makamındadır. Tek parti rejimi uygulayan bu tür diktatörlüklerde demokrasi sadece laftadır katı, bir liderlik ilkesi vardır. Bu diktatörlük çeşidi daha çok benzer sistemler olan Nazizm ve Faşizmde görülmüş olup Adolf Hitler bunlardandır.
Adil ve Müşfik diktatörlük:
Müşfik yani sevecen diktatörlük; otoriter bir liderin sadece kendi kişisel çıkarına veya nüfusun sadece küçük bir bölümünün yararına değil de toplumun bütününün faydasına bir politika izlediği hükümet şekli olmaktadır. Müşfik ve hayırsever bir diktatör referandumlar yoluyla bazı demokratik kararların alınmasına fırsat tanır. Çoğu diktatör rejim kendini daima hayırsever olarak gösterir ve demokratik rejimleri sürekli olarak dağınık, verimsiz ve bozuk olarak gösterme eğilimi taşır. Napolyon Bonapart, Josip Broz Tito, Ho Chi Minh gibi bazı liderler müşfik diktatörler olarak vasıflandırılır.
Diktatörlüğün psikolojik ve sosyolojik alt yapısı
Diktatörlük kavramı modern zamanlarda tamamen menfi manaya bürünmüş olup, “Güce dayanan, hürriyetleri kısıtlayan, kanunları dikte edip istediği şekilde çıkartan, gayr-ı hukukî yollarla rakiplerini ezmeye çalışan ve daha çok megalomani ve kişi kültüyle ön plana çıkan idareci” için kullanılmaktadır. Eisenhover’ın; “İnsanlara saygısızlık, diktatörün birinci vasfıdır.” Tomas Masaryk’in; “Diktatörler son dakikaya (diktalarını hâkim kılıncaya) kadar daima iyi görünmeye çalışmaktadır” tespitleri anlamlıdır. Colorado Üniversitesi'nden psikolog Coolidge ve Segal, bazı diktatörlere en yakın olmuş kişilerin onlar hakkında verdikleri bilgiye dayanarak Hitler, Mussolini ve Kim Jong-il'i incelemişler ve bu üç şahsın da sadist, anti-sosyal, paranoyak, şizofren, narsist, şizoid ve şizotipal (kendiyle meşgul) olduğu sonucuna varmışlardır. (Bak: American Scientist, 19.12.2011) Californiya Üniversitesi'nden Profesör James Fallon, diktatörlerin karizmatik, benmerkezci, usta yalancı, sadizm derecesinde acımasız, psikopat, tatmini imkânsız megalomani ve güç şehveti içinde olduklarını saptamıştır.
Bilhassa klasik çağlar filozofları mutluluk ve ahlâkî fazileti bir arada ele almış ve bunları insana verilen akıl, şehvet (cismanî tutku) ve öfke (savunma mekanizması) gibi melekeleri adalet veya itidal dedikleri orta noktada kullanabilmekte olduğunu savunmuşlardır. Meselâ Eflâtun, ruhun akıl, hareket ve cismanî tutku bölümlerinden söz eder ve bunlar etrafında hikmet, cesaret, itidal ve adaleti dört temel fazilet olarak anlatır. Aristo da, benzer şekilde insanda olur-olmaz öfkelenme (tehevvür) ile korkaklık arasında cesareti, cismanî tatmin düşkünlüğüyle (fücur) iştihasızlık (hümudet) arasında itidali, harcamada israf ile cimrilik arasında cömertliği, başkalarıyla münasebette dalkavuklukla geçimsizlik arasında dostluğu, kendine bakışta gurur ile ürkeklik arasında mürüvvet ve tevazuu faziletler olarak ortaya koymaktadır. Müslüman ahlâkçılar, meselâ İbn Miskeveyh ve Hz. Bediüzzaman da benzer yaklaşım içinde olup, insanda başlıca akıl, şehvet ve öfke mekanizmalarından ve bunların ifrat, tefrit ve fazilet olarak orta noktalarından söz ederek dengeyi kurmakta ve korumaktadır. Akıl melekesinin ifratı demagoji/diyalektik gibi sapkınlık, şehvetin aşırısı fücur ve ahlaksızlık, öfkenin ifratı tehevvür ve gaddarlık; aklın tefriti (aşağı derecesi) ahmaklık, öfkenin tefriti korkaklıktır; her biri temel fazilet olan orta noktalar ise akılda hikmet, şehvette iffet, öfkede cesarettir buyurmuşlardır. İşte bu üç orta noktadan ifrat ve tefrit yönündeki her sapma, derecesine göre ahlâk ve karakterde erozyona yol açmaktadır. Diktatör, özellikle öfke mekanizması tehevvür ve gaddarlık cihetinde en uç sapma içinde olan şahıstır ki, Hz. Bediüzzaman, böylesi sapmanın Firavunları, Nemrutları, Şeddatları ürettiğini vurgulamaktadır.
Hz. Bediüzzaman’ın: “Kibrin kaynağı aşağılık kompleksi ve vicdan kararmasıdır; gururun madeni kalbî zayıflıktır; tahripçi tenkit ve muhalefet, acizlikten doğmaktadır” tespiti oldukça anlamlıdır. Yani, insanda bahsi geçen faziletlerden her sapma, bir boşluğun, kompleksin aksi yöndeki yansımasıdır. Öyleyse diktatör, zatında zayıftır; âcizdir; dolayısıyla ve benliğini kaplamış kıskançlık ve aşağılık kompleksi sebebiyle kindardır, kibirlidir; kavga ve şiddetten beslenir; kendini halkın “rabbi” sanır ve insafsız da olduğundan, hak ve hakikate tahammülü yoktur; baskı ve zulümde güç arayan, fakat, yine Bediüzzaman ifadesiyle, güçlü önünde ayak yalayan bir zelildir; dolayısıyla, Kur’an’da Firavun hakkında geçtiği üzere, onun üzerinde hükmeden güçler vardır. Yine Kur’an’da Firavun için buyrulduğu üzere Diktatörler, insanların fıskından, korkusundan, menfaat ve hayat hırsından istifade eder ve onları korkutarak ve bölerek yönetmeye kalkışır. Evet, Buckminster Fuller de, “Diktatörlere diktatörlük imkânı veren, kendileri değildir, etrafındaki dalkavuklar şuursuz kalabalıklardır” yorumunu yapmaktadır” gibi doğru tespitlerde bulunan Sn. yazar,[9] her nedense Fetullah Gülen’in despotik tavrından ve asla şerik kabul etmez “tek adam” saplantısından ve yalakalarının taassubundan bahsetmeye hiç yanaşmamaktadır.
A Haber, Arka Plan programı, 18 Mart 2016 tarihinde Fetullah Gülen Cemaatinin önemli elemanlarından Hayati Küçük (Gürcistan okullarının sahibi) şu itiraflarda bulunmuşlardı:
“- Ben cemaatte iken CIA’den teklif geldi, reddettim; ama cemaatin diğer okulları ve elemanları CIA’nın güdümünde çalışmaktaydı.
- Cemaatte İsrail’i eleştirmek kesinlikle yasaktı.
- Ben şimdi şaşkınım, acaba Fetullah Hoca kardinal miydi? diye düşünmeye başladım. Ona aşırı inandığımızdan dolayı sorgulayamamıştık. Bizim o kadar büyük istihbarat örgütlerinin içinde ne işimiz vardı? Bu örgütlerin içinde kendi ülkemize hainlik yapılmaktaydı.
- MOSSAD’ın, CIA’nın ve FBI’ın içinde arkadaşlarımız vardı. Bizler ABD’ye yandaşlık yapmak ve İsrail’in işini kolaylaştırmak için Orta Asya’ya yollandığımızı çok geç anladık. Oysa dava için canımızı dişimize taktık. Fetullah’ın vaat ettiği cennete aldandık.
- Orta Asya’da açtığımız okullar ülkemizin başına çok sıkıntılar açacak, orada yetiştirilen çocuklar başımıza bela olacaktır, çünkü hepsi CIA ve MOSSAD elemanıdır.
- Rusya, bu yapının derinliğini gördüğü için okulları kapatmıştır. Paralel yapının arkasında ABD gözükse de aslında Derin Yahudi Kuruluşlarının kontrolü altındadır. Altın nesil yetiştiriyoruz diye yola çıktık; Ama ABD’ye ve İsrail’e bağımlı ve hizmetkâr elemanlar hazırladık. Bunun temeli 1965’te atılmış, onlara da hakkımı helal etmiyorum.
Rahmetli Erbakan’ı da biz bitirdik. (Nur içinde yatsın) Refah-Yol’u asker yıktı iddiaları asılsızdır, AB güdümlü Cemaat ve CIA elemanları 28 Şubat’ı birlikte tezgâhladı. İmam Hatip okullarının orta kısmı kapatılıp kökü kurutularak ortada sadece cemaatin okulları bırakılmıştır. Cemaat diğer cemaatleri de yutup bünyesine katmıştır. Cemaatin başı bu güçlerle çok iyi anlaşmış ki Fetullah’a bu fırsat tanınmıştır. Ben sonunda bir dış proje olduğumuzu gördüm ve bıraktım. 2006’dan beri kendi içimde kavga ediyorum, ben vatan haini olamazdım. Hocanın yanına kimleri götürdük, ne kadar güçlü toplum ve oluşum var onlara yemek verelim Hillary Clinton kazansın diye çok çaba harcadık.
Bizim ABD ile İsrail’le, İngiltere’yle ve Lord’lar Kamarasıyla ne işimiz vardı? Her devletin içinde, kilit noktalarında istisnasız adamlarımız bulunmaktaydı ve bunlara maaş dağıtılmaktaydı. Benden Gürcistan’da kilise yapmam istendi, maalesef oraya imza attım. Bize kilise de havra da yaptırdılar. Hatta Zaman gazetesinde Gürcistan için para toplandı ve bu parayı da Nurettin Veren getirdi. Eduard Şevardnadze’ye 165 bin dolar rüşvet olarak çeki önüne koyduk büyükelçi de ordaydı. Süleyman Demirel’in mektubu da kendisine ulaştırıldı. Biz her yerde, en derin yerlerde, en gizli ve kirli işlerde çalıştırıldık. Ben talimatı bizzat Fetullah Gülen’in kendisinden alıyordum. Şimdi ona hakkımı helal etmiyorum. Bu vatansız yalan konuşuyor, bizden topluyor, yabancı odaklara hizmet ediyor. Şimdi illegal yapı olarak anılıyoruz, utancımdan çocuklarımın yüzüne bakamıyorum.”
Diktatörlük heveslileri herkesi hor görüp küçümsemeye başlardı.
Bir zamanlar elini öpmek ve himmetine ermek için çırpındığı Fetullah Gülen’e şimdi “Neymiş efendim, Pensilvanya’daki zat ne derse doğruymuş, kimmiş o yav; Sen kimsin?” diye çıkışmaktaydı.
Aslında hep onlara çalıştıkları halde, halka hava atmak için; “Neymiş, muhatapları Başbakanmış, Cumhurbaşkanı değilmiş, sen beni muhatap görsen ne yazar görmesen ne yazar, sen kimsin!” diye TUSİAD’a çatmaktaydı.
“Sayın Öcalan” ifadesi nedeniyle kendisini eleştiren Deniz Baykal’a; “Bizimle aşık atamazsın, sen kimsin!” diye sataşmıştı.
Kemal Kılıçdaroğlu’na sinirlenip, “Çıkmış şimdi, ben burada olduğum sürece başkanlık sistemi gelemez diyor, sen kimsin!” diye uyarmıştı.
“Versin Bilal’i alsın iktidarı” diyen Devlet Bahçeli’ye; “Evladı olmadığı için bu çirkin saygısızlığı yapıyor, eğer oğlum yolsuzluk yaptıysa, bunun hesabını yargı sorar, sen kimsin!” diye kızmıştı.
Can Dündar ve Erdem Gül’ün duruşmasını takip etmek üzere adliyeye gelen konsoloslara “Burası senin ülken değil, burası Türkiye, diplomasinin de bir edebi var, adabı var, siz kimsiniz!” diye sataşmış. Sonra da bu diplomatlara sahip çıkan ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Jonh Kırbi’ye rağmen Amerika’ya koşmaktan sakınmamıştı.
A9 TV’de: “Kültürlü ve kaliteli bir toplumda kadınlara dekolte giyinmek (yani külotlarına kadar bacaklarını açıp, göğüslerini göbek etrafını göstermek) yakışır. Öküzler ve yobaz kesimler tarafından (bugünkü Müslümanların kahır ekseriyeti kastediliyor) ise dekolteye karşı çıkılmakta ve saldırılmaktadır” diyerek genelev kıyafetli kancıklarla TV ekranlarında kırıştıran Adnan Oktar gibi; “Çakallık edip Onun bileğini bükmeye kalkışanların bileğini kırarım” diye horozlanacak ve tabi gülünç duruma uğrayacak kadar övgücü dalkavukları bulunanlar daha da şaşırmaktaydı.
Diktatör kafalılar, küresel odaklara hizmetkârlık, kendi halkına gardiyanlık yapardı!
14 Aralık 2015 tarihinde 34 ülkenin katılımıyla kurulduğu ilan edilen, oysa Amerika tarafından İslam ülkelerine yönelik NATO müdahalelerini üstlensin diye organize edildiği bilinen Teröre Karşı İslam İttifakı 27 Mart Pazar günü 39 ülkenin askeri temsilcisi ile bir hazırlık toplantısı yapmıştı. Bu ittifakta İran, Suriye, Irak ve Cezayir yer almamıştı, zaten asıl hedef Türkiye ve Suudi Arabistan’la İran’ı kapıştırmaktı.
Yapılan açıklamaya göre terörle mücadelede dört temel noktaya odaklanılmıştı.
1- Basının terörle mücadeledeki rolünün saptanması,
2- Mücadelede fikri boyutun öne çıkarılması,
3- Terör örgütlerinin gelir kaynaklarının kurutulması,
4- Mücadelede askeri alanı koordine edecek bir merkez kurulması.
Suudi Arabistan, koordinasyon merkezi için Riyad’da uygun mekân ayarlamayı ve çalışmaların finansmanını taahhüt etmiş bulunmaktaydı. İttifak hakkında bilgi veren Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı müsteşarı Tuğgeneral Ahmet Asiri, “İttifak’ın belli bir terör örgütüne karşı kurulmadığını, terörün bütün çeşitlerine karşı mücadele edecek bir mekanizma oluşturduklarını, terörün tarifi konusunda üyeler arasında ihtilaf bulunmadığını, ittifak’ın düzenli bir askeri gücünün bulunmayacağını, sadece çalışmaları koordine edeceğini ve güvenlik bilgilerinin karşılıklı olarak paylaşılacağını” açıklamıştı. Yapılan açıklamalarda İttifak’ın bu konuları ve Suriye sorunlarını ele almadığı, mekanizma kurulduktan sonra bu konuları ele almayı planladığı vurgulanmıştı. Oysa, şiddete hiç başvurmamış ve devlete karşı herhangi bir kumpasın içine girmemiş olan Müslüman Kardeşler, Mısır darbecilerinin talebi üzerine terör örgütü ilan edilmiş durumdaydı. Öte yandan Lübnan’ın meşru bir siyasi partisi olan Hizbullah Suudi Arabistan’ın başını çektiği körfez ülkeleri tarafından terör örgütü sayılmaktaydı.
“Türkiye’nin maruz kaldığı gerek PKK ve uzantısı örgütlerle, gerek DAİŞ ve benzeri dini motifli örgütlerle, gerekse paralel yapı gibi terör örgütleriyle mücadelede bu ittifak Türkiye lehine bir yapılanmadır” diyen Resul Tosun gibi AKP yandaşları yanılmaktaydı. Çünkü ABD açıkça Suriye PKK’sı PYD’yi özgürlük savaşçısı saymakta, hatta IŞİD’in kontrolünde bulunan Irak’ın Musul kenti için düzenlenen operasyona PKK’nın denetimindeki YBŞ örgütünün de katıldığı ortaya çıkmaktaydı. PKK’nın Şengal kolu olan YBŞ (Şengal Direniş Birlikleri) merkezi Irak Hükümeti yönetiminde Musul Operasyonu kapsamında Şengal bölgesinden Telafer’e ilerlediğini açıklamıştı. Şengal Direniş Birlikleri adı altında örgütlenen ve bir bölümü Ezidilerden oluşan PKK’nın denetimindeki silahlı birlikler, Musul operasyonu kapsamında Türkmen kenti Telafere yaklaşmıştı.
DAEŞ-PKK işbirliği gözden kaçırılmaktaydı.
Güvenlik uzmanı Mete Yarar bir gazeteye yaptığı açıklamada, “Terör konsepti değişti, DAEŞ de PKK da maymuncuk” diyerek bunların yularının ABD’nin elinde olduğunu vurgulamış. Başbakan Başdanışmanı Vedat Bilgin ise DAEŞ ile PKK’nın işbirliği içinde olduğunu açıklamıştı. Bu terör örgütlerinin arkasında yabancı güçlerin olduğu, onların her türlü desteğini alarak varlıklarını sürdürdükleri hatırlandığında küresel sömürgeci güçlerin dünyayı sömürmede terör örgütlerini maşa olarak kullandıkları ortaya çıkmaktadır. Söz gelimi DAEŞ uzun süre PKK ve PYD’den her bakımdan farklı bir örgüt gibi tanıtılmış, sömürgeci güçler diğer terör örgütlerini aklamada DAEŞ’i kullanmıştı. DAEŞ bunu kendi gücü ile değil, maşalık yaptığı güçlerin yardımı ile sağlamıştı. Bu bakımdan devletin bilmemesi söz konusu olamazdı ve umarız ülkemize yönelik tehdit oluşturan terör örgütlerine karşı strateji oluştururken bu gerçeği dikkate almışlardır. Ancak, ülkemizde Doğu ve Güneydoğu’da yıllardan beri sürdürülen operasyonlarda ortaya çıkartılan silahlar ve bu silahlara ait mühimmatlar düşünüldüğünde terör örgütlerine yönelik çalışmalarda bir eksikliğin olduğunu söylemek yanlış olmazdı. İktidar yanlısı iki gazetede yer alan bir haberde ülkemizdeki yakalananlar cephanelerin Kandil’e ait olduğu, bu silahların Kobani üzerinden Türkiye’ye sokulduğu ve yerleşim merkezlerinde depolandığı yazılmıştı. Yapılan açıklamalarda DAEŞ ile PKK’nın bölgemizde birilerince maymuncuk olarak kullanıldığı, bir diğer ifadeyle sömürgeci güçlere birlikte taşeronluk yaptıkları belirtiliyordu ki, bu değerlendirme aynı zamanda DAEŞ, PKK ve PYD birlikteliğinin de bir ispatıydı. Çünkü Kandil’in cephanesi Kobani üzerinden Türkiye’ye sokulmuş ise bu PKK ve PYD birlikteliğinin açık bir kanıtıydı
Bu noktada geçmişte IŞİD (DAEŞ) saflarında yer almış bir örgüt mensubu Ömer Makmaş’ın konu ile ilgili şu tespitini aktarmak lazımdı: “Eylül 2014’te Kobani’ye saldırı başlatan IŞİD’e karşı ABD ve Avrupa ülkelerinin PYD’ye verdiği silahlar Türkiye’ye sevk edilmeye başlandı.” Bu sevkiyat iddiası ne derece doğrudur kesin bir şey söyleyemeyiz ama haberin iki iktidar yanlısı gazetede yer aldığı dikkate alındığında sanıyorum, bu sevkiyat devam ederken, “Devlet ne iş yapıyordu?” diye sormak haksızlık olmazdı.[10]
Başkanlık hırsı ve fırsatçılık damarı mı?
"Tam da Artvin ahalisi ile hükümet arasında anlaşma sağlanmışken... -Tam da “Mahkeme kararı beklensin” diye mutabakata varılmışken... -Tam da “Ne güzel, daha fazla tatsızlık yaşanmadan sorun çözüldü” diye herkes seviniyorken... -Tam da “Gezi’deki gibi yapmadılar, bu sefer uzlaşmacı davrandılar” diye yorumlar yapılırken... -Hatta maden arayacak şirket bile varılan mutabakat karşısında sesini çıkarmazken... Cumhurbaşkanı Erdoğan, Artvin konusunu gündeme getirerek Gezi’ye gönderme yapmış ve Artvin’de madene itiraz edenlere “Bunlar Yavru Gezici takımı” diye çıkışıp ortalığı yeniden kızıştırmıştı? Mehmet Ali Alabora’nın meşhur “Mesele ağaç değil, sen bunu anlamadın mı” şeklindeki mesajını hatırlatmış ve böylece ortalık sütliman olmuşken, neden Artvin ateşinin fitilini yeniden ateşlemeye çalışmıştı? İşte size konuyla ilgili yedi şıklı bir test sorusu:
Sizce Cumhurbaşkanı Erdoğan, aşağıdaki gerekçelerden hangisi nedeniyle böyle bir tutum izlemiş olabilir?
BİR: “Uzlaşma çok sıkıcı bir şey” diye içinden geçirmiştir.
İKİ: “Düşman olmazsa ben kitleyi nasıl coştururum” diye düşündüğünden böyle hareket etmiştir.
ÜÇ: Mutabakattan ya haberi yoktur ya da memnun değildir.
DÖRT: Gezici denilen şahsiyetlere büyük bir kin beslemektedir.
BEŞ: Mehmet Ali Alabora’nın Artvin semalarında belirdiğine dair bir istihbarat almış olabilir.
ALTI: Cumhurbaşkanımız bizimle eğlenmektedir.
YEDİ: Hepsi.” diyen yazarın niyeti ve mahiyeti bozuk olsa da, tespit ve tenkitleri haklıydı!
Zalim diktatörlerin acı ve alçaltıcı sonları
ADOLF HİTLER: 1889 Yılında Avusturya’da doğan Hitler tarihin en kanlı diktatörlerinden olup, 1934′te Hindenburg’un ölümü üzerine devlet başkanlığı ile başbakanlığı birleştirerek Almanya’da diktatörlük kuran insandır. 2. Dünya Savaşı’nda tüm dünyaya büyük acılar yaşatmıştır. 2. Dünya Savaşı’nı kaybeden Hitler, sığınaktaki yaşamının son anlarında evlendiği Eva Braun ile beraber intihar edip bu dünyadan ayrılmıştır.
MUSSOLİNİ: Avrupa’nın en korkunç diktatörlerinden biri olan Benito Mussolini, faşist baskılarla halkına ve işgale kalkıştığı ülkelerin halklarına her türlü eziyeti çektirmekten geri durmamıştır. Kitap ve gazetelere sansür getiren ve birçok baskıcı uygulama yapan Mussolini ile sevgilisi Clara Petacci, 28 Nisan 1945′te İtalyan mukavemetine mensup savaşçılar tarafından öldürülüp, sevgilisi ve birkaç yandaşının cesedi ertesi gün Milano’nun Loreto Meydanı’nda asılmıştır.
NİKOLAİ ÇAVUŞESCU: Avrupa’nın en korkunç diktatörlerinden biri olan Nikolay Çavuşesku, halkı açlık sınırındayken lüks ve ihtişama dayalı bir hayat yaşamıştır. Macar asıllıların yaşadığı Timaşvar’da gösteri yapan halka ateş açılmasını emredince başlayan devrim hareketiyle yıkılmış, 25 Aralık 1989′da birlikte kaçmaya çalıştığı karısıyla birlikte kurşuna dizilmekten kurtulamamıştır.
MİLOŞEVİÇ: Balkanları kan gölüne döndüren eski Yugoslavya’nın, savaş suçu işlemek suçundan Lahey’deki mahkeme tarafından yargılanan eski devlet başkanı diktatör ruhlu Slobodan Miloseviç, 11 Mart’ta hücresinde kalp krizi geçirerek hayatını noktalamıştır.
JOSEF STALİN: Dünyanın en kanlı diktatörlerinin başında gelen Joseph Stalin beyin kanamasından cehennemi boylamıştır.
Diktatörler kendi halkına despot-hükümran, küresel odaklara ise kiralık figürandır!
İsmet İnönü’nün gevşekliği ve Lozan’daki özel danışmanı Siyonist Haham Haim Nahum’un teşviki ile maalesef Yunanistan’a bırakılan burnumuzun dibindeki 12 ada dışında, şimdi AKP iktidarının gayretsizliği yüzünden Yunanistan, işgal ettiği Türk adacıklarını kendi egemenlik alanı saymaktadır. Anılan adaların üzerinden geçiş yapan uçak ve helikopterlerimizin Yunan hava sahasını ihlal ettiği iddia olunmaktadır. Ayrıca uluslararası hava sahasında uçan Türk uçaklarına da tacizde bulunulmaktadır. Buna karşılık Türk topraklarının üzerinden uçan ve Türk hava sahasını ihlal eden Yunan askeri helikopterlerine hiçbir önleme yapılmamaktadır. Yunan helikopterleri hiçbir engelle karşılaşmadan Türk hava sahasında saatlerce dolaşmaktadır.
Davutoğlu'nun; hava sahamızı ihlal eden Yunan helikopterlerine önleme yapılması için müracaatlara rağmen TSK'ya Hükümet direktifi vermemesinin altında ne yatmaktadır? Yunan uçak ve helikopterlerinin, Türk hava sahasını ihlalleri ile Yunan Sahil Güvenlik botlarının Türk karasuyu ihlalleri, Dışişleri Bakanlığı'nın internet sitesinde niye yayımlanmamaktadır. Böylece Davutoğlu, Yunanistan'ın, Türk toprakları, Türk hava sahası ve Türk karasuları üzerindeki egemenliğini zımnen tanımış mı olmaktadır. Davutoğlu, ileride Türk Ceza Kanunu Madde 302'de tanımlanan vatana ihanet ve Terörle Mücadele Kanunu Madde 3'te tanımlanan terör suçunu işlediği için sorgulanabileceğini niye hesaba katmamaktadır?
Sn. Erdoğan, “Bayrağımıza eş bayrak dikmeye çalışanlar bu ülkede yer bulamayacaktır. Bu vatan topraklarını bölmek isteyenler bu ülkede yer bulamayacak, çukurlara gömülmekten kurtulamayacaktır” derken Ege’deki adacıklarımıza Yunan Bayrağı çekilmesine sessiz ve tepkisiz kalınmasının suçunu ve sorumluluğunu da hatırlamış mıdır?
İlginç bir yorum ve uyarı!
2000’li yılların başlarında tatil için gittiğimiz Didim ve Bodrum’dan çevre adalara gider serbest dalış yapardık. 14 yıl aradan sonra yine tatil için gittiğimiz Bodrum ve Söke’den bırakın bu adalara gitmeyi, Yunan işgali yüzünden bölgeye bile yaklaşamadık. Aşağıda Deniz Kuvvetleri Komutanlığına yazılan dilekçeyi ve cevabı bulacaksınız: Deniz Kuvvetleri Komutanlığı – Ankara; 14 Eylül 2015… 2000’li yılların başında serbest dalış için uğradığımız Türkiye Cumhuriyeti’ne ait olduğundan şüphe duymadığımız Aydın ili sınırlarındaki Hurşit – Eşek – Nergiz – Bulamaç – Keçi – Kalolimnoz – Sakarcılar adalarında Yunan askerleri bulunmaktadır ve Yunan bayrağı göndere çekilmiş durumdadır. Bu durumla ilgili yetkililerin bir bilgisi var mıdır? Devletimiz bu olanlarla ilgili ne yapmaktadır? Bilgilendirmenizi arz ederim. İşte Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Cevabı: dzkkinfo@dzkk.tsk.tr>; 15/09/2015 to me Turkish English Translate message Turn off for: Turkish Sayın; 14 Eylül 2015 tarihli elektronik mektubunuz Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından incelenmiştir. Konuya ilişkin olarak Dışişleri Bakanlığından bilgi almanız gerekmektedir. Bilgi edinilmesini rica ederiz. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bu cevabı aldıktan sonra, Dışişleri Bakanlığına defalarca başvurmama rağmen bilgi edinme linki göndermemiştir, anlaşılıyor ki bu sorunun cevabı verilememektedir! Kaderin cilvesi midir bilinmez, İstanbul - Dubai 12 Ekim 2015 tarihinde Emirates hava yollarının akşam kalkan seferinde yaklaşık 10 kişilik Dışişleri Bakanlığı personeli ile yolculuk yaptım, hepsi yurt dışına götürülmek üzere yanlarında mühürlü büyük çuvallar taşıyordu. Bu arkadaşlardan birine Yunan işgaline uğrayan Ege’deki adalarla ilgili konuyu sordum. Kendisi Dışişleri Bakanlığı’nın durumun farkında olduğunu, bakanlık içeresindeki grupların birbirini bu konu yüzünden suçlayıp durduğunu, bakanlık içinde kimsenin bu olay hakkında konuşamadığını ya da soru soramadığını, Türkiye’nin şu anki durumunun güçsüz olduğunu ve ellerinden bir şey gelmediğini söyledi. Bunlara ilaveten mahallemizde bulunan Rum ve Yunan dernekleri Ocak 31 ve 7 Şubat tarihlerinde Kardak’ta ölen askerleri için anma töreni ve adaları kurtardıkları için kutlamalar yaptılar, hatta Türkiye kara suları içinde olan bir adanın yeni işgal edilmesini de gecen hafta boyunca kutladılar. Bunların hepsi gözümüzün önünde olurken, bu devlet nasıl olur da bunları görmezlikten gelir aklım almıyor”[11] saptamaları ve uyarıları haklıydı. Türkiye’nin çok önemli sorunları, ucuz politika palavralarıyla saklanmaya çalışılmaktaydı.
İşte böyle bir aşamada Kardeşim Nevzat Gündüz’ün bu kitabı inşaallah çok önemli bir boşluğu dolduracaktı. Kendilerine tekrar tebrik ve takdirlerimi sunuyor, başarılı çalışmalarının devamını diliyorum.
[1] Yunus-77
[2] Yunus-78
[3] Zariyat-39
[4] Zariyat-40
[5] Bak: Nazirat: 24
[6] Kasas:4
[7] Zuhruf:54
[8] Bak: Araf: 37
[9] (ali.unal@ zaman@.com.tr)
[10] Milli Gazete - akokan1947@gmail.com
KHG[11] (13.2.2016 07:58:41- Yorum)