Aralık 04 03:27

DİYARBAKIR BULUŞMASI VE HÜKÜMET-CEMAAT KAPIŞMASI

DİYARBAKIR BULUŞMASI VE HÜKÜMET-CEMAAT KAPIŞMASI

DİYARBAKIR BULUŞMASI VE HÜKÜMET-CEMAAT KAPIŞMASI

Barzani Diyarbakır’a gelmeden önce ABD Başkan Yardımcısı Yahudi Siyonist Joe Biden ile görüşüp talimat almıştı. Ardından Bülent Arınç Joe Biden’le görüşmek üzere ABD’ye çağrılmıştı.

“Ben sadece (sıradan) bir bakan değilim! Ben bir yerde bulunuyorsam, sadece bir makam işgal eden bir bakan olduğum sanılmamalıdır!”

“Benim aynı zamanda bir özgül ağırlığım vardır!”

“Benim bu özgül ağırlığım başkalarından farklıdır!”

 “Ben partinin görüşlerini, düşüncelerini, geçmişini, bugününü ve geleceğini temsil eden bir insanımdır!”

 “Ben Meclis Başkanlığı yapmış adamımdır!”

“Ben demokrasi noktasında, özgürlükler noktasında kendimi, ailemi siper etmişim! Ben gençliğimi, aşkımı, hayatımı bu yola vermişim! Ben kum torbası yapılacak biri değilim! Birileri beni yıpratmamalıdır!”

Çıkışlarıyla “dobra”lık rolü oynayan Bülent Arınç bile, tıpış tıpış Recep Erdoğan’la birlikte Diyarbakır’a koşmuşlardı. Bunların bütün şerefleri, makamları ve çıkarlarıydı.

“Eğer Çözüm sürecindeki adımlara rağmen Güneydoğu’da AKP değil de BDP oylarını artırırsa o zaman batıdaki seçmenin gözünde Erdoğan zor duruma düşecekti. Seçimlerden sonra başlayacak bir anti-Kürtçü dalga ile Cumhurbaşkanlığı seçilmesi bile riske girebilirdi. Bu nedenle Erdoğan çok kritik bir adım atarak Barzani’yi Diyarbakır’a çağırıp programına dâhil etmişti. Böylece Erdoğan Diyarbakır halkına sıcak mesajlar vermeyi umuyordu. Hatta Şivan Perwer de bu nedenle davet edilmişti. Böylece seçmenin gönlünü kazanmak istiyordu. Zaten her seçim arifesinde Şivan Perwer’e bir davet gider, seçimden sonra konu unutulurdu. Bu strateji ne kadar tutar o ayrı meseleydi.

Barzani’nin davetini zamanlama açısından önemli kılan ikinci konu çözüm süreciydi. Çözüm sürecinde çatlakların olduğu, özellikle Kürtlerin giderek süreçten umutlarını kestikleri bir sır değildi. Kürtler nisan mayıs aylarında, ‘ne zaman barış gelecek’ diye beklerken şimdi ‘ne zaman savaş çıkacak’ diye korkuyordu. Erdoğan PKK’dan ve Öcalan’dan umduğunu bulamamıştı. İşler istediği gibi gitmiyordu. Ancak gelinen bu süreçte geriye de dönemeyeceğini biliyordu. Bu nedenle çözüm sürecindeki çatlakların bir an önce üstünün sıvanarak kapatılması gerekiyordu. En azından seçimlere her tarafı çatlamış, dökülen bir süreçle girmek istemiyordu. Bu çatlakları kapatmanın en kolay yolu da Barzani’yi getirip Kürtlerin önüne çıkarmaktı. Çatlakları Barzani sıvasıyla kapattıktan sonra üstüne de Şivan Perwer geldi mi sıvalı yerleri parlatır, ortaya “yepyeni” bir çözüm süreci çıkardı. Ayrıca Erdoğan Barzani’yi Diyarbakır’a çağırarak Öcalan’a “sen yoksan Barzani var, yoluma Barzani ile devam ederim, Kürtlere lider olarak onu sunarım” mesajı veriyordu. Barzani ile Öcalan arasındaki liderlik çekişmesi bilinen bir durumdu. Bu açıdan Başbakan’ın takdimi ile Kürtleri selamlayacak Barzani için Diyarbakır ziyareti bulunmaz bir fırsattı. Öcalan’ın partisi Kuzey Irak’ta bin oy bile alamazken Barzani’nin Diyarbakır’dan alacağı sempati kuşkusuz Öcalan için anlamlı bir kayıp olacaktı.

Öcalan karakterinde biri Barzani’nin Erdoğan ile halkı selamlamasını kıskanarak, hatta çatlayarak seyredecektir. Hatta buna karşılık bir cevabı da olur Öcalan’ın. Nitekim daha önceki beyanlarında ‘yapabiliyorlarsa barışı Barzani ile yapsınlar, kanı durdursunlar’ diye meydan okumuştu. Şimdi Öcalan’dan ve PKK’dan benzeri bir çıkış beklenebilirdi.” şeklindeki yorumlarda elbette haklılık payı vardı. Ama bütün bu girişimlerin ABD planı ve talimatıyla yapıldığı gerçeği özenle dikkatlerden saklanmaktaydı.

Rothschild’in ortak olduğu Türk şirketi Genel Enerji’nin Kuzey Irak-Türkiye arasındaki 240 kilometrelik boru hattı tamamlanmıştı:

2013 Aralık başında ilk petrolün bu hattan Türkiye’ye geleceği belirtiliyor, bu yolla günlük 400 bin varil petrol taşınacağı söyleniyordu. Diyarbakır’daki Erdoğan-Barzani zirvesinin sürpriz ayağının enerji işbirliği olacağı anlaşılıyordu. Görüşmelerde, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nden Türkiye’ye petrol akıtacak boru hattıyla ilgili tarih üzerinde kesin mutabakata varılmıştı. Kürt bölgesinden başlaması beklenen petrol akışı için boru hatlarının kapasitesi artırılmıştı. Milliyet'te yer alan habere göre; Kürt petrolü Zaho’dan geçerek, Türkiye’ye Silopi üzerinden gireceği belirtiliyordu. Edinilen bilgiye göre bu hat Genel Enerji’nin kontrol ettiği Taq Taq ve Tawke petrol sahasından çıkarak, Zaho-Fishabur üzerinden Türkiye sınırına kadar gelecek ve Silopi yakınlarından Kerkük-Yumurtalık boru hattına bağlanacaktı. Kerkük-Yumurtalık boru hattında da artan petrol sevkiyatı için genişletme çalışmaları da tamamlanmıştı. İlk aşamada günde 400 bin varil petrol akması planlanan hattan 2015’te günde 1 milyon varil, 2019’da ise günde 2 milyon varil petrol akacaktı. Mehmet Emin Karamehmet ve Mehmet Sepil’in kurduğu sonradan Nat Rothschild’in ortak olduğu Genel Enerji, Londra’da borsaya kote bir şirket ve Kuzey Irak’ta bu alanda en büyük oyuncuların başında geliyordu. Kuzey Irak bölgesi günde yaklaşık 350 bin varil petrol üretiyor ve kendi açıklamalarına göre üretimin 2015’e kadar günde 1 milyon varile çıkarılması umut ediliyor. Yerel hükümet bu petrolün 210 bin varilini ihraç ediyordu.

Barzani’den ne alınmış, ne satılmıştı?

Dikkate değer bir teoriye göre, Abdullah Öcalan ve örgütü 1970’li yıllarda aslında Türk derin devletinin inisiyatifiyle Barzani’nin bölgedeki Kürtler üzerindeki etkinliğini kırmak amacıyla ortaya çıkarılmıştı. Şimdi Öcalan’ın kurmuş olduğu yapıyı çözmek için ABD ve İsrail’in has adamı Barzani’ye müracaat edilmesi derin irtibatı ve talimatları hatırlatmıştı. Ama bu ilk defa yapılmamış, PKK saldırılarının tırmanışa geçtiği 1990’larda Barzani ile Talabani’ye Türk pasaportu bile çıkartılmıştı. Daha sonra köprülerin altından başka sular akmış, Barzani ve Talabani bazen birlikte bazen ayrı ayrı ve bazen birbirleriyle de çatışarak Öcalan’la geçici ittifaklar kurmaktan geri durmamışlardı. Bugünkü konjonktürde ise Barzani Türkiye’ye muhtaç durumdaydı. Çünkü merkezi yönetim karşısında hem özerkliğini korumak hem de topraklarından çıkan petrolü istediği şartlarda satabilmek için himayesine sığınabileceği Türkiye’den başka bir ülke bulunmamaktaydı. Uzaktaki büyük güçlerin himayesi bu noktada yetersiz kalmakta ve ABD planıyla AKP iktidarı devreye sokulmaktaydı.

“Diğer yandan Türkiye’nin de Barzani ile iyi ilişkileri içinde olması kendi çıkarına. Hem bölgenin petrol gelirinden Türk ekonomisinin de pay alması hem de PKK’nın nüfuzunu sınırlayacak bir Kürt otoritesinin mevcudiyeti Ankara’nın bölge siyaseti açısından önem taşıyor” yaklaşımları ise Siyonist patronlara piyonluk yapıldığını saklama amaçlıydı.

Diyarbakır çıkarması Türkiye’yi Sudan yapma hazırlığı mıydı?

(Barış ve çözüm süreci, birlik ve kardeşlik dönemi” gibi kılıflara sarılan Diyarbakır görüşmelerine karşı) Bizim, Sudan’da olup bitenleri hatırlatmamız lazımdır. Sudan’da yaşananlarla Türkiye’de yaşananları yan yana koyup bir mukayese edildiğinde görülecektir ki aynı süreçler orada da yaşanmıştır. Sonunda Sudan bölünüp parçalanmıştır. Küresel güçlerin kontrolünde gerçekleşen Sudan örneği hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Orada da ayrılıkçı terör hareketleri uzun bir sükûnet ve hazırlık döneminden sonra 1983 yılında Albay John Grang liderliğinde yeniden kışkırtılmıştır. Sudan çok acı çekmiş, yüz binler hayatını kaybetmiş, ülke ekonomisi çökmenin eşiğine gelip dayanmıştır. Ardından terörist liderle resmi görüşmeler başlatılmış, militanlara hükümette bakanlık ve devlet kadroları ayrılmıştır. Bunların hiç biri yeterli olmamış ve şu tavizler verilerek Sudan parçalanmıştır.

     2005 yılında Kenya’nın başkenti Nairobi’de Afrikalı 20 devlet ve hükümet başkanı önünde ve dönemin ABD dışişleri bakanı Colin Powel’in nezaretinde teröristlerle sözde ateşkes imzalanmıştı.

     Ateşkes anlaşması; bölgeye özerk yönetim, 6 yıl sonra bağımsızlık referandumu ve bu süre içinde ayrılıkçı lidere Cumhurbaşkanı yardımcılığı gibi şartlar taşımaktaydı.

     Anlaşma gereği, John Grang Sudan Cumhurbaşkanı birinci yardımcılığına atanmıştı.

     Terörist Grang yeni görevinde bir ayını doldurmadan geçirdiği helikopter kazasında hayatını kaybedince, aynı göreve Grang’ın yardımcısı Salva Kiir taşınmış, ama iç ve dış taleplerin ardı arkası kesilmemiş, teröristler bir türlü tatmin olmamıştır.

     Sonunda 9 Ocak 2011’de yapılan halk oylamasında bölünme kararı çıkmıştır.

     9 Temmuz 2011’de saat 10.45’te Güney Sudan parlamento başkanı James Wani Lagga bağımsızlık beyannamesini okumuş ve Sudan resmen ikiye ayrılmıştır.

Lütfen dikkat buyurun! Aynı tarihlerde Irak’ta Celal Talabani ABD tarafından Irak Cumhurbaşkanlığına taşınmıştı. Mesut Barzani için de Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanlığını uygun bulmuşlardı. Türkiye’de bölgesel olayların artması, çözüm çalışmalarının gündeme oturması ve İmralı’yla pazarlıkların aynı dönemde yapılmaya başlaması sadece bir rastlantı mı sayılmalıydı?”[1]

Ve şimdi Türkiye’de aynı süreç adım adım uygulanmaktaydı.

Amerika, Libya'ya el atmış ve orayı da 2. Irak yapmaya başlamıştı!

ABD, Libya’ya el attı. Son dönemde dış kaynaklı fitne sonucu şiddet olaylarının arttığı Libya’daki çatışmaları kendi lehine çevirmek isteyen ABD önemli bir adım atmış, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un, Libyalı 7 bin askere özel eğitim vereceği açıklanmıştı. ABD, Libyalı 7 bin askere ‘özel eğitim’ vermek için anlaşma imzalamıştı. ABD Özel Operasyonlar Komutanlığı’nın başında bulunan amiral William McRaven, ABD’nin Kaliforniya eyaletinde katıldığı bir seminerde bunları açıklamıştı. Libya’nın başkenti Trablus’ta milis güçlerinin protestoculara saldırısı sonucu 48 kişi hayatını kaybetmişti. Libya Sağlık Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Misrata Kartalları Tugayı adlı milis güçlerinin kentten çıkmasını talep eden göstericilere ateş açılmıştı. Militanların ateşi sonucu 32 gösterici ölürken 300’den fazla kişi de yaralanmıştı. Evet, demokrasi bahanesiyle Irak’tan, sonra şimdi de Libya cehenneme çevrilmiş bulunmaktaydı.

Dershane savaşlarının perde arkası

Milli Gazete’nin “Şeytan ayrıntıda” başlıklı haberini hatırlayalım:

Ortalık dershanelerin kapatılması tartışmalarıyla toz duman iken, aynı taslakla azınlık okullarının önünü açan bir düzenleme gözlerden kaçıyordu. Kavga, Özel Eğitim Kurumları’ndan dershanelere odaklanırken, aynı kanunda yapılması düşünülen bir değişiklikle gayr-i Müslim azınlık okullarında Müslüman çocukların da okuyabilecek olmasının önü açılmaya çalışılıyordu. Eğitim meselesinin bir teferruatı olan dershane için fırtınalar koparan taraflar esas tehlike olan Müslüman çocuklarına gayr-i Müslim azınlık okulları kancasını nedense görmüyordu!?

Bu düzenlemenin o taslağa nasıl girdiğini anlamak için “27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, çocuklarımızın eğitiminin resmen Amerikalılara teslim edildiğini bilmemiz gerekiyordu. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kurulmuştu. Bu komisyonun adı Fulbright Eğitim Komisyonuydu. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemek oluyordu ve dindar AKP dâhil, o günden beri bu kurul hiç değişmiyordu ve yeni düzenlemeleri bunlar yapıyordu.

Şimdi AKP’nin ta 2009 yılında, 2014 için hedef olarak koyduğu planla, dershaneleri kapatmak değil, “dershane sahiplerini özel okula dönüşmeye teşvik etmek ve sınav sisteminde değişikliklere gidilerek öğrencilerin test-tost ikileminden nasıl çıkarılacağının tedbirlerini aramak” bahanesiyle, gençliğin fikren Hıristiyanlaştırması tuzakları kurulmaktaydı. ABD güdümlü Fulbright Komisyonu’nun teşvikiyle, üniversite imtihanlarında çıkacak soruların yanıtları liselerde öğretilmeyip, bunlar Fetullahçıların hâkim olduğu dershanelerde verilecek, gençlerimiz imtihanları kazanmak için bunlara mecbur ve mahkûm bırakılmaktaydı.

Dershaneler için topyekûn savaş başlatan Cemaat, daha önce hapse tıktırdığı Cübbeli hocayı TV ekranlarına çıkartıp ana haberde 15 dakika konuşturmuşlardı. Dershane savaşında cemaat yayın organları ile konuyu zirvede tutmaya çalışmaktaydı. Cübbeli Ahmed Hoca'yı dahi ekrana çıkaran STV haber, bültenin 15 dakikasını bu özel röportaja ayırmıştı.

Cübbeli Hoca konuşmasında 'ne şiş yansın ne kebap' tutumunu takınmış, ancak 'dershaneler kapatılmasın' sözünü net bir şekilde belirterek tarafını Cemaatten yana kullanmıştı.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Müslüman kanıyla İslam coğrafyasında sınırlar çizen ABD ile ilişkilerine sınır koyamamıştı!

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AKP dönemindeki, “Türkiye-ABD ilişkisi”ni sınırsız olarak vasıflandırmış ve zaman mefhumuna sığdıramamıştı. İki ülkenin model ortaklığının “sonsuza kadar” süreceğini açıklayan Davutoğlu, Kerry’nin Türkiye denetimlerinden oldukça memnun olacak ki, espriler eşliğinde Siyonist Yahudi’ye övgüler yağdırmıştı. Davutoğlu’nun ilişkilerine sınır çizemediği “stratejik müttefiki” Amerika; Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de ve nice İslam coğrafyasında Müslüman kanıyla sınırları bozmaktaydı.

“Her hafta görüşürüz”demek “Kerry’e bilgi sunarım” itirafı mıydı?

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Washington’daki temasları çerçevesinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile baş başa ve heyetler arası görüşmeler yapmıştı. Kerry ile birçok farklı ortamda çok kez bir araya geldiklerini, bazı zamanlarda her hafta telefon görüşmesi yaptıklarını belirten Davutoğlu, Kerry’nin Ortadoğu barış sürecinden İran’la angajmana kadar uzanan konularda çok aktif ve dinamik bir diplomasi izlediğini hatırlatmıştı. Davutoğlu, Kerry’ye hitaben, “Bölgemize kaç defa geldiniz artık bilmiyorum. Tarihteki en hızlı hareket eden ABD dışişleri bakanısınız” esprisini(!) yapmıştı.

“Türkiye’ye minnettarız, güvenimiz tam” diyen Siyonist Kerry, AKP’den çok razıydı!

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ise ABD-Türkiye ilişkilerinde her unsurun güven üzerine kurulu olduğunu belirterek, “Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler güçlü. Kimse buna mani olmayı deneyemez ve bu ilişkilerin sağlamlığını sorgulayamaz. Bazı dönemlerde anlaşmazlıklar olabilir, bu normaldir. Dostların, birbirlerinin konuları ele alma şekline saygı gösterdikleri müddetçe anlaşmazlıkları olabilir. Bu ilişkilerin ilerlemesi konusuna güvenim tam. Türkiye’nin birçok konuda bizimle birlikte çalışmasından minnettarız” diyerek hizmetkârlarına minnettarlığını aktarmıştı. Şimdi Fetullah cemaatinin de, Erdoğan iktidarının da, aynı ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin güdümünde olduğunu bilenler, aralarındaki kapışmanın basit çıkar hesaplarından ve etkinlik kavgasından ibaret olduğunu anlamakta zorlanmayacaktı.

CFR’nin hizmetkârları: Hükümetle Cemaat aynı zihniyeti taşımaktaydı!

Sn. Abdullah Gül ve Sn. Recep Erdoğan’ın desteği ile Dünyanın en etkin ve en karanlık yapılanmasının Türkiye ayağının kurulduğunu önce Milli Çözüm Dergimiz açıklamıştı.

Siyonizm’in en güçlü lobisi ve derin yapılanması olan Council on Foreign Relations (CFR) Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı da oluşturulmuştu. Yapı Kredi Plaza D Blok’ta faaliyetlerini sürdüren bu kurum, Türkiye’de Global İlişkiler Forumu (GİF) adı ile örgütleniyordu. GİF, CFR’ın “Konseyler Konseyi” olarak nitelendirdiği yapılanmanın Türkiye ayağını teşkil ediyor ve CFR Turkey olarak tanımlanıyordu. Global İlişkiler Forumu (GİF) 285 kişilik oldukça kapsamlı bir üye listesine sahip bulunuyor, Fetullahçı ve AKP yandaşı nice patronlar üye oluyordu.

CFR, Siyonizm’in dünya hâkimiyeti için çalışmaktaydı!

American Airlines, American Express, BMW of North America, Chevron Citibank, Coca-Cola, Ford Motor Company, General Electric, General Motors, Hilton Hotels, IBM Corporation, J. P. Morgan &Co., Mitsubishi, New York Times, Pepsi Co, Phillips Petroleum, Siemens Corporation, Sony Corporation ve Toyota Motor Corporation gibi binlerce marka ve şirketin üye olduğu CFR, New York’ta 29 Temmuz 1921’de kurulmuştu. CFR, Piramit, Süleyman mabedi, tek hükümetli dünya, Sion’un oğullarının vaat edilmiş birleşik krallığı, evrensel kardeşlik gibi fikirleri savunan gizli cemiyetlerin bu ideolojisini ilk harekete resmi olarak geçiren kuruluştu. Councel of foreign Relations CFR yani Dış İlişkiler Konseyinin Türkiye ayağı olan Global İlişkiler Forumu’nun (GİF) Başkanı Rahmi Koç, konuşmasında ünlü Siyonist yapılanmanın Türkiye ayağını oluştururken aldıkları yardımı ise şöyle açıklıyordu; “GİF’i kurmadan evvel, Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Sayın Egemen Bağış ve Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Zafer Çağlayan ile konuyu görüştük ve öncelikle onların icazetlerini aldık.”

Yahudi ve dönmelerle birlikte dindar muhafazakârlar da CFR listesinde yer almıştı!

Dünyanın en derin ve en etkili Siyonist yapılanmasının Türkiye ayağındaki muhafazakâr isimler de oldukça dikkat çekiyordu. ÜLKER markalarının bağlı olduğu Yıldız Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker ile yine Yıldız Holding’in Başkan Yardımcısı Ali Ülker’in de aralarında bulunduğu Cemaat ve Hükümete yakın çok sayıda muhafazakâr (!) isim listede yerlerini alıyordu. Council on Foreign Relations, CFR – Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı olan CFR Turkey’in 285 isimden oluşan listesinde ise oldukça şaşırtıcı isimler bulunuyordu. Doğan Holding adına Hanzade Doğan Boyner, Eczacıbaşı Holding adına Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Coca Cola Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO’su Muhtar Kent, Profilo’dan Yönetim Kurulu Başkanı Kerim Kamhi, UEFA Başkan Yardımcısı Şenes Erzik, Alarko Şirketler Topluluğu’ndan Leyla Alaton, Odalar ve Borsalar Birliği’nden Rifat Hisarcıklıoğlu, Tekfen Holding’den Yönetim Kurulu Başkanı Feyyaz Berker, Yılmaz Büyükerşen, Tarhan Erdem, Ayşe Kulin, İlber Ortaylı, Altan Öymen ve Gazeteci Yazar Sami Kohen de CFR’nin listesinde arzı endam ediyordu.

Dünyayı ekonomik ve siyasal açıdan yönetmek için kurulan ve Siyonizm’in hizmetinde olan CFR’nin Türkiye’deki faaliyetini afişe eden Milli Gazete, CFR’nin Türkiye kolu Global İlişkiler Forumu merkezinin yerini fotoğraflamıştı. Türkiye’nin ekonomik açıdan ABD’ye bağımlılığı için çalışan “CFR Turkey”in kurucuları arasında yer alan isimler in çoğu Milli Görüş ve Erbakan gıcıklığından tanıdık insanlardı. Daha da ilginç olan bir diğer husus da Global İlişkiler Forumu ile İsrail Başkonsolosluğu’nun aynı çatı altında bulunmasıydı. Dünyanın en derin yapılanmalarından biri olan CFR, (Council on Foreign Relations-Dış İlişkiler Konseyi) hızla büyüyerek Türkiye’de de kurulmayı başarmıştı. Bir dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da konuk olduğu CFR adlı kuruluş, dünyayı yönetme arzusundaki Siyonizm’in gözle görülebilir en önemli yapılarındandı.

“Refah Partisi ikiye bölünsün, üçe bölünsün, ezilsin” diyenler CFR’ci çıkmıştı!

Council on Foreign Relations, CFR – Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı olan CFR Turkey’in 285 isimden oluşan listesinde ise oldukça şaşırtıcı isimler bulunmaktaydı. Dünyanın en derin ve en etkili Siyonist yapılanmasının Türkiye ayağındaki muhafazakâr isimler arasında din düşmanlığıyla tanınan eski Kültür Bakanı Talat S. Halman da yer almaktaydı. Talat Halman, bir zamanlar “Refah Partisi ikiye bölünsün, üçe bölünsün, ezilsin, yok edilsin, moleküllere ayrılsın” diyecek kadar arsızlaşıp azgınlaşmıştı.

AKP İslam’ı değil, Batı’yı referans almaktaydı

AKP Genel Başkan Yardımcısı Mevlüt Çavuşoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, AKP’nin artık küresel bir parti haline geldiğini açıklıyordu. Dünyanın birçok ülkesinden partilerini araştırmak için öğrencilerin geldiğini anlatan Çavuşoğlu, “Bizi İslami parti zannediyorlar. Biz, İslam’ın bir siyasi partiyle özdeşlemesine karşı olduğumuzu söylüyoruz” şeklinde konuşmuştu. Çavuşoğlu’nun açıklamaları sadece kendi görüşünü ifade etmiyor; Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan yardımcısı Arınç da “İslamcı parti”, “Dinci parti” tanımlamalarına şiddetle karşı çıkıyordu.

“Kökenleri İslâm’da olan bir parti değiliz” sözleri gerçeğin ilanıydı!

Başbakan Erdoğan 4 Mayıs 2008’de Newsweek dergisi ile yaptığı söyleşide şu açıklamaları yapıyordu: “Batı’da AKP, her zaman “kökleri İslam’da olan bir parti” olarak gösteriliyor. Bu doğru değil. AKP, sadece dindar insanlar için bir parti değil, biz ortalama Türk’ün partiyiz.”

ABD Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’daki görüşmesinin ardından Johns Hopkins Üniversitesi’nde bir konuşma yapan Erdoğan: “Bizim parti, asla İslamcı bir parti değildir. Türkiye cumhuriyeti içinde yeni Osmanlıcılık akımı yok. Yakıştırmadır. Eksen kayması gibi yakıştırmalar yapanlar, şu andaki iktidarı gölgeleme çabasındadır” sözlerini sarf ediyordu.

“Ben siyasal İslam’ı kabul etmiyorum” çıkışları!

Le Figaro gazetesine konuşan Erdoğan, “Kendinizi ılımlı İslamcı bir parti olarak görüyor musunuz?” şeklindeki soru üzerine “Biz kendimizi böyle tanımlamıyoruz. Avrupa’da Hıristiyan Demokrat Partiler var. Ben siyasal İslam’ı kabul etmiyorum. AK Parti İslamcı bir parti değildir.” diyordu. 

“50 defa söyledik, AKP dinci değildir” çırpınışları!

Bülent Arınç da gazetelere yansıyan bir ifadesinde “Bazıları hala sersem sersem ‘AKP dinci bir partidir, İslami kökenli bir partidir’ diye konuşuyor. Hayır. 50 defa söyledik. 51’inci defa söylüyorum. AKP dinci bir parti değildir” şeklinde çıkışıyordu.

“Türkiye’yi İslâmlaştırmak istesek AB ile yakınlaşmazdık” itirafları!

ABD’deki Newsweek dergisinde 14 Mayıs 2007 tarihinde yayınlanan Fareed Zakaria imzalı “demokrasi için sessiz dua” başlıklı makalede, Zakaria’nın Gül’e sorduğu soruya Abdullah Gül: “Türkiye tarihinde bu ülkenin AB’ye üye olabilmesi için diğer siyasi partilerden daha fazla çalıştık. Ekonomiyi serbest hale getiren ve insan haklarını güçlendiren yüzlerce yasayı meclisten geçirdik. Eğer Türkiye’yi İslamlaştırmak istiyorsak neden bunları yaptık?” ifadeleri gerçek yüzlerini ortaya koyuyordu.

“İslami siyasi partileri sevmiyorum” diyerek aslını inkâra mı kalkışmıştı?

Gül’ün “Biz İslami bir parti değiliz. Din, bireylerin meselesi, siyasetin değil. Türkiye anayasası laik bir devletten söz ediyor ve biz bunu kabul ediyoruz. Ben İslami siyasi partileri sevmiyorum.” görüşünü dile getirdiği belirtiliyordu. Böylece aslını ve inancını inkâr ediyordu.

Ve sonunda Recep Bey Hürriyet Gazetesi’ne: “İlk ve son defa konuşuyorum; Ben muhafazakâr bir demokratım” deyip çıkıyordu.

Cemaat içi gizli kavganın yansımaları ve Dershane savaşlarının perde arkası!

Fetullahçı Önder Aytaç’ın 28.11.2012 tarihli yazısına göre:

     Türkiye’de mevcut olan özel dershane sayısı 4500 civarında. Bunların ancak üçte biri (1/3) kadarı ‘the cemaat’ ile irtibatlıydı. Geriye kalan üçte ikisinden (2/3) daha fazlası ise tamamen’ the cemaat’ dışındaki özel yapıların ve kar amaçlı kuruluşlarıydı.

•     ‘The cemaat’le irtibatlı olduğu farz edilen dershanelerdeki öğrencilerin çoğu, hem bu dershanelerin eğitimde çok başarılı olduklarını, hem de bu eğitim kurumlarının ‘the cemaat’ ile duygusal anlamda irtibatlı bulunduklarını gayet iyi biliyorlardı. Yani her gelen öğrencinin, the cemaat’e dost olmasa bile, düşman olmaması bağlamında da, bu dershaneler önemli bir işlev yapmaktaydı.

     ‘The cemaat’ ile gönül bağı olan bu dershanelerin vasıtasıyla kazanılan öğrenci sayısı, abartılanların aksine çok değildi, ama önemli ve etkin rakamlardı. Çünkü bu dershaneler, kendi öğrencilerinin 1/3’inden fazlasına özel rehberlik hizmeti sunmaktaydı.

     Peki dershaneler Sn. Başbakan’ın direktifleri doğrultusunda komple kapatılınca ne olacaktı? Malumunuz olduğu üzere, klasik iktisat teorisine göre; her talep kendi arzını da beraberinde oluşturacaktı. Dershanelerin kapatılmasından sonra; siz isteseniz de - istemeseniz de eğer eğitim sistemi böyle devam edecek olursa, yine ‘the cemaat’ evleri cazibe merkezleri konumuna taşınacaktı.

     Böylelikle, şu aşamada ‘the cemaat’in piyasadaki % 30’lar civarında olan öğrenci potansiyeli ve popülaritesi, birden % 70–80’lere doğru fırlayacaktı. Ve tabi ki bu özel dersler de, dershane yerine ikame edilecek olan minyatür dershaneciklere dönüşmüş olacaktı.

Cemaat içi kapışma ve ayrışma mı yaşanmaktaydı?

Bazılarına göre Hanefi Avcı'nın, Nedim Şener'in ve Ahmet Şık'ın tutuklanmasının tek sebebi vardı. O da Gülen Cemaati içinde uzun zamandır yaşandığı bilinen iç çatışmaydı!

Aslında Avcı da Gülen Cemaati'nin eski bir üyesi, polis teşkilatında, yıllar önce cemaat yapılanması başlatan meşhur Kemalettin Özdemir'in sağ kolu sayılırdı. Çatışmanın çıkma sebebi ise birkaç yıl önce Özdemir'in yerine, camiada 'Kozanlı Ömer' olarak bilinen Osman Hilmi Özdil'in oturtulmasıydı. Bu adamın, Özdemir'e bağlı ekibi pasifize ettiği konuşulmaktaydı. Bunların arasında Avcı da vardı. Hatta Sabri Uzun ve Emin Aslan da bunlar arasındaydı. İşte bu ekip Özdemir'den yana tavır koymuşlardı.

Aslında bu kavga alttan alttan yürürken gün yüzüne çıkmasına neden olan şey Nedim Şener'in yazdığı, 'Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları' adlı kitabıydı. O kitapla Kemalettin Özdemir ve Avcı müthiş bir operasyona imza atmıştı. Evet. Hrant Dink cinayetindeki suiistimaller olduğu gibi ortaya çıkarılmış, ama aynı zamanda polis teşkilatının yeni egemeni Kozanlı Ömer ve ekibi de dağıtılmıştı. Bunun üzerine kavga daha da alevlenmiş, karşılıklı operasyonlar başlamıştı.

En sonunda Avcı kellesini ortaya koyarak 'Haliç'te Yaşayan Simonlar' kitabını çıkarmıştı. Avcı önce Devrimci Karargâh diye uyduruk bir örgüte üye olduğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Derken Gülen Cemaati'nin polis teşkilatındaki örgütlenmesini 80'li yıllardan alarak 'İmamın Ordusu' adını verdiği kitapla deşifre eden Ahmet Şık yakalanmıştı. Çünkü onun da bu kitabı yazarken o kanattan destek aldığı konuşulmaktaydı. Bütün bunlar Gülen Cemaati içinde sert tartışmalara ve ayrışmalara yol açmıştı.[2]

--

Ocak 2014 - Milli Çözüm Dergisi



[1] Sadrettin Karaduman, Milli Gazete

[2] Sevilay Yükselir, 14 mart 2012

Yorum Yaz