Mart 29 10:25

DOSTLARLA HASBİHAL VE UYARIDIR

DOSTLARLA HASBİHAL VE UYARIDIR

Biz “ğayb”e iman ettik (Bak: Bakara 3.ayet)Gayb” yok olan değildir, yok olana iman edilmez. “Gayb”; var olan, ama varlığı “sarahaten” değil; alamet, işaret ve eserleriyle belli olan demektir. Cenab-ı Hak; Hakiki, Daimi, Ezeli ve Ebedi olan tek ve gerçek varlık olup, diğer her şey O’nun yaratması ile meydana geldiğinden fani, aciz ve eksiktir. “Mevcud-u Meçhul” olan, yani “künh”ü, hakikati ve zat-ı akdesi idrak ve ihata edilmeyecek kadar Büyük ve Batın ama muazzam ve muhteşem kainattaki tüm alametleri ve hikmetli tecellileri ile, tabiattaki canlı cansız tüm harika eserleri ile zahir olan Allah-u Teâlâ’nın dışında her şey “mahluk” ve herkes “kul” mertebesindedir. Cenab-ı Hak Zülcelal Hz.lerinin en yüksek tecellisi ve en örnek ve kâmil elçisi ise, Peygamberimiz, Hz. Muhammed Aleyhisselam Efendimizdir. Gayrı kıyamete kadar her asırdaki mü’minler içerisindeki şahsiyetler; Hz. Peygamber Efendimizin ve Yüce Dinimizin; tabisi, takipçisi ve tatbikçisi olabildiği kadar kıymetlidir. Aziz Erbakan Hocamıza hürmet, muhabbet ve merbutiyetimizin temeli de, çağımızda Hak davanın şahsi manevisi ve Resulûllah’ın temsilci varisi olması sebebiyledir.

Yaz mevsiminde ve öğlen vaktinde Güneş’e bakmak gözleri kamaştırıverir, hatta bazen çıplak gözle Güneş görünmeyebilir. Bu Güneş’in “Kemal-i zuhurundan ve şiddet-i nurundan” ileri gelir. İşte zerrelerden kürrelere, hücrelerden galaksilere, çiçeklerden böceklere, canlı cansız her şeyde ve her yerde Cenab-ı Hak, harika eserleriyle ve milyarlarca tecelli ve tezahür örnekleriyle; varlığı ve üstün sıfatları o denli açık ve aşikârdır ki, bu “Kemal-i zuhurundan ve şiddet-i nurundan” gizlidir. Ancak asla unutulmasın ki, Allah’ı böyle milyonlarca delille ispatlamak ve varlığına inanmak, iman için yeterli değildir. O Allah’ın görülmeyen nurani hizmetçilerine ve emirlerine (meleklerine), hayat disiplini ve düzeni olarak gönderdiği kitaplarına ve hükümlerine, rehber ve örnek olarak seçtiği Nebilerine ve Elçilerine, Ahiret gününe ve hesaba çekilmeye, hayır ve şer her şeyin bizzat Allah’ın takdiri ile gerçekleştiğine ve bu kulluk imtihanını kazanmak için dünyaya geldiğimize ve bu şuur ve sorumlulukla davranmamız gerektiğine inanmayan ve görevini yapmayanlar Müslüman (teslim olan) değildir.

“Biz mü’minler olarak ancak ve yalnız Allah’a ibadet eder ve sadece O’ndan yardım dileriz.” (Bak: Fatiha 5. Ayet) Hakiki ve daimi mevcut sadece Cenab-ı Hak olduğu gibi, yegâne Ma’bud (kendisine ibadet olunan) ve en yüce maksut (her işte rızası aranan) Zat da yine ancak Kendisidir. Mahluk ve Kul olma noktasında, en yüce insanla, en sade varlık eşit olduğu gibi, uluhiyet ve ubudiyet makamına uzaklıkta da yine en yüce insanla en sade varlık arasında hiçbir fark söz konusu değildir.

“Oysa onlar, Dini sadece O'na halis kılan hanifler (Allah'ı birleyenler) olarak, ancak Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru ikame (huzur ve şuurla yerine getirmek) ve zekâtı vermek dışında (yanlış ve yararsız şeylerle) emrolunmamışlardı. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din bu (İslam)dır.” (Beyyine: 5 )

Bunlar bizim, en özel toplantılarımızda da, en genel ortamlarda da aynen hatırlattığımız gerçeklerdir. Biz elbette zaif, aciz, eksik ve türlü hatalara düşebilir kimseleriz. Bu nedenle her an ve her durumda Allah’ın rahmetine, inayetine ve hidayetine muhtaç vaziyetteyiz. İman ve itaatımızda -haşa- Allah’a kâr ve zarar veremeyeceğimiz gibi, inkâr ve isyanımızla da O’na hiçbir zarar eriştiremeyiz. Yüce Rabbimiz Hz.lerinin bizim şirk ve şekavetimizden etkilenmesi de söz konusu değildir. Zira ne mülkünde ne de hükmünde, asla ve haşa bir şeriki yoktur ki, biz O’nun safına geçip bir zaafiyete sebebiyet verelim… İslami çaba ve amacımızın da, biat ve cihadımızın da sevabı ve kazancı sadece kendimizedir.

(Hakk hâkim olsun, ülkemizde ve yeryüzünde Adalet Nizamı kurulsun diye) Kim cihad ederse, o ancak kendi nefsinin faydası için çaba göstermiştir. (Cihadın, adil devlet, izzet ve emniyet gibi dünyevi menfaatleri de; ebedi saadet ve cennet gibi uhrevi mükâfatları da kişinin kendi çıkarı gereğidir.) Allah alemlerden Müstağnidir (hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir). (Ankebut: 6)

Ey Kardeşlerim!.. Kendi vehminiz, tahmininiz ve hüsnü niyetinizle, bize bazı makam ve mertebeler yakıştıran, sonra da kendi kafanızda tasarlayıverdiğiniz vasıflara aykırı gördüğünüz tavırlarımız nedeniyle bizi suçlamaya kalkışan yine sizsiniz…

Ve (Sana lütfettiği bütün bu üstün fazilet ve meziyetlerden dolayı, övünmek ve böbürlenmek için değil, ama sevinmek ve şükretmek niyetiyle) Rabbinin nimetini (minnet ve memnuniyetle) hatırla ve anlat (ki Makam-ı Mahmud’a ulaşasın).” (Duha: 11) ayetinin izni ve emri çerçevesinde, Cenab-ı Hak’kın bize olan nimet ve faziletlerini; şükür makamında hatırlatmak, böylece ibadet ve hizmetlere şevkimizi arttırmak dışında, bir takım meziyet ve marifetleri -haşa- kendisinden bilen ve bunlarla böbürlenip insanları etkilemeye ve istismar etmeye yönelen birisi değiliz ve bundan Rabbimize sığınıp sürekli tövbe edenlerdeniz. İşte netliğimiz, hatta bazen sertliğimiz de bu yüzdendir.

Bir zamanlar bizden, daha doğrusu hizmet ve mesuliyet yükünden usanıp, uzaklaşmak için bahane arayan birisine şunları söylemiştim:

“Dikkat et, bu samimiyet ve istikamet ehli ekipten ayrılma sebebin, dünyevi ve nefsi kuşkuların ve kurguların ise, bu oldukça tehlikelidir, hatta hidayetini karartabilir… Yok eğer dini gayretler ve uhrevi gayelerle ayrılmak istiyorsan, yani İslam’a ve davamıza zarar verdiğimiz kanaatiyle bizden uzaklaşıyorsan, bu iyi niyetine merhameten Allah sana hakikati gösterecektir.” Kaldı ki, maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi her türlü nimet ve fazilet -haşa- bizim değil Rabbimizin elindedir. İstediğine istediğini vermek, O’nun takdirindedir. Görev ve yetkileri, servet ve rütbeleri, tayin ve taksim eden bizzat Allah’ın Kendisidir. Bütün bunları bizden veya başka birisinden bilmek ve beklemek, zaten gaflet ve cehalettir. Birilerinin vesilesiyle bize yetiştirilen nimetlerin asıl sahibi de yine Rabbimiz Teala Hazretleridir. “Bu benim hakkımdı vermedi. Beni şu makama tayin etmedi. Halefi bendim, layık görmedi…” gibi itiraz ve isyanlar da, aslında Cenab-ı Hakk’a yöneliktir, O’nun takdir ve tanziminde -haşa- hata ettiğini söylemek gibidir.

Velhasıl, kendi kabahatlerini örten ve sürekli mazeretler üreten nefsinin dürtülerine veya nefsinin güdümüne girmiş kimselerin telkinlerine değil, kendi vicdani kanaatine göre davranmak gereklidir. Çünkü ayarı bozulmamış vicdan, hep doğruyu ve Allah’ın rızasına uygunu gösterecektir.

Kardeşlerim!.. Her kötülük ve hele tekrar edilirse, bir küfür tohumu gibi, sonunda imana aykırı şüphe ve vesveseleri doğurabilir ve insanın ayağını kaydırabilir. Bunun gibi, bazı hayal ve heveslere kapılan ve kendisini manevi görevli ve liyakatli sanmaya başlayan kimseler de, bu takıntı ve saplantıları zamanla daha da önemseyip öncelemeye ve bir nevi putlaştırıp perestiş etmeye (tapınır derecesinde sevip yüceltmeye) girişmekte ve çevresindeki insanları Allah’a bağlılıklarına, takvalarına, cihat ve fedakârlıklarına göre değil, kendisine olan hürmet, hizmet ve teslimiyetlerine göre değerlendirme ve derecelendirme dalaletine yönelmektedir. Maalesef insanoğlu, her gözünün eriştiğine, elinin de yetişeceğini zannetme gafletine düşmektedir. Hatta bu gaflet zamanla dalalete (sapkınlığa) dönüşmekte, bu sefer: “Her gönlünden geçene, kolunun da yetişeceğini ve kendi çabaları ve planları ile arzu ettiklerini gerçekleştireceğini” düşünmektedir. Oysa gözleri yüksek dalları değil, yıldızları bile görmekte, ama elleri sadece boyundan biraz yukarısına ancak erişmektedir. Ve hele gönlünden geçirdikleri ve nefsi dürtülerle hayalen peşine düştükleri ise çok daha erişilmez şeylerdir. Elbette dua ve temenni makamında ve sadece Allah rızası ve Hak davası doğrultusunda, maddi ve manevi imkân ve fırsatlar talep edilir, ama bunları hak ettiğini düşünerek ve mecburen verilmesi gerektiğini zannederek istemek, bir şaşkınlık ve sapkınlık alametidir.

Ve hele, dava kardeşleri arasında; bölgecilik ve hizipçilik kayırmaları, bilgiçlik ve birincilik yarışmaları, öncelik ve önemlilik ayrışmaları başlaması, imanın canı olan ihlası öldüren manevi bir zehir gibidir. Böyleleri farkında olmadan Şeytanın gizli şakirdi haline gelir. Uhuvvet, muhabbet ve meveddet (birbirlerini sahiplenip destekleme) bağları zayıflayıp çözülüverir. Oysa haklı ve hayırlı bir hizmet ekibi, kendilerini aynen bir vücut gibi görmeli, bu vücudun her bir parçasının hayati, önemli ve gerekli olduğunu bilerek ve onlara kıymet vererek hareket etmelidir. Bu vücuttan kopup ayrılan göz de olsa, el de olsa, artık murdar ve işe yaramaz bir et parçası hükmündedir. “Ben”lik dava eden bir damla, kısa zamanda buharlaşıp tükenecek, ama “Biz” duygusuyla deryaya karışınca, daimi mutluluğa erişecektir.

Hadisi şerifte buyrulduğu gibi: “Allah-u Taala bizim bedenlerimize ve yüzlerimize (zahiri görünüş ve etiketlerimize, şan ve şöhretlerimize) değil kalplerimize (samimi niyet ve gayretlerimize) bakarak değer verecektir.” (Bak: Müslim Birr: 33, İbn-i Mace Zühd:9)

“Her kim Allah’ın kelimeleri (İslam’ın hükümleri) yücelsin (ve Hakk’ın hakimiyeti gerçekleşsin) diye çalışıp çarpışıyorsa, işte o Allah yolundadır.” (Bak: Buhari İlim: 45, Müslim İmare: 150)

Mü’minler ancak ve tam olarak Allah’a güvenmeli, O’nun va’dine itimat ve itibar etmelidir.

“(Sadık ve sağlam) Mü’minler ise (düşman) birliklerini gördükleri zaman (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu, Allah'ın ve Resulû’nün bize va’dettiği (ve haber verdiği) şeydir (zalim ve güçlü saldırganları yenmek için bize manevi yardım edilecektir); Allah ve Resulû doğru söylemiştir." Ve (bu tehdit ve tehlikeler) sadece onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırmaktan (başka sonuç doğurmamıştır).” (Ahzap: 22)

“Bir kısım (korkak ve münafık) insanlar (sadık ve sağlam mü’minlere): Kesinlikle (kuvvetli ve tehlikeli düşman olan) insanlar size karşı toplanıp (bir şer ittifakı kurdular.) Aman ha, onlardan korkun (ve uyuşun. Çünkü bunlarla başa çıkmanız ve başarılı olmanız imkânsızdır) dediklerinde, bu (tehdit ve teklifler sadık mü’min ve mücahitlerin) imanlarını artırıp (moral ve maneviyatlarına güç katmış) ve “Allah bize yeter. O ne güzel (ve en mükemmel) Vekildir. (Biz O’nun emrinde, O da bizimle beraber olduktan sonra, O’nun izni ve iradesi dışında hiçbir güç bize zarar veremeyecektir)” diyen (ve dik duran sadıklardır).”

“İşte bundan dolayı, Allah'ın nimet ve faziletiyle kendilerine hiçbir zarar ve kötülük dokunmaksızın bir inkılâba uğradılar. (Zafere ulaşıp geri dönmüş oldular.) Böylece Allah'ın rızasına ve rıdvanına uymuş oldular. Zira Allah, çok büyük üstünlük ve iyilik sahibidir. (Sadık kullarına sayısız ihsan ve ikramda bulunandır.)” (Al-i İmran: 173-174)

“Bizim uğrumuzda cihat edenlere (ve Hakk davada sabır ve gayret gösterenlere gelince), şüphesiz (onlara hidayet ve zafer) yollarımızı açarız. (Fikri ve fiili yöntem ve teknolojiler öğretip başarılı kılarız.) Gerçekten Allah, ihsan edenlerle beraberdir. (Bu İlahi destek sayesinde mücahit mü’minler muvaffak ve muzaffer olacaktır.)” (Ankebut: 69)

Bir kutsi hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Her kim Benim (dinime hizmet eden, ibadet ve istikamet ehli bir) dostuma düşmanlık ederse, Ben de ona karşı harp açarım. Kulum kendisine farz kıldığım şeyleri (yapmak ve haramlardan kaçınmak kadar) Bana sevimli gelen başka hiçbir şeyle Bana yaklaşamayacaktır. Kulum (cihat, namaz ve haramlardan sakınmak gibi farzlara ilaveten) nafile ibadetlerle Bana öylesine yaklaşır ki, Ben onu sevmeye başlarım. Bir kulumu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum (hep razı olduğum düşünce ve davranışlara muvaffak kılarım). Artık Benden her ne isterse ona verip bağışlarım, (ve her neden) Bana sığınırsa onu koruyuculuğum altına alırım.” (Bak: Buhari Rikak: 38)

Başka bir hadisi şerifte: “Kul(um) Bana (icabet ve dini gayretle) bir karış yaklaştığı zaman, Ben ona (rahmet ve inayetimle) bir arşın yaklaşırım; o Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım; o Bana yürüyerek gelecek olursa, Ben ona koşarak varırım.” (Bak: Buhari Tevhid: 50, Müslim Zikir: 2-3) buyrulmaktadır.

Dava ve takva adına ve Hocalarımıza bağlılık hesabına, kendi uydurup koyduğumuz kurallara, yine kendimiz karşı çıkıp suçlamaya kalkışmak, manevi bir maraz ve mantıktır:

“Sonra onların peşinden ve izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca yollayıverdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik; Ona İncil'i verdik ve Onu izleyenlerin kalplerinde şefkat ve merhamet duyguları yerleştirdik. (Hristiyanların sonradan bir bid'at olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak (güya) Allah'ın rızasını aramak için (kendileri uydurup türetmişlerdi), ama buna da gerektiği gibi riayet etmemişlerdi. Bununla birlikte onlardan iman edenlere (yine de) ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olan (Hakk yoldan çıkan) kimselerdi.” (Hadid: 27)

“… İpini kuvvetlice büktükten (biat ve itaat sözü verdikten) sonra, (işine gelmeyince ve zoru görünce bunları) çözmeye girişen kadın gibi olmayınız. …” (Nahl: 92) uyarısına kulak asmalı, fesatçılığa ve kancıklığa asla yanaşmamalıdır.

“(Ey iman edenler ve toplum düzenine girenler!) Sakın Elçinin (ve temsilcilerinin talimat ve) davetini aranızda herhangi birinizin diğerini (hizmete) çağırması gibi görmeyin. Allah sizden, birbirinizin (ve uydurma mazeretlerin) arkasına gizlenerek sıvışıp kaçanları (ve görevden kaytaranları çok iyi) bilir. Elçinin (Kur’an’ın Adil Düzenine davet ve hizmet görevlilerinin) emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belanın çarpmasından yahut kendilerine acı bir azabın dokunmasından korkup çekinmelidir!..” (Nur: 63)

Özetle; Lider, mürşit ve rehber şahsiyetleri abartarak övmek, onlarda bulunmayan üstün sıfatlarla vasfetmek, toplum ve taraftar kesimlerinde yaygın haldedir. Böylece kişiler ve kesimler, dolaylı yönden, kendilerine de bir hisse-paye çıkarıvermekte, “böylesine büyük marifet ve keramet ehli birisinin talebesi oldukları” ima edilmektedir. Maddi ve manevi lezzet aldığı şeylere olan sevgilerini abartmak, talebesi ve takipçisi oldukları şahsiyetleri överken mübalağaya kaçmak ve genellikle kendi hayallerini hakikatle karıştırıp aktarmak, insanoğlunda yaygın ama yanlış psikolojidir. Çünkü bir insana Allah’ın verdiği ikram, ihsan ve lütuftan çok daha fazlasını layık görmek, bir nevi ilahi takdir, taksim ve tayini beğenmemek, yeterli görmemektir. Bu nedenle hakikatlı ve kalıcı sevgi; bir mü’min şahsiyeti, olduğu gibi sevmek, ilim ve hizmeti ölçüsünde sahiplenip saygı göstermektir. Bu durumda Kur’ani kurallara ve İslam ahlakına uygun bulmadığı fikir ve hareketlerini hatırlatmak suretiyle onun daha da olgunlaşmasına yardım edilecektir.

Kıynağı (kuru yemişlerin içini) göremeyen ve tadına eremeyenler kabukla oyalanıverir. Hakikata ulaşamayanlar, kuru heves ve hayalatla eğlenir. Kul olma bilincini ve sıratı müstakimin kıymetini bilmeyenler, ya ifrata (aşırılığa) veya tefrite (değerini düşürtmeye) yönelmektedir. Oysa bir insanın yetenekli ve gerekli olan işleri bırakıp, gereksiz ve kabiliyetsiz olduğu şeylere girişmesi, yaratılış prensip ve hedeflerine uygun değildir ve kendisini israf etmektir.

      

DUA

      

Zirveye yakınken, ayaklarımız

Gerisin geriye, kaydırma ya Rab!..

Burca dikilecek, bayraklarımız

Alacak şeytana, kandırma ya Rab!..

      

Hakikat uğrunda, çırpınıp durduk

Davanın yolunda, umutlar kurduk

Her zorda kaldıkça, Kur’an okurduk

Kutsal amaçlardan, caydırma ya Rab!..

      

Nefsi hesaplara, kapılan şaşar

Rızanı arayan, dağları aşar

Bu dünyada insan, çok kısa yaşar

Cehennemde yıllar, saydırma ya Rab!..

      

Kulluğumuz bize, en büyük makam

Kapından kaçarsam, kavuşmaz yakam

Hep Sana sığındık, ey yüce Hakan

Hıyaneti bir kâr, sandırma ya Rab!..

Yorum Yaz