Nisan 18 13:15

EHL-İ SÜNNETİN İNANCI VE TEMEL ESASLARI

EHL-İ SÜNNETİN İNANCI VE TEMEL ESASLARI

EHL-İ SÜNNETİN İNANCI VE TEMEL ESASLARI

Sünnet’i Terk Etme Tehlikesi ve Sapkın Sonuçları

“Şayet örneksiz ve rehbersiz, Kur’an’ı Kerim’i doğru anlamak ve uygulamak mümkün olsaydı, Cenabı Hak ayrıca Peygamber göndermez, bizzat yaparak ve yaşayarak öğretmek üzere Aleyhissalatü Vesselam Efendimizi görevlendirmezdi. Kur’an ayetlerini yazılı nüshalar halinde Kâbe’nin damına indirir “gidip alın, okuyun anlayın ve uygulayın” diye emrederdi. Ama o takdirde Müslümanlar nasıl namaz kılacağını, nasıl oruç tutacağını, nasıl Hac yapacağını ve Zekât emrini nasıl uygulayacağını dahi bilmezdi. Bugün “Kur’an bize kâfidir. Hadis’i Şerifler ve Sünnet gereksizdir” diyenler, aslında Kur’an’ı Kerim’i keyfince yorumlayıp yozlaştırmak, böylece mesuliyet ve mükellefiyetlerden kurtulmak hevesinde olan kimseler ve onlara uyan cahillerdir.”

Prof. Dr. Necmettin Erbakan

Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.[1]

İslam tarihinde çeşitli dönemlerde çeşitli sapmalar yaşanmıştır. Farklı mezhepler, İslam’ın özünden uzaklaşarak çeşitli sapkın itikatlara sahip olmuş, sapkın uygulamalara başlamıştır. Hariciler’den Batiniler’e, Fatımiler’den Mutezile’ye kadar çeşitli fırkalar, çeşitli sapkınlık dereceleriyle, Kur’an’ın ve Allah Resulü'nün (s.a.v.) yolundan sapıtılmıştır. Son dönemlerde bu sapmalara bir yenisi daha katılmıştır. Bazı insanlar, Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetini gereksiz ve geçersiz saymaktadır. "Kur’an’ı okuyup anlarız, Resulullah’tan (s.a.v.) gelen bir açıklamaya muhtaç olmadan onu kendi başımıza uygularız" diyenler çıkmıştır. Böylece Kur’an’ın hayata geçirilmesi ve uygulanması anlamına gelen sünnete yüz çevirip İslam yozlaştırılmaktadır.

Oysa "yalnızca Kur’an" sloganı ile ortaya çıkan bu "sünnet’i terk etmiş İslam" akımı, bizzat Kur’an’ın hükümlerini göz ardı etmektedir. Çünkü sünnet, Kur’an’ın bir açıklamasıdır ve daha da önemlisi, Kur’an’da bizzat emredilmiştir. Allah (c.c.), bizleri yalnızca Kitap’a itaatle yükümlü kılmamış, aynı zamanda Resulullah’a (s.a.v.) itaati de farz olarak emretmiştir. Bu nedenle, İslam ancak sünnetle birlikte gerçek din haline gelir. Kur’an, ancak sünnetin yardımıyla ümmet tarafından anlaşılıp uygulanabilir. Sünnet ise, Resulullah’ın (s.a.v.) sahih hadislerinin toplanması ve sonra da büyük âlimler tarafından yorumlanması ile oluşan Ehl-i Sünnet düşüncesiyle belirginleşir.

Kur’an’ın Emrettiği Sünnet

Özellikle, "sünneti terk etmiş İslam" tehlikesine cevap vermek gerekir. Öncelikle bilinmelidir ki, sünnet, Kur’an’dan ayrı değildir. Sünnet; son ilahi kitap Kur’an’ın –Kur’an’ın ifadeleriyle- son peygamber, âlemlere rahmet, büyük ahlak sahibi, müminlere pek düşkün, onların sıkıntıya düşmesi kendisine çok ağır gelen, onların ağır yüklerini üzerlerindeki taassup zincirlerini indiren Allah (c.c.) elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından ortaya konmuş evrensel yorumu ve tatbikidir. Bu yorum olmadan Kur’an’ın anlaşılması ve hayata geçirilmesi mümkün değildir. Örneğin, Kur’an müminlere; diğer müminlere karşı şefkatli olmayı, güzel söz söylemeyi, tevazulu davranmayı, kâfirlere karşı ise, sert ve caydırıcı olmayı emretmiştir. Temizliği ve namazı farz etmiştir. Ancak bunların nasıl gerçekleştirileceği Kur’an’da detaylı bildirilmemiştir. Nasıl şefkat gösterileceği, nasıl "sert ve caydırıcı" davranılacağı, namazın nasıl eda edileceği, bunların ölçüsü belirtilmemiştir. Peki mümin, bunların nasıl ve ne ölçüde uygulanacağını nereden öğrenecektir. Kur’an şu hükmü verir:

"Andolsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde (her konuda uyulacak) güzel bir örnek vardır."[2]

Resulullah (s.a.v.), örnektir. Mümin, Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetine bakar ve uygulamaları oradan öğrenir. Nitekim sünnete bakıldığında hemen görülür ki, Resulullah (s.a.v.) ümmetine her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır davranışları göstermiştir. Bunda küçük işlerle meşguliyet gibi bir basitlik değil, en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet, sorumluluk ve hassasiyet gözetilmiştir. Bu durum, Resulullah (s.a.v.)’ın ümmetine Kur’an ile birlikte bir de "hikmet”i öğretmekte oluşunun bir gereğidir. Bir ayet, bu konuyu şöyle açıklar:

"Andolsun ki Allah, mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler."[3]  Alimlerimiz ayetteki “Hikmet”in sünnet olduğunu söylemiştir.

Resulullah’a İtaat

Resulullah’ın (s.a.v.) müminler için taşıdığı hayati önem, ona hitap eden ayetlerde şöyle vurgulanır:

"Şüphesiz, biz seni bir şahid, bir müjde verici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ki Allah’a ve Resûlü’ne iman etmeniz, O’nu savunup-desteklemeniz, O’nu en içten bir saygıyla-yüceltmeniz ve sabah akşam O’nu (Allah’ı) tesbih etmeniz için. (Ey Resulüm) Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir."[4]

Resulullah’a biat eden, Allah’a biat etmiştir. Bu ilahi kural, bir başka ayette şöyle açıklanır: "Kim Resulullah’a itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur..."[5]

Dikkat edilirse, ayette "Resulullah’a itaat" kavramı üzerinde önemle durulmaktadır. İşte bu kavram, Resulullah’ın (s.a.v.) az önce değindiğimiz "örnek olma" vasfının yanında, ikinci bir vasfını, "hüküm koyucu" özelliğinden kaynaklanmaktadır. Kur’an göstermektedir ki, Resulullah’ın (s.a.v.) kararlarına ve koyduğu kullara uymak, aynı Allah’ın (c.c.) kitabındaki ayetlere uymak gibi farzdır. Nitekim bir başka ayet, Resulullah’ın (s.a.v.) söz konusu yasaklama ve emretme yetkilerini şöyle açıklamaktadır:

"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici (Nebi) olan elçiye (Resul) uyarlar; o, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır."[6]

Bir diğer ayette ise şöyle buyrulmaktadır:

"... Resul size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun..."[7]

Bu ayetler, Hz. Peygamberin, Kur’an’da haram kılınmış olan şeylerin dışında da bazı şeyleri ümmetine yasaklayabileceğinin kanıtıdır. Bu nedenledir ki, peygamberimiz bir hadisinde şöyle buyurur: "Sizi bir şeyden men ettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirmeye çalışın"[8]

Başka ayetlerde de peygamberin söz konusu "hüküm koyucu" özelliği haber verilir. Müminlerin anlaşamadığı herhangi bir konu, Resulullah’a (s.a.v.) götürülecek ve o karar verecektir:

"Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir."[9]

Resulullah’ın (s.a.v.) söz konusu hüküm verici özelliği o denli kesindir ki, buna itaat etmeyen, hem de kalbinde bir sıkıntı duymadan, seve seve itaat etmeyenler mümin sayılmamaktadır:

"Hayır öyle değil; Rabbine andolsun (ki ey Resulüm), aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle razı olmadıkça, iman etmiş olmazlar."[10]

Bir başka ayet, Resulullah’ın (s.a.v.) hükmünün kesinliğini şöyle vurgulanır:

"Allah ve Resûl’ü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır."[11]

Resulullah’ın (s.a.v.) bu "hüküm verici" vasfına karşı çıkmak, onun verdiği hükme karşı gelmek ise küfürdür ve cehennemle cezalandırılır:

"Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..."[12]

Peygamberin hüküm koyuculuğu ve örnek olma vasfı, Kur’an’da bu denli muhkem bir biçimde açıklanmışken, Resulullah’ı (s.a.v.) sünnetinden yüz çevirmeyi savunmak, kuşkusuz Kur’an’a aykırı bir düşüncedir. Muhammed Esed’in de veciz bir şekilde ifade ettiği gibi "her yaptığı işte ve her emrinde ona ittiba etmek, İslam’a ittiba etmenin kendisidir. Onun sünnetinden uzaklaşmak ise İslam’ın hakikatinden uzaklaşmaktır."[13]

Nitekim Ashab-ı Kiram da öyle yapmış, her işlerinde Kur’an’la birlikte Kur’an’ın hayata geçmiş hali olan Resulullah’a (s.a.v.) uymuşlardır. Bir sahabeden şu söz aktarılır:

"Biz hiç bir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i (s.a.v) peygamber olarak göndermiştir. Biz, Hz. Muhammed’i (s.a.v) neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yapmak görevimiz ve şerefimizdir"[14]

Nuh’un Gemisi

Şu halde, "Kur’an’a dönelim, fakat sünnete ihtiyacımız yok" düşüncesinin İslam’a uygun bir düşünce olmadığı ve İslam’ı bilmemekten kaynaklandığı ortadadır. Bu görüşün sahipleri, bir köşke girmek isteyen fakat kapısını açabilecekleri anahtarı kullanmayı istemeyen kimselere benzemektedirler. Sünnetin kendisine sarılanları kurtardığı kesindir. Dahhak şöyle der: "Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zira ahirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulur."[15] İmam Malik de sünneti Nuh aleyhisselamın gemisine benzetmiş ve "kim ona binerse, kurtulur, kim binmezse boğulur"[16] demiştir.

Sünnet o denli büyük bir kurtuluş yoludur ki, Kur’an, Resulullah’ın (s.a.v.) emir ve yasaklarını "hayat verecek şeyler" olarak tanımlamıştır:

"Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icabet edip (uymalısınız). Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız."[17]

Tüm bu ayetler, "sünnet’i terk etmiş İslam" kavramının, Kur’an’a aykırı bir batıl inanç olduğunu göstermektedir. Din, kitap ve Resulullah’la (s.a.v.) birlikte bir bütündür. Birinin eksilmesi söz konusu olamaz. Resulullah’ın (s.a.v.) örnek davranışlarını, öğrettiği hikmetleri ve verdiği hükümleri bize ulaştıran kaynak ise Sünnet’tir, Ehli-Sünnet itikadıdır. Şu halde, bu itikad, "Nuh’un gemisi”dir.

Resulullah'a İtaat Ya da Sünnet'e İttiba!

Size sarıldıkça sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Onlar Allah’ın kitabı ve benim sünnetimdir.[18]

 İnsanlık tarihine bakıldığında hayatın peygamberle başladığı görülür. Çünkü bir elçi olmadan dinin anlaşılması ve uygulanması mümkün değildir. Bu yüzden her ümmete yol gösterici olarak bir elçi gönderilmiştir. Allah, diğer peygamberlere olduğu gibi Hz. Muhammed’i de mükemmel bir din, dosdoğru bir yol üzerinde göndermiştir. Ve onu kıyamete kadar bütün insanlığa peygamber kılmıştır. Elçiye itaat, ona saygı ve sevgi, onun yaşam tarzını uygulama ve onun sünnetini yerine getirme inananlar için bir sorumluluktur. Nitekim Kur’an’da peygambere itaat, Allah’a itaat ile birlikte değerlendirilmektedir. Müminlere anlaşmazlığa düştükleri konularda kendilerine yol gösterici olarak Kur’an’ı ve peygamberimizin sünnetlerini almaları emredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır.

"Hayır öyle değil. Rabbine andolsun. Aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar."[19]

Bu ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed’in uygulamaları, Kur’an gibi kesin ve hatasız bir hüküm kaynağıdır. Çünkü sünnet Kur’an’ın yorumu, açıklanması ve hayata dönüştürülmesinin diğer adıdır. Bu yüzden Kur’an’ın hayata dönüştürülmüş şekli olan Peygamberimizin sünnet-i seniyyesi konusunda mümin erkek ve kadınlar için herhangi bir tevil getirme ve itaatsizlik etme hakkı yoktur.

"Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin bir kadın ve mümin bir erkek için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, gerçekten o apaçık bir sapıklıkla sapmıştır."[20]

Bu konu ile ilgili diğer bir ayette Allah şöyle buyuruyor: "Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü’min olanların sözü, "işittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır."[21]

Kur’an’da Resulullah’a (s.a.v.) itaati konu alan tüm ayetlerde itaatin tüm müminler üzerinde bir zorunluluk olduğu anlatılmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber uygulamalarında masumdur ve bu uygulamalar Allah’ın koruması altındadır. Diğer bir deyişle sünnet kapsamı içerisine alınan her şey aslında vahye dayalıdır.

"O hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O’nun söyledikleri yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir."[22]

 Bu durumda, eğer bir konuda ihtilaf baş gösterirse İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve sünnete başvurmak müminler için diğer bir zorunluluktur.

"... Aranızda bir anlaşmazlığa düşerseniz bunu Allah’a ve elçisine döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bu hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir."[23]

Ayrıca Peygamber, vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an ayetlerini sadece insanlığa ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda onun açıklanması görevi ile yükümlü kılınmıştır. Peygamberimizin sünnetine bu açıdan bakıldığında onun Kur’an’ın yorumlanması olduğu anlaşılacaktır. Peygamberimizin sünneti, eğer bu anlamda değerlendirilirse yanlış anlaşılmalardan, tahrifattan ve istismardan korunmuş olur ve anlaşılması kolaylaşır.

Diğer bir ayette ise, "De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın"[24]  buyrulmaktadır.

Bu yüzden Allah’ı sevmenin göstergesi Resulullah’a uymaktır. İnsan Resulullah'a (s.a.v.) uymakla gerçekte Allah’a uymuş olduğunu ortaya koymaktadır. Hiçbir mümin Allah’a itaati yeterli görüp Resulullah'a (s.a.v.) itaati terk edemez. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sünnete uyanları şu şekilde müjdelemektedir. "Kim, sünnetimi ihya ederse, beni ihya etmiş olur. Kim beni ihya ederse cennette benimle beraberdir."[25]

Peygamberimiz (s.a.v.) sünnet-i seniyyeye uyanları böyle müjdelerken, Kur’an-ı Kerim’de Peygambere isyanın ne kadar kötü sonuçlar doğuracağı şu şekilde uyarılır.

"Kim Allah’a ve elçisine isyan eder ve onun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır."[26]

Bütün bu gerçeklere rağmen sünnet-i seniyyenin önemini anlamayanlar ve ona dil uzatanlar, doğrudan doğruya Resulullah’a (s.a.v.) dil uzatmış ve O’na eziyet etmiş sayılır. O’na eziyet eden ise Allah’a (c.c.) başkaldırmıştır. Bunlar hem dünyada, hem ahirette Allah’ın (c.c.) lanetine maruz kalır, amansız bir azaba uğrayacaklardır.

Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de "sen büyük bir ahlak üzerindesin" dediği, Hz. Ayşe’nin "O’nun ahlakı Kur’an’dan ibarettir" dediği Resulullah’ın (s.a.v.) söz ve davranışları insanlar için en güzel ve en mükemmel bir model konumundadır. İnsanlık, O'nu örnek almadığı takdirde güzel ahlaktan uzak kalacağı gibi, dünya ve ahiret saadetini de bulamayacaktır. Sünnet-i senniyeyi terk edenler büyük bir sevap kaybına uğrayacaklar, hesap gününde Resulullah’ın şefaatinden de mahrum kalacaklardır. Ayrıca, ümmetine karşı son derece şefkatli, onlara gelecek zarara karşı alabildiğine hassas olan Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetinden yüz çevirmek inanılmaz bir vicdansızlık ve nankörlüktür.

"Andolsun size içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir."[27]

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) uygulamalarına “ayrıntılarla meşguliyet” gözü ile bakanlar, peygamberin İslam dinindeki yerini anlayamamışlardır. Elçinin üzerine yüklenen görev, hiç bir ayrıntıyı gözden kaçırmayan bir sorumluluk bilincini aşılamaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) ticaretten sağlığa, yardımlaşmadan eğitime kadar sayısız konuda bu yüzden bizi bilgilendirip örnek olmuşlardır.

Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetindeki temel prensip “uygun ve uygulanabilir” olmasıdır. "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz"[28] hadisi bunun en belirgin göstergesidir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hanımı Hz. Ayşe ise onun ashabına daima kolaylıkla üstesinden gelebileceği amelleri emrettiğini söylüyor. Bu yüzden onun sünneti toplumun her kesiminden insanın örnek alabilmesine uygundur. O’nun yaşantısı her mümin için bir uygulama örneğidir.

Bir diğer konu ise Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetinin terk edilmesi ile birlikte ortaya çıkan zararlı bazı sonuçlardır. Bilgisizlik ve tembellik gibi sebepler yüzünden bir kısım Müslümanlar, sünnete uymak yerine kendi akıllarından ya da kendilerine göre alim sandıkları bazı bilgili insanlardan hüküm çıkararak İslam dünyasına bid’at fitnesini sokmuşlardır. İslam dünyasındaki siyasi ve ekonomik dağınıklık, Allah’ın (c.c.) kitabından ve peygamberin (s.a.v.) sünnetinden ayrılma ile ortaya çıkmıştır. Müminler aynı peygamberin ümmeti olmanın şuurunu kavrayıp ona layık ümmet olmaya çalışmadıkları sürece İslam coğrafyasındaki bu istikrarsızlığın sona ermesi imkânsızdır. Bu yüzden Müslümanların tek çıkış yolu Allah’ın (c.c.) kitabına ve Peygamberimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmalarıdır.

O’nun hayatı ve yaşam tarzı incelendiğinde hayata yaklaşımının tek boyutlu olmadığı anlaşılacaktır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı ile ilgili günümüze ulaşan güvenilir hadis rivayetlerinde çok çarpıcı örnekler vardır. Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz Peygamberdir, devlet başkanıdır, ordu komutanıdır, askerdir, tüccardır. Namaz kılan, oruç tutan, gece namazlarına kalkan, devamlı dua, tefekkür ve zikir halinde derinlik sahibi her bakımdan örnek ve önder bir insandır. Evlenen, alışveriş yapan, hastaları tedavi eden, siyasi ve sosyal işlerle uğraşan, çocuklarla şakalaşan, arkadaşlarıyla güreşen, eşiyle yolda yarışan tevazu dolu seçkin bir şahsiyet konumundadır.

Allah’a (c.c.) kulluk vazifesini yerine getirmek yalnızca peygamberin uygulamalarını gereğince kavrayıp uygulamakla mümkündür. Bunun için ise başvuracağımız ilk kaynak hadis kitaplarıdır. Hadis kitapları Hz. Muhammed’in (s.a.v.) özellikle peygamberlik görevini sürdürdüğü dönemde söylediği sözlerin, yaptığı hareketlerin, O’nun şahsi özelliklerini küçük büyük demeden toparlanmalarından oluşmuştur. Bu kitaplarda kullanılan hadislerin, bütün Sünni İslam âlimleri tarafından kabul edilen kaynaklardan elde edilmesine büyük özen gösterilmiştir.

Ehl-i Sünnet İtikadı ve Esasları

Asr-ı saadette ve dört halife döneminde herhangi bir mezhebin kurulmasına gerek görülmemiştir. Çünkü onlar dini doğrudan Hz. Muhammed’den (s.a.v.) ve ashabından öğrenmişlerdi. Sonradan sapkın akımlar ve bid’atçı fırkalar türeyince Peygamberin ve ashabının yolundan giden rabbani alimler itikat ve amelde bazı ölçüler tespit ettiler. Doğruyu yanlıştan ayırarak arınmış bir şekilde İslam dinini insanlığa sundular. Böylece Ehl-i Sünnet mezhebi doğmuş oldu. Ehl-i Sünnet çizgisini, diğer sapık fırkalardan ayıran bazı esaslar vardır. Ehl-i sünnet karşıtı sapkın bazı akımlar, bu esaslara karşı çıkarak bazı bilgisiz insanları kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardır. Bu nedenle, peygamberimizin yoluna tabi olmuş bizler, bu fitneye karşı çok dikkatli olmalıyız. İlk yapılması gereken iş, Ehli Sünnet itikadının esaslarını özümseyerek öğrenmek ve akılda tutmaktır.

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in Üzerinde İttifak Ettiği Hususlar

1) Allah’a İman Esasları

Allah’ın sıfatlarına Kur’an’da ve sünnette bahsedildiği şekilde iman etmek İslam’ın temel kaidesidir. Allah’ı (c.c.) insanlara yakıştırılan sıfatlarla sıfatlandıramayız. Allah (c.c.) yarattıklarıyla mukayese edilemez. Allah (c.c.) Kur’an’da sıfatlarını birer birer zikretmiştir. Bu hususta çok dikkat edilmeli, bazı sapkın görüşlere rağbet edilmemelidir. Kişi mümin olduğu sürece kendi imanından kuşku duymamalı ve kalben inandığı halde eksikleri yüzünden kendini imansız kabul etmemelidir. Bu itikadımıza göre çok zararlı bir bakış açısıdır.

2) Ehl-i Sünnet’te Kur’an İtikadı

Kur’an Allah (c.c.) kelamıdır, mahlûk değildir. O, Allah (c.c.) katından indirilmiş hayat rehberidir. Yine bu konuda bazı sapkın fırkalar değişik görüşler ortaya atmışlardır.

3) Dünya Gözüyle Allah’ın Görülemeyeceği İnancı

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dünya gözü ile Allah’ın (c.c.) görüleceğine dair hiçbir sözü mevcut değildir. Bu konuda var olduğu iddia edilen bir hadisi, İslam âlimleri ittifakla reddetmiştir. Kim ölmeden önce Allah’ı (c.c.) gördüğünü iddia ederse, Ehl-i Sünnet inancına göre yalan söylemiştir. Resulullah (s.a.v.) bir hadisinde "iyi bilin ki sizden hiçbir kimse ölmedikçe Rabbini göremeyecektir"[29]  buyurmuştur.

4) Müminlerin Cennette Rablerini Görecekleri Hakikati

Sahih hadis kitaplarında insanların kıyamet alanında ahiret gözü ile Allah’ı (c.c.) göreceklerinden bahsedilmektedir. Zaten bu kâinattaki canlı ve cansız her şey Cenab-ı Hakk’ın tecellisidir; bu tecellinin en yüksek ve en mükemmeli ise Hz. Peygamber Efendimizdir. Ancak Cehmiyye, Mutezile ve Rafiziler bunun aksini savunmuşlardır. Allah (c.c.), bir mekânda, arş üstünde ya da başka bir yerde değildir. Yani Allah (c.c.) mekândan münezzehtir. Kerramiyye fırkasının bu hususta Ehl-i Sünnet’e aykırı görüşleri mevcuttur.

5) Ölümden Sonra Olacaklar

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, Resulullah’ın (s.a.v.) ahiret konusundaki söylediği sözlere harfiyen inanır. Kabir azabı vardır. Mu’tezile mezhebi kabir azabını kabul etmez. Ehl-i sünnete göre kabir, müminler için cennet bahçesi, imansızlar için ise cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabirde Mükereyn meleklerinin sorgusu da haktır. Kaderriyye mezhebi mensupları kabir sorgusunu inkâr eder. Allah’a (c.c.) yönelmeyen, Peygamberi (s.a.v.) tanımayan ve O’nun sünnetine uymayan, kitap ile amel etmeyen kabirde hesap vermekte büyük zorluklarla karşılaşacaktır.

 Kıyamet gününde ruhlar tekrar bedenlerine iade edilir. Kâfirler bu günde iyilik ve kötülüklerinden dolayı hesaba çekilmezler. Onların sadece amelleri sayılır, hesaplanır. Günahlarını ikrar ettikten sonra cezalandırılırlar. Sırat cehennem üzerine kurulmuştur. Kim sırattan geçmişse cennete girmeye hak kazanmıştır. İnsanlar sıratı geçtikten sonra cennet ile cehennem arasında bir köprü üzerinde dururlar. Dünyada iken birbirleriyle olan haklarına bakılır ve hak sahiplerine iade edilir. Eğer bundan kurtulur ve bağışlanırsa cennete girmelerine izin verilir.

6) Resulullah ’ın (s.a.v.) Şefaati Haktır

Kıyamet günü Allah Resulü’nün (s.a.v.) üç türlü şefaati olacaktır. Birincisi, mahşer ehlinden olanlara yapacağı şefaattir. İkincisi, cennet ehlinin cennete girmesi için yapacağı şefaattir ki, bu ilk ikisi yalnız ona has olan şefaatlerdir. Üçüncüsü, cehennem ateşine müstahak olanlara yapacağı şefaattir. Ayrıca cehenneme girmiş olanlara bazı amelleri yüzünden oradan çıkmaları için şefaatte bulunacaktır. Ayrıca dirilerin dua ve sadakaları, ölmüş müminlere fayda verir. Özellikle Vehabi mezhebine mensup olanlar Resulullah’ın (s.a.v) şefaati konusunda Ehl-i Sünnet’e uymayan bazı görüşler ortaya atmışlardır.

7) Kadere İman Şarttır

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, kadere, hayır ve şerrin Allah’ın takdiri ile meydana geldiğine iman etmektedir. Allah (c.c.) yarattığı her şeyin ne yaptığını ve ne yapacağını bilir. Onların itaatlerinin yanında kendisine isyanını da önceden bilir. Allah-u Teala tüm yarattıklarının kaderini Levh-i Mahfuz’da yazıp tespit etmiştir. İnsan cenin durumundayken, kendisine ruhu üflenmeden önce, bir melek tarafından kaderi getirilir. Kaderiye mezhebine mensup olanlardan bazıları kader konusunda yanlış düşünceler içerisine girmişlerdir. Müslümanlar bu hassas konuda çok dikkatli olması gerekir. Allah’ın (c.c.) iradesi, insanın iradesinin üzerindedir. Kişinin mümin olması ya da küfre sapması Allah’ın (c.c.) dilemesi dışında değildir. Kaderiye mezhebinin tamamı, kaderin bu yönünü inkâr etmektedir.

8) İman, Söz ve Ameldir;  Eksilip Artmaktadır

Din ile imanın söz ve amel olduğu, Ehl-i Sünnet itikadının temel kaidelerindendir. İman itaat derecesine göre artar ve gürleşir; günahlara göre de azalır ve küllenir. Tüm salih ameller din ve iman kavramına dâhildir. İslam; Hakka tarafgirlik, hayra gayrettir. Hayat; iman ve cihattan ibarettir.

9) Ehl-i Kıblenin Günah İşlemekten Dolayı Tekfir Edilmesi Yanlış ve sakıncalıdır.

Ancak imanın aslı bundan müstesnadır. Ehl-i Sünnet itikadında olan bir kişi, aynı kıbleye yönelen diğer bir mümini günah işlediğinden dolayı tekfir etmez. Belki imanı olgun bir iman olmayabilir. İslam tarihinin ilk sapkın akımı olan Hariciler ilk fitneyi bu konu da çıkarmışlardır. Küfre sapmış bir kişi ne kadar hayır işlerse işlesin kendisine bir yararı olmayacağı gibi, Müslüman da ne kadar günah işlerse işlesin, haram olana helal, helal olana haram demedikçe küfre sapmış sayılmaz.

10) Allah’ın Veli Kullarının Kerametleri Haktır

Allah (c.c.) dostlarının kerametlerine, Allah’ın (c.c.) onların eliyle meydana getirdiği harikulade hallere, değişik ilimlerdeki yaptığı keşiflere iman etmek Ehl-i Sünnet itikadının esaslarındandır.

11) Resulullah ’ın (s.a.v.) Miraç Hadisesi Yaşanmıştır

Miraç hadisesinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hem ruhu hem de bedeni ile gökler ötesi âleme çıkmıştır. Her kim miracı reddederse küfre sapmıştır. Kur’an’da peygamberimizin Beyt-i Makdis’e gidişi sabit olup, sahih hadislerde semavata çıktığı tasdiklenmiştir.

12) Allah’ı ve İslam’ı Tanıdığını Açığa Vurmak Lazımdır

Allah’ı (c.c.) ve İslam’ı (Kur’an’ı ve Resulüllah’ı) kalben tanıdığı halde diliyle açıklamayan kâfir sayılır. Diliyle kabul ettiği halde kalbiyle tasdik etmeyen ise münafıktır. Ancak doğrudan inkâr etmediği ve (Müslümanlar ve mazlumlar aleyhine Yahudi ve Hıristiyanlarla ve kâfir odaklarla dostluk ve şeriat hükümlerini lüzumsuz saymak gibi) münafıklığı hususunda kesin bir kanıt olmadan bir insanı münafıklıkla suçlamak uygun bulunmamıştır.

13) Hesap Gününe Hazırlanmalıdır.

Kıyamet günü herkes hesaba çekilecektir. Tekrar ikinci bir bedenle dünyaya dönüş söz konusu değildir. Adem peygamberden (a.s.) kıyamete kadar yeryüzüne gelen bütün cesetler dünya kurulmadan önce yaratılmıştır. Bir ruh değişik bedenlerle birden fazla dünyaya gelmeyecektir.

14) Cennetle Müjdelenenleri Tasdik Etmek

Cennetle müjdelenen sahabeler hakkında herhangi bir kötü söz cennetle müjdelenen bu büyük insanlara karşı saygısızlık ve büyük günahtır. Bu sahabeler şunlardır:

- Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.),  Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Talha (r.a.), Zübeyr b. Avvam (r.a.), Sa’d b. Ebu Vakkas (r.a.), Said b. Zeyd (r.a.), Abdurrahman b. Avf (r.a.), Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a.)

İslam’ın ilk döneminin tarihi bu üstün insanların kahramanlıkları ile doludur. Resulullah Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde bu kişileri övmüş ve bazıları için kendisinden sonra peygamberlik makamına en layık kişi olduğunu dahi söylemiştir. Bu yüzden bu insanlara karşı yapılan bir itham, sonucunda peygambere yapılmış olarak kabul edilir. Sapkın fırkaların ortak özelliklerinden birisi de cennetle müjdelenmiş sahabelerden bazılarına saldırmalarıdır. Ehl-i Sünnet itikadında böyle bir görüşe kesinlikle yer yoktur.

15) Resullerden Başka Kimsenin Masum Olmaması

Allah’ın (c.c.) Resullerinin söylediği bütün sözler Allah’ın (c.c.) koruması altındadır. Bunların dışında kalan Ehl-i Sünnet çizgisindeki İslam âlimlerinin sözlerini yerine getirmenin önemi, müminler için çok büyüktür. Ancak bazı aşırı uçtaki fırkaların iddia ettiği gibi, bunları yerine getirmemenin bir yükümlülüğü yoktur.

16) İslam’ın Başvuru Kaynakları

Kur’an ve sünnete aykırı hiç bir şey kabul edilmemelidir. Bu Ehl-i Sünnet ve’l Cemaati diğerlerinden ayıran en önemli özelliktir. Nitekim Resulullah Efendimiz (s.a.v.) ihtilafa düştüğümüz bir konuda önce Kur’an’a sonra sünnete başvurmamız gerektiğini bildirmiştir. Kur’an’da ve sünnette sabit olmayan bir konuyu İslam dininin bir parçası gibi göstermek Ehl-i Sünnet itikadı açısından sakıncalıdır.

17) Kur’an ve Sünnet Muhkem Kısmına Yorum Yapılmadan Tabi Olunması

Akıl ve kıyas öne sürülerek Kur’an ve sünnetin muhkem (açık ve kesin hükümleri) üzerine yorum getirilemez. Zira sahabeler ve mezhep imamlarımız ilimlerini doğrudan Kur’an’dan ve Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetinden almışlardır. Müminler Kur’an ve sünnete uyan her şeyi kabul ederler, aykırı olanı ise reddederler. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’i diğerlerinden ayıran en büyük özellik, ilimlerini Kur’an ve sünnetten yani asıl kaynağından almalarıdır. Anlamını kavrayamadıkları konuları Kur’an ve sünnet ışığında tefsir ederler. Zanna, heva ve heveslerine uymazlar. Hiç kimse Kur’an ve sünnetin kesin emirleri aleyhine söz söyleme hakkına sahip değildir.

Ehl-i Sünnet’te İtikadi Açıdan Mezhepler Şunlardır:

İtikadi açıdan mezhepler iki tanedir.

1) Maturidi mezhebi; İmam Maturidi tarafından kurulmuştur.

2) Eş’ari mezhebi; İmam Eş’ari tarafından kurulmuştur. Bu iki mezhep temelde birdir. Ancak teferruata ait kırka yakın konuda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Fikir ayrılığına düştükleri konular sadece ayrıntılardan ibarettir.

Maturidi Mezhebi

Maturidi mezhebinin kurucusu İmam Maturidi’dir. Asıl adı Ebu Mansur Muhammed bin Mahmud el-Maturidi es Semerkandi’dir. Hicri 238 yılında Semerkant’ta doğmuştur. Türk asıllı olan İmam Maturidi ilim tahsilini İmam-ı Azam’ın talebelerinden görmüştür. Çalışmalarında akıl ile nakil arasında güzel bir bağlantı kurmuştur. Ehl-i Sünnet inancına sıkı sıkıya bağlı talebeler yetiştirerek sapkın fırkaların karşında yıkılmaz bir set çekmiştir. Ehl-i Sünnet inancının kendinden sonraki nesillere ulaştırılmasında büyük katkısı vardır. İmam Maturidi, fıkıhta Hanefi mezhebine bağlı olan Müslümanların itikatta imamıdır. Maturidi mezhebi başta Türkler olmak üzere pek çok Müslüman tarafından kabul edilmiştir. Maturidi’nin günümüze kadar ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: Kitabü’t Tevhid, Te’vilatü’l Kur’an, Kitabu’l Cedel.

Bizim için Ehl-i Sünnet itikadının temelini oluşturan görüşlerinden bazıları şunlardır:

- Allah (c.c.) vardır ve birdir. Zatı ve fiilleriyle bir olan Allah’a imanla mükellefiz. Allah’ın zati ve fiili sıfatları vardır. Bunlar Allah’ın zatıyla beraber vardır. Allah’ın Kelam sıfatı kendi zatıyla kaimdir. Kur’an-ı Kerim yaratılmamıştır, ancak harfler yaratılmıştır.

- İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten ibarettir. Amelle tatbik ise imanın meyvesidir. Dil ile ikrar eden fakat kalp ile tasdik etmeyen kimse mümin değildir. İmanın yeri kalptir. Kalbe yer eden imanı çıkarmaya zorla da olsa kimsenin gücü yetmeyecektir. İman eden birisinin Müslüman olmadığını söylemek nasıl mümkün değilse, İslam’ın şartlarını yerine getiren birisini de mümin olmadığını söylemek o derece tehlikelidir. Amel imana dâhil değildir, ama imanın en önemli gereği ve göstergesidir.

- Ahirette Allah’ı (c.c.) görmek mümkündür. Ancak O’nu görmek keyfiyetsiz bir şekildedir, tecelliden ibarettir. Zatıyla muhatap olmak mümkün değildir.

- İnsan bir şeyi işlemeye karar verdiğinde Allah (c.c.) onda bu fiili işleme kudretini yaratır. Bunun yaratılması fiille beraberdir. İnsan fiil işlediği zaman sevap veya cezaya müstahak olması kasde ve niyete bağlıdır.

- Zina etmek, adam öldürmek, içki içmek gibi büyük günahları işlemesi insanı imandan çıkarmaz. Büyük günahı işleyen kimse de tövbe ederse affa uğrayabilir. Rahmet ve mağfiret kapısı herkese açıktır.

- Günahkârlar için peygamberimizin (s.a.v.) şefaat etmesi haktır. Bu Allah’ın (c.c.) peygamberimize bir lütfudur. Peygamberimiz büyük günah işleyen müminlere şefaat edecektir.

Eş’ariyye Mezhebi

Eş’ariliğin kurucusu Ebü’l Hasan Eş’ari, hicri 260 yılında Basra’da doğdu. Kırk yaşına kadar Mu’tezile alimlerinden Ebu Ali el Cübbai’den ders aldı. İmam Eş’ari pek çok eser kaleme aldı. Ehl-i bid’at olan Mu’tezile’yi, filozofları, tabiatçıları, dehrileri, Yahudi ve Hıristiyanları hedef alan eserler yazdı. Risaletü’l-İman, Makalatü’l İslamiyyin ilk akla gelen eserleridir. Günümüze kadar ulaşmış yirmiyi aşkın eseri bulunuyor. O’nun yirmi yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldığı rivayet edilir. 324 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Amelde Şafii ve Maliki mezhebine mensup olanlardan bir kısmı itikatta Eş’ari mezhebine bağlıdır. Eş’ariye mezhebi özellikle Irak, Suriye ve Mısır’da yaygındır.

Ehl-i Sünnet itikadının oluşmasında İmam Eş’ari’nin görüşlerinin büyük önemi vardır. Maturidi ile irade konusunun dışında önemli bir konuda fikir ayrılığına düşmemişlerdir. İmamın bazı görüşleri:

- Kabir sorgusu, haşir, sırat ve mizan haktır. Edebi yönden Kur’an bir mucizedir. Bir benzeri, insanlar tarafından yazılamaz.

- Peygamberin mucize göstermesi lazımdır. Velilerin de keramet göstermesi caizdir. Peygamberlerin mucizeleri kavimlerine üstünlüklerini kabul ettirmeleridir. Veli ise kerameti ile üstünlük sağlamamalı, kerametini gizlemelidir.

- Bir melek vasıtasıyla kendisine Allah (c.c.) tarafından vahiy gelen ve kâinata konulmuş olan adetleri bozacak şekilde mucize gösteren kimseye "nebi" denir.

- Allah’ın izni ile peygamberimizin müminlere şefaati haktır. Allah (c.c.)’ın ahirette müminlere tecelli etmesi ve gözle görülmesi caizdir. Allah birdir ve eşi benzeri yoktur. Hayır ve şer Allah’tandır. İnsanların fiilleri Allah tarafından yaratılır ve kullar tarafından işlenir. İnsanların bir şey yapabilmeleri için gerekli olan güç, fiil ile beraber Allah (c.c.) tarafından kendisine verilir.

Ameli Açıdan Mezhepler

Ehl-i Sünnet itikadında, ameli konularda dört mezhep vardır:

1) Hanefi mezhebi; İmam-ı Azam Ebu Hanefi tarafından kurulmuştur.

2) Şafii mezhebi; İmam-ı Şafii tarafından kurulmuştur.

3) Hanbeli mezhebi; İmam-ı Hanbeli tarafından kurulmuştur.

4) Maliki mezhebi; İmam-ı Malik tarafından kurulmuştur.

Mezhepler Arasındaki Farklılıkların Sebepleri

Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhepler arasındaki farklılıklar İslam dünyasına zarar değil aksine büyük fayda sağlamıştır. Her biri kendi fikrini yaymaya çalışır ancak birbirlerini ortadan kaldırma gibi bir yola gitmezler. Hadiste de belirtildiği gibi birbirine saygı içerisinde oluşan bir ihtilafın rahmet olacağı açıktır ve tarih bunun rahmet olduğunu göstermiştir. Zaruri durumlarda bir mezhebin başka bir mezhebi taklit edebilmesi kolaylığı bu rahmetin en açık göstergesidir. Zira Ömer b. Abdulaziz bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır. "Resulullah’ın ashabının fıkhi meselelerde ihtilafa düşmemesini istemezdim. Çünkü onlar bir görüşte toplansalardı insanlar zora düşerdi. Bir kimse onlardan birisinin sözüne sarılırsa, bu kendisi için sünnet olur."[30]

Ehl-i Sünnet itikadı içerisinde, uygulama alanındaki her türlü samimi düşünce, içtihat ve yorum İslam’ın değişik çevre ve coğrafyalara yayılmasını kolaylaştırdığı ve dine bir esneklik kazandırdığı bilinen bir gerçektir. Sahabenin bu farklı yorumlarına zemin hazırlayan sebeplerin en başında hadislerin değişik yorumlanması gelir. İslam’ın, Kur’an’dan sonra en önemli kaynağı sünnet, yani hadislerdir. Mezhep imamları sünnete sarılmanın önemi üzerine durmuş ve sünnetten kopanların hüsrana uğrayacağını söylemiştir. Mezhep imamları sünneti seniyyeye uymanın önemini şu sözleriyle vurgulamışlardır.

İmam-ı Azam, "içlerinde hadisle meşgul olanlar bulunduğu müddetçe insanlar kurtulmuşlardır. Ne zaman ilmi hadisin dışında ararlarsa, o zaman bozulurlar. Allah’ın dini ile ilgili bir konuda şahsi görüşünüze göre hüküm vermekten sakınınız, sünnete tabi olunuz. Kim sünnetten ayrılırsa sapıtır."[31]

İmam Şafii, "Resulullah’tan bir hadis rivayet ettiğim halde o hadisten başka bir hükme varırsam, beni hangi gökyüzü gölgelendirir, hangi yeryüzü taşır."

İmam Malik, "Sünnetler Nuh’un gemisi gibidir. Kim o gemiye binerse kurtulur, kim binmezse boğulur.”

İmam Ahmed bin Hanbel, "Birçok bid’at ortaya çıktı. Her kim hadis bilmiyorsa o bid’atlara düşer” buyurmuşlardır.

Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet mezheplerin imamlarının sünnetin fazileti konusunda aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak kimi zaman bu hadisleri anlamada birbirinden farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra mezhep imamlarının hadis bilgisinin birbirinden fazla veya farklı oluşu değişik hükümlerin çıkmasına sebebiyet vermiştir. Mezhep imamları bir konu kendisine ulaştırıldığında ilk önce Kur’an’a başvururdu. Kur’an’da o konu ile ilgili hükme rastlamadığında Peygamberin sünnetine bakılırdı. Eğer bundan da bir sonuç alınmadığı takdirde içtihat ile karar verilirdi. Bu da mezhepler arasında küçük farklılıkların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Teknik olarak hadislerin tam olarak bir kişi tarafından bilinebilmesi imkânsızdır. Nitekim İmam Şafii şöyle söylemiştir. "Sünnetlerin hepsini bilen, bilmediği hadis olmayan herhangi birisini bilmiyorum. Bütün hadis âlimlerinin ilimleri bir araya getirilirse o zaman bütün sünnet bilinmiş olur. Âlimlerin hadisleri dağınık olduğuna göre, her âlimin bilmediği hadis elbette olacaktır. Onun bilmediği hadisleri bir başkası bilmektedir.”

Peygamberimizin (s.a.v.) kimi zaman yaptığı fiiller bazılarına göre zorunlu ibadet kapsamında gösterilmiş, bazılarına göre nafile olarak yorumlanmıştır. Ehl-i Sünnet mezheplerde bunun birçok örneği bulunmaktadır. Ayrıca peygamberimizin yaptığı bir hareketi tam anlayamamak ya da hareketin yarısından itibaren şahit olmak bazı farklılıklara sebebiyet vermiştir.

Sahabelerin sözleri mezhepler arasındaki farklılıkların diğer bir unsurudur. Mesela Hanefi ve Malikiler sahabenin sözlerini kıyasa tercih ederlerken Şafiiler ise sahabe sözünü bazı durumlarda kabul etmezler. Bu durum farklı fetvaların oluşmasına neden olur.

Bütün bunların yanı sıra farklı iklimin, coğrafi özelliklerin, örf ve adetlerin mezhepler arasındaki farklılığın oluşmasında büyük etken olduğu bir gerçektir. Mezhep imamların bütün bu küçük ihtilaflarını nefsin arzularının çok dışında tutmuşlar ve yalnızca Allah rızasını gözetmişlerdir. Kesinlikle sadece kendi görüşünün doğru olduğunu iddia etmemiş, böyle olmasının daha uygun olabileceğini söylemiştir. Nitekim İmam-ı Azam şöyle söylemiştir: "Bizim düşüncemiz bir görüşten ibarettir ve elde ettiğimiz en güzel görüştür. Birisi bizim görüşümüzün daha güzelini ortaya koyarsa, bizden çok ona uyulması gerekir."[32]

Mezhep imamların hayatları incelendiğinde birbirlerini incitmek bir yana daima birbirlerinden istifade ettikleri ve aralarında saygı bağı oldukları gözlemlenmektedir. Aralarındaki ihtilaf yıkıcı değil yapıcı ihtilaftır. Ayrıca ayrılığa düşmeyin emriyle çelişmez, çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi mezheplerin birden fazla oluşu, ümmet için rahmet olmuştur.

Ehl-i Sünnet Karşıtı Sapkın Mezhepler ve Akımlar

Peygamberimiz bir hadisinde "İsrailoğullarının başına gelen şey sizin de başına gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı; ümmetim de onlardan bir fazlayla yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır ve biri dışında cehenneme gidecektir. Onlar benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu fırkadır" buyurmuştur. Günümüzde bu sapkın fırkalar faaliyetlerine devam ederek bilgi yönünden zayıf buldukları kişileri kendi sapkın görüşlerini kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Peygamberimizin (s.a.v.) daha sağlığında ilk tohumları atılan bu akımlar, dört halife döneminde ortaya çıkmaya başladı. Bu akımların genel özellikleri şöyle sıralanabilir:

Yorum Yaz