Evet, her insanın hayalleri, onun hedefleri ve idealleri oranındadır. İdealleri ise, kişinin imanı ve ümitleri kadar olacaktır. Çünkü olumlu ve onurlu hayaller kurmak; inancımızı hayatımıza hâkim kılmak ve kutlu amaçlarımıza ulaşmak için, zihnimizde ve kalbimizde kurguladığımız tasarımlardır. Mutlu ve umutlu hedefleri olmayanların, haliyle hayalleri de kuruyacaktır. Hayalleri ve hedefleri olmayanların projeleri, projeleri olmayanların da ciddi, sistemli ve sürekli girişim ve gayretleri olmayacaktır.
İnancın temeli, yaratılış amaçlarımızın ve sorumluluklarımızın farkında ve şuurunda olmaktır
Cenab-ı Hakka sonsuz hamdü senalar olsun... Bugün “Yaratılış Gayemiz ve Mesuliyetlerimiz” konulu bir sohbet için Konyalı kardeşlerimle bizi tekrar buluşturan Cenab-ı Hakka sonsuz şükürler ederek başlıyorum. Bu hayırlı hizmetlerin yapılmasında çok önemli katkıları ve gayretleri olan Konya Milli Çözüm Ekibi’ni de huzurlarınızda kutluyorum ve Allah razı olsun diyorum. Ve siz çok değerli dostlar; lütfettiniz, zahmet ettiniz, teşrif ettiniz, bizleri sevindirdiniz. Sizlere de saygılarımı sunuyorum.
Niçin bu toplantıları yapıyoruz? Niçin bir kısım gayretlere, hizmetlere katılıyoruz ve sorumluluk alıyoruz? El cevap: Niçin yaratıldığımızın farkında olduğumuz için bunları yapıyoruz. Peki, niye yaratıldık? Akıl ve ilim, iman etmeyi gerektirir. Akıllı ve vicdanlı bir insan; basit bir kalemin, basit bir elektronik aletin bile kendiliğinden, tesadüfen ve rastgele olamayacağını bilir. Peki, atom zerrelerinden galaksilere kadar şu muhteşem kâinattaki, insan aklını hayran bırakan bu harika yaratılışların bir sahibi olması gerekmez mi? Elbette ve mutlaka vardır, O da Allah’tır.
İyi de Allah bu âlemi niye yarattı? Bir Hadis-i Kutsi’de bunun cevabı veriliyor ve Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ben gizli bir hazine idim, mahlûkatı yarattım ki bilineyim!” Aziz Erbakan Hocamız bu konuyu açıklarken verdikleri bir örnek vardı. Konya’nın 30-40 km dışında, ıssız, ot bitmez, çorak bir bölgesinde yüzlerce dönüm, dededen babadan kalan bir arazin olsa. Yol geçmiyor, şu anda imara açılmamış, açılması da çok uzak bir ihtimal görülüyor... Burayı bedava versen belki kimse almaz, gidip oturmaz. Ama bilinse ki oranın altında, Türkiye’ye değil, bütün bölgemize yıllarca yetecek bir petrol yatağı var; veya çok büyük miktarda bir altın rezervi bulunuyor. Artık orayı ucuza satar mısın? O kadar kıymet kazanır. Evet, bilinmemek, gizli kalmak bir noksanlıktır; Cenab-ı Hak ise bütün noksan sıfatlardan münezzeh olandır. Öyleyse Mevcudiyetini, Kudretini, Rahmetini, sanat eserlerini ve hikmetini gösterip, tanıtmak için âlemleri yarattı. Bu O’nun Kemâl sıfatının gereğidir.
Ancak, bu yaratılanlara bakıp da Yaratanı tanıyacak akıl ve şuur sahibi biri lazımdı. Keçiler, çiçekler, böcekler… Her şey bir hikmete hizmet ediyor. “Hiçbir şey yoktur ki canlı cansız, Allah’ı tesbih etmesin, tahmid etmesin, yaratılış gayesini, görevini yerine getirmesin” ayetinde vurgulandığı gibi herkes görevini de, gayesini de biliyor, hikmetini de biliyor; ona göre davranıyor. Ama ne keçilerin, ne çiçeklerin, ne de böceklerin bu yaratılanlara bakıp Yaratanı tanıyacak bir kabiliyetleri bulunuyor. Böyle bir yetenekleri yok. Çünkü akıl yok, şuur yok. Bu yaratılanlara bakıp Yaratanını tanıyacak, O’nu arayacak, O’nu arama ve O’na ulaşma arzusu taşıyacak birine ihtiyaç vardı. İşte Cenab-ı Hak, bu maksatla insanı yarattı. İnsanı yeryüzünde Kendine halife olabilecek imkânlarla, fırsatlarla donattı.
Peki insan niye yaratıldı?
Şeytanın Hz. Âdem’e kıskançlığı, düşmanlığı; kininden, gururundan, kibrinden ziyade halife olmak arzusundan ve o makama kendini layık bulmasından kaynaklıydı. Yeryüzünde Allah’ın kullarına Allah’ı tanıtacak, O’nun emirlerini ulaştıracak, O’nun hükümlerini uygulayacak Hz. Âdem olarak yaratılan insanın görevini şeytan biliyordu, onu kıskandı. “Ben o göreve daha layığım. Ben O’ndan önce yaratıldım. Yüz binlerce sene meleklere hocalık yapacak seviyeye gayretimle ulaştım. Ben nice işler başardım, bu makama ben atanmalıydım. Bu görev benim olmalıydı…” Bu düşünce onu şeytanlaştırdı. E, tabi bu düşünceyi besleyen ise gurur, kibir, haset, enaniyet damarlarıydı. Allah, meleklere bile vermediği halifelik yeteneğini ve mesuliyetini insana yüklemişti. Yine Aziz Erbakan Hocamızın bir tespiti olarak söylüyorum; hayvanlarda sadece nefis var, akıl yok, onun için sorumlu da değiller. Meleklerde ise sadece akıl var, nefis yok; zaten isteseler de günah ve kötülük yapamazlar. Bir nevi robot gibi yaratılış gayesine hizmet ederler. Ama insanlarda öyle bir yetenek var ki; eğer kıymetini bilir, yaratılış gayesine göre hareket ederse, melekleri bile çok geçecek bir seviye kazanabilir. Tabi, bu şuurdan uzak yaşarsa, nefsine uyarsa Allah korusun, hayvanlardan da aşağı dereceye düşebilir. Mademki meleklere bile verilmeyen bu halifelik; yani Allah’ın Kudretini, Azametini yeryüzünde temsil edecek, O’nun hükümlerini yürütecek şeref ve görev insana verildi, öyleyse adaletinin gereği kim bu nimete layık, kim layık değil? Rabbimiz, bunun tespiti için insanları imtihan etmeye karar verdi.
Bu imtihanın temeli de şuna dayanıyor; Hak var, Bâtıl var; sen hangi saftasın? Hak Rahmanidir, batıl Şeytanidir. Sen önce bu imtihanı kazanmanın ilk şartı ve ilk adımı olarak; Hak’tan taraf mısın, bâtıldan taraf mısın, tavrını ortaya koymalısın! Eğer bâtıldan tarafsan, senin ibadet diye, hizmet diye yaptığın hiçbir şey senin işine yaramayacak, Allah muhafaza buyursun. Hak nedir? Her zaman, her yerde doğru olan, değişmeyen, Allah’ın Hz. Peygamberimiz eliyle bize öğrettiği, gönderdiği Kur’an-ı Kerim’deki hüküm ve hakikatler Hak’tır. Ona aykırı olan; nefsi, dünyevi, hayırsız, haksız olan… Bozuk ve yanlış olan her şey de bâtıldır.
İmtihanın adil olması için önce öğretilmesi, sonra imtihan edilmesi icap ederdi. Cenab-ı Hak da haksızlıktan münezzehtir. Onun için önce, bu imtihanda nelerden sorulacağımızı öğretmek üzere Kur’an gönderdi. İmtihan programımız Kur’an-ı Azimüşşan’dır. Âlemlerin Hocası, kâinatın Hocası, Mürşid-i Azam olarak da bu Kitab-ı Kerim’i yaparak, yaşayarak bize öğretmek üzere Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ı görevlendirdi. Bütün sadık Sahabe-i Kiram ve özellikle Ehl-i Beyti Nebi (S.A.V) de kıyamete kadar bu nurlu yolun aydınlatıcı yıldızları, imamları gibidirler. İşte bu Kur’an ve Resulüllah, bize önce Allah’ı doğru tanıyıp doğru inanmamızı öğrettiler. Allah’a inanacağız da nasıl bir Allah’a inanacağız? Yine, bir ilmi kimden almışsan onu söylemek bir vefa borcudur. Yoksa kendine mâl edersen, ilim hırsızı olursun. Yine Erbakan Hocamdan öğrendiğim, sizin de defalarca dinlediğinizi bildiğim bir gerçekle devam edelim. “La ilahe İllallah, Muhammedür Resulüllah” imanımızın temelidir. Biz Allah’a iman ediyoruz. İyi de nasıl bir Allah’a iman ediyoruz? Arapça İlah kelimesinin 4 manası var:
1- İlah demek; Kendisine ibadet olunan, O’ndan başka Zat bulunmayan demektir. İbadete lâyık ve müstahak olan Zat, yalnız ve ancak Allah’tır. Bu Fatiha’daki “İyya kena’büdü”nün karşılığıdır. “Biz ancak Sana ibadet ederiz.” Kendilerine asla ibadet edilmeyeceği hususunda, bir karıncayla bir peygamberin farkı yoktur. Ne o ibadete lâyıktır, ne o. Kulluk noktasında da bir peygamberle bir karıncanın farkı yoktur. O da kuldur, o da kuldur. İbadet yalnız ve ancak Allah’a yapılır. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’a gelince; Cenab-ı Hakkın emirlerini bize getirip gerçeği duyurduğu, Habibullah olması, şefaatçimiz olması, hakikat yolunun ebedi rehberi olması bakımından elbette en büyük sevgiye, saygıya lâyıktır; biz de öyle iman edip seviyoruz, saygı duyuyoruz zaten.
2- İlah kelimesinin ikinci anlamı; Kendisinden yardım dilenilen tek makam… O’nun güç, kuvvet ve yardımına sığınılan yegâne Zat demektir. Bu mana Fatiha’daki “İyya kenestain”in karşılığıdır. “Her türlü yardımı, desteği, muaveneti, ancak ve yalnız Allah’tan dileriz, O’ndan bekleriz” gerçeğinin ifadesidir.
3- İlah’ın üçüncü manası; Rızası aranan, yaptığımız her işte, ibadette, hizmette O’nun hoşnutluğunu kazanmak için çırpınılmaya lâyık olan tek Zat yine Allah’tır. Her türlü riyakârlıktan, insanlara gösteriş yapmaktan, çıkar avcılığından ve “desinler” merakından uzaktır mü’min. Çünkü riyakârlık gizli şirk sayılmıştır.
4- İlah’ın dördüncü manası; kullarının hayatlarını tanzim eden, onları tedricen terbiye eden, imtihan için onlara gerekli temel kanunları ve doğal kuralları göndermeye layık ve müstahak bilinen tek Zat yine Allah’tır demektir.
Elbette, biz öncelikle Hak’tan tarafız. Bâtılın her türlüsünden uzağız; Allah bizi hep uzak etsin. Geçenlerde birileri: “Hocam, merak ediyorum. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın şefaatleri bizi de kuşatır mı? Ruhaniyetleri bizden razı mıdır?” diye sordu. Ona dedim ki: “Vallahi onu ben bilemem, Allah bilir. Ancak, sen seni bilirsin. Allah’tan sonra seni senden daha iyi kimse bilemez. Şimdi soruyorum; Efendimiz, bu şehrimizi, ülkemizi ziyaret için teşrif buyursalar, önce Büyük Millet Meclisine uğrasalar. “Benim ümmetimin temsilcileri mecliste ne yapıyorlar?” diye merakla sorsalar… Bir de bakacak ki, Haçlı Avrupa’nın haksız, ahlâksız, milli birlik ve dirliğimizi, düzenimizi bozacak, aile yapımızın, ahlâkımızın temeline dinamit koyacak İstanbul Sözleşmesi gibi bütün yasaları, bir bir meclisten geçiriyorlar. Üstelik dışarıda lüzumsuz konularla ilgili birbirleriyle kapışan CHP’si ve AKP’si, bu konuda hiç kavga bile etmiyorlar. Oradan dışarıya çıkınca önünde bir faizci bankaya rastlayacak. “Yahu, Ben bunun zerresini günah saymıştım. Cenab-ı Allah’ın yukarıdan aşağıya kaç ayette bunun haram olduğunu, yasak olduğunu anlattığı halde, “Hâlâ eğer bundan vazgeçmez, devlet olarak, hükümet olarak, millet olarak bu faizli zulüm ve sömürü çarkını devam ettirirseniz, Allah ve Peygamberiyle harp ettiğinizi bilin” hükmünü hatırlatmıştım. Hiçbir günahla ilgili Allah’ın böyle bir tehdidi yoktur. “Yahu Ben bunun zerresini haram etmiştim. Bunlar, her tarafa bankalar açmışlar, her işe faizi bulaştırmışlar, Ben hangi ülkeye geldim? Bu ümmetim ne hale gelmiş?” buyurup üzüntüye boğulacak… Sonra TV’lerimizi izleyecek, yüzü kızaracak... İnternet sayfalarını, sosyal medyayı görecek, nefret duyacak... Eğitim sistemimizden, ailevi münasebetlerimizden, sokaklarımızdan, caddelerimizden geçtiğine geldiğine bin pişman olacak… Şimdi söyleyin; Efendimiz teşrif ettiklerinde “Oh be, çok şükür, ümmetimi çok iyi halde buldum. Ufak tefek yanlışları var ama, inşaallah dua edelim Rabbime de yalvaralım, bunları da düzeltsinler” mi diyecek, yoksa beddua mı edecek? Allah’a sığınıyoruz... O adam anladı ne dediğimi ve şunları söyledi: “Yahu sen de her şeyi siyasete bağdaştırıyorsun!” Yani, aslında suçlarının ve günahlarının farkındalar, ayıbını ve ayarını biliyorlar... Ama bile bile dindarlık numarasıyla bana gelmiş: “Efendimiz gelse ben şefaatine nail olur muyum, olamaz mıyım?” diye soruyor ve sahtekârlık yapıyorlar.
Devamını okumak için tıklayınız.