Ocak 23 17:23

İNSANIN “KALİTELİ”Sİ VE “SAHTE”Sİ

İNSANIN “KALİTELİ”Sİ VE “SAHTE”Sİ

İnsanoğlu, Allah tarafından kendisine verilen, ama hem Hayır, hem de Şer yolunda kullanılabilen yetenek ve yetkilerinin eğitilip terbiye edilmesi... Bir imtihan sürecinden geçirilip elenmesi... Ve sonunda, dünya ve ahirette nasıl bir hayatı hak ettiğinin belirlenmesi için dünyaya gönderilmiştir. Dünyada Huzur ve Hürriyeti, Onur ve İzzeti yaşatacak; ahirette ise sonsuz saadeti ve cenneti kazandıracak yol, ciddi ve disiplinli bir gayret ve sürekli nefse muhalefet gerektirir. Ama insanların çoğu hazır fırsatları değerlendirip keyfince eğlenmeyi, beleşçilik ve tembellik içinde debelenmeyi tercih etmektedir. “Biz ona iki yol-iki amaç gösterdik. Ancak o, sarp yokuşa göğüs geremedi”[1]ayetleri bu durumu haber vermektedir.

İnsandaki vicdan, Allah’ın sesi ve adaletin terazisi olduğu gibi, nefis de, şeytanın sesi ve temsilcisidir.

Gaflet ve cehaletle şaşıran, bencillik ve birincilik duygusuyla şımaran ve şeytanın desisesiyle “büyük ve bulunmaz adam!” olduğuna şartlanan nefisler, kendilerini “Kâinatın Merkezi” zannetmektedir. Kendilerini baş aktör ve amaç, başka bütün insanları ve diğer varlıkları da sadece birer araç ve figüran olarak düşünmektedir. Bu yüzden, kendi rahatı ve menfaati için başkalarını ezmeyi ve üzmeyi mubah görmektedir.

Bu gafil ve hain insanlar;

Beslenmek ve ihtiyaçlarını temin etmek üzere verilen Çalışma Yeteneğini; çalmak ve sömürmek için... Haklarını korumak ve mazlumlara sahip çıkmak üzere verilenSavunma Yeteneğini; başkalarına saldırmak ve sindirmek için gayret etmektedir. Üremek ve neslini sürdürmek üzere verilen Şehvet Yeteneğini; evlenmek yerine zina etmek gibi haram ve haksız şekillerde kullanmaya yönelmektedir. Böylece, iman disiplininden ve ahlâk düzeninden uzaklaşan nefislerin bencil tutkuları, toplumda çıkar çatışmalarını, hilekârlık ve sahtekârlığı ve sosyal yozlaşmayı da beraberinde getirmektedir. Bunun sonucu artık, hoşgörü ve barış yerine, hor görmeyi ve savaşmayı... Dayanışma ve paylaşma yerine, çatışmayı ve çalmayı... Sevgi ve saygı yerine, sövmeyi ve saldırmayı... Merhamet ve adalet yerine gaddarlık ve diktacılığı esas alan bir zulüm mekanizması işlemektedir.

Nefislerin yarıştığı ve değerlerin yozlaştığı böyle bir ortamda, iyi niyetli ve istikametli (dürüst) insanlar dışlanmakta ve suçlanmakta... Sahipsiz ve çaresiz kimseler köle yapılmakta ve kullanılmakta... Mağdur ve mazlum yığınların sesi kısılmakta ve gerçekleri konuşup yazanlar susturulmaktadır. Nefislerin Firavunlaştığı, enaniyetlerin Nemrutlaştığı ve şahsi çıkarların Mâbutlaştığı böylesi ortamlar, artık iyilere ve zayıflara hayat hakkı tanımamaktadır. Ve zaten “Biz” yerine “Ben” diyen... Sadece ve sürekli kendisini düşünen... Yaratılış gerçeğinden ve sorumluluk (hesap verme) disiplininden yan çizen her nefis, Firavuna ait özellikler taşımaktadır. Ve işte her insanın ilk görevi, Firavun özellikleri taşıyan ve dersini şeytandan alan bu nefsini aşmaktır. Bu da ancak ilimle ve irfanla olacaktır. Yaratılış sırlarını, Rabbinin sıfatlarını ve nefsinin sahtekârlıklarını öğrenmek üzere okumayan ve araştırmayan insan, kolayca şeytanların tuzağına kapılacak ve çağdaş Firavunların zulüm düzenlerine, demokrat köle olmaktan kurtulamayacaktır.

İnsanı gerçek özgürlüğe ulaştıracak, vakur ve cesur olmasını sağlayacak olan ise, İslam’dır.

Her şey elinde ve emrinde bulunan bir Allah’a inanan, sadece ve samimiyetle O’ndan korkan ve her ihtiyacını yalnız O’ndan uman bir insan, korkaklığın, riyakârlığın ve hayvani arzu ve alışkanlıkların esiri ve kölesi olmaktan uzak duracaktır. “...Yalnızca bir kişiye teslim olmuş...”[2] ayetinin sırrıyla; Allah’ın en mükemmel tecellisi ve temsilcisi olan Hz. Peygamber Efendimize, ilk tabi olan kırk kişilik çekirdek kadronun temelini oluşturduğu bir iman toplumu, kısa bir zamanda üç kıtada yayılacak bir saadet medeniyetinin öncüleri olmuşlardır. Kendi nefislerini “0” (sıfır), Efendimizi “1” (bir) kabul edip, Onun arkasında biat ve itaat şuuruyla sıralanan kırk sadık sahabe, manen milyarlar kıymeti kazandığından, milyonlarca gafili peşine takan şeytanın, saltanatını yıkmayı başarmışlardır.

Resulûllah, sünnetiyle ve sistemiyle halen yaşamaktadır. Sevgisiyle ve çağlara yön veren siyasetiyle bugün de aramızdadır. Biz O’nun zamanına gidemeyiz ama, O’nu kendi asrımıza getirmek ve “hangi durumda, nasıl davranırdı?” sorusunun cevabını öğrenmek imkânımız vardır.

• Acaba Resulûllah bugün yanımızda ve başımızda olsaydı, ülkemizdeki hile ve haksızlık rejimine ve yeryüzündeki Siyonist dünya düzenine karşı, tepkisi ne olurdu ve hangi teşkilatları kurardı?

• İnsanları ezmek ve sömürmek, ve başkalarının sırtından saltanat sürmek üzere yürütülen, faiz ve rantiye ekonomisine ve şehvet ticareti yapan fuhuş sektörüne karşı, ne gibi tavırlar takınırdı?

• Niyetleri ve mahiyetleri belli olan Birleşmiş Milletler ve NATO gibi oluşumlara karşı, ne gibi tedbirler alırdı?

• Videosunda hangi kasetler... Bilgisayarında hangi disketler... Masasında hangi gazeteler... Ve kafasında hangi projeler, önem ve öncelik sırasına göre bulunacaktı? sorularının doğru ve doyurucu yanıtlarını araştırıp bulmak, bizim hem görevimiz, hem de kurtuluş şansımızdır.

Çünkü mağdur ve mazlum bütün insanlık bu soruların cevabına muhtaçtır. Ve bizlerin “hayırlı ümmet” olma şerefini kazanmamız da, hiçbir ayrım yapmadan, her din ve düşünceden bütün insanlığın hayrına ve huzuruna yardımcı olmamıza bağlıdır.[3] Bu nedenle, O’nun sünnetini, sistemini ve siyasetini rehber edinerek, ehil ve emin bir liderin etrafında kenetleşen 100 kişi, yeniden milyonları ve milyarları kucaklayan medeniyetler kuracaktır. “(Ey Resulüm) Sen içlerinde olduğun sürece Allah onları azablandıracak değildir”[4] ayetinin müjdesi, bizleri de kapsamaktadır. Kendi ifadesiyle “İlim şehri olan Nebiler Nebisi ve o şehrin kapısı olan Hz. Ali gibi” seçkin ve sadık sahabelerinin yolunu ve rolünü sürdüren, nefislerini ve kaprislerini yere seren bir çekirdek kadro, bugün de işbaşındadır. “Kulları içinde ancak âlim olanlar (yaratılış sırlarını ve sorumluluklarını çok iyi kavrayanlar) içleri titreyerek Allah’tan korkar”[5] şuuruna varanlar ve “Rabbim, ilmimi artır”[6] duası ve sürekli ilim öğrenme ve kendisini geliştirme sevdasıyla hikmet ve hizmet yolunda koşuşanlar, yeni “asr-ı saadet”lerin kapısını aralayacaktır.

Yine Efendimizin emriyle Allah’ın ve Resulûllah’ın ahlâkıyla ahlaklananlarve Kur’an’ın ifadesiyle “Allah’tan kendilerine güzellikler (ve üstün özellikler)geçmiş bulunanlar[7] Zahmet içindeki rahmeti, zorluk içindeki hikmeti, ibadet ve teslimiyet içindeki saadeti fark edip, zevk edip yaşayanlar... Ve sonuna yani ölüm anına kadar hayırda yarışanlar... İyilerle kötülerin, sağlamlarla çürüklerin... Elmaslarla kömürlerin... Mü’minlerle kâfirlerin denenip elenmesi için, bu dünyada imtihanda bulunduğunun ve her an ayrı bir imtihana tabi tutulduğunun, şuuru ve sorumluluğu içinde davrananlar... En başa çıkılmaz sıkıntılar... En dayanılmaz sarsıntılar ve en aşılmaz görünen sorunlar karşısında, kısaca Kur’an’ın “yüreklerin hançereye dayandığı anlar”[8] diye tarif ettiği durumlarda bile, metanet ve istikametini bozmayan ve Allah’ın razı olduğu tavırdan ayrılmayanlar... Kısaca, ömür boyu küfürle ve kötülüklerle boğuşanlar, sonunda ayetlerin haber verdiği şekilde “yeryüzünün varisi ve insanlığın hamisi” olacaklardır.

Demir rengine boyandığından, çelik zannedilen düzgün sırıklar... Sarı suya batırıldığından, kıymetli altın zannedilen bayağı bakırlar... Mü’min ve muttaki rolü oynadıklarından, muhterem zannedilen münafıklar... Karşılaştığı ciddi bir zorlukta ve uğradığı önemli bir zararda veya umduğunu bulamadığında, güzel ahlâktan yan çizen... Dünyalık bir makam ve menfaat karşılığı, Hak davadan yüz çeviren sahte kahramanlar ise, insanlığın baş belası ve Müslümanların yüz karasıdır.

Oysa bize, İslam davası ve insanlık sevdasıyla yola çıkanlar ve asla hedefinden şaşmayanlar lazım... Bize, nefsi arzularını yaşamak için değil, kutsi değerleri ve duyguları yaşatmak için, yanıp tutuşanlar lazım... Bize, resmiyet ve mecburiyetle değil, samimiyet ve teslimiyetle çalışanlar lazım... Bize, sürekli itekleyerek ve sürükleyerek, emirle ve talimatla değil, öğütle ve işaretle koşuşanlar lazım... Ücretle iş yapan kiralıklar değil, özveriyle çırpınan sadıklar lazım... Görünürde halk ile, hayrın hizmetinde, ama gerçekte ise Hak ile, huzur zevkine ulaşanlar lazım... Bize, ele geçirdiklerine sevinip şımarmayan, yitirdiklerine ise dövünüp darılmayan... Yani kader sırrına kavuşanlar lazımdır...

      

                             ŞİİR

      

Yari yarası olanlar, yarası yar olan gelsin

Gönlünde bahar havası, kafası kar olan gelsin…

Hesabi olan riyakâr, hasbi olan fedakârdır

Sevdası âleme sığmaz, dünyası dar olan gelsin…

    

İkilik şirkinden uzak, kader sırrına kavuşan

Kesrette vahdeti bulan, vuslat zevkine karışan

Cümle cihanla barışık, canlı cansızla konuşan

Hasret ateşiyle işi, hep ah-u zar olan gelsin…

      

Azrail’e ödül verir, ölümü öldüren erler

Zalimlere izzetlidir, mazlumu güldüren erler

Hem, marifet bahçesinde, hikmet gülü deren erler

Nefsiyle bin kere ölüp, Hak ile var olan gelsin…

      

Ahmet Hoca bil ki gaflet, tüm gönüllere zehirdir

İlaç; iman, ilim, ibadet… Şifa: fikir, zikirdir

Tembellik ve benlik, ruhu öldüren manevi kirdir

Rahman’a dönüp gönülden, derdi didar olan gelsin…

      

Evet, bu dünyaya sadece zevk ve zenginlik için geldiğini zannedip, ruhundan ve Rabbinden habersiz yaşamak, hayvanlık mertebesidir. Hile ve hıyanete yönelmek, haksızlığa ve ahlâksızlığa heveslenmek ise, şeytanlık halidir. Ama, ibadet ve istikamet çizgisinde, fikir ve zikir disiplininde, şehvet mikroplarını ve enaniyet putlarını öldürebilenler ise, insanlık derecesine yükselir. İlim ve irfan mektebinde yetişmeyenler... Hizmet ve hikmet meclisinde pişmeyenler, ruhen çiğ kalır ve çirkinleşir. Hak davadan ve takvadan nasipsiz olanlar, şeytan gibi huzurdan kovulmuş demektir. Çünkü, eğer sevilselerdi, ibadet ve hizmetten mahrum edilmezlerdi.

Hâlbuki ömür sermayemiz, su gibi akıp gitmekte ve hızla tükenmektedir. Her nefes alışverişimiz, bir ağacı kesen hızar dişleri gibi, sayılı saniyelerimizi alıp götürmektedir. Allah’ın kudret ve sanat eserleri olan vücut nakışlarımız, her geçen gün biraz daha pörsümekte ve giderek zayıflayan saçlarımız ağarıp dökülmekte... Hastalık ve arızalar çoğalıp gücümüz tükenmekte... Ve bütün bunlar, dünyada imtihan için bulunduğumuzu ve fani olduğumuzu ihtar etmektedir.

Ruhumuz, gaflet zindanından ve şehvet tuzağından kurtulabilirse, o zaman gerçek özgürlüğüne ve kulluk bilincine ulaşır. Artık yalancılığa, yağcılığa ve başkalarına yalvarmaya, tevessül ve tenezzül etmez... Çünkü artık onurlu, şuurlu ve huzurlu bir insandır. Ürkeklik, kahpelik ve kölelik ise münafıkların sıfatıdır. Kâfirler için bu hayat; keyfince yaşamak, hayvani lezzet ve şehvetlerine kavuşmak için tek ve son fırsattır.Mü’minler için ise, hayat; iman ve cihattır. Yani sonsuzluk yolculuğunda, bir imtihan ve hazırlanmadır. Ölüm kâfirler için, korkunç bir ayrılık ve azap iken, müminler için Rabbine ve sonsuz saadet iklimine vuslattır.

Öyle ise, gönül evimizi kirleten ve feraset gözlerimizi körleten açık ve gizli günahlarımızı fark etmeyecek kadar GAFİL... Bilgi eksikliğimizi, yetersizliğimizi ve tembelliğimizi kabul etmeyecek kadar CAHİL kalmayalım... Her şeyin en iyisine ve en güzeline talip olalım ve ona ulaşmaya çalışalım... Ne kendimizi ne de başkalarını, asla dünyalık servet ve etiketleriyle tartmayalım. Unutmayalım ki, ahiret pazarında, Karun’un hazineleri ve Firavun’un rütbeleri, bir kuruşa bile müşteri bulamayacaktır.

Bu nedenle “Ahiret âlemi, hayret âlemidir” denmiştir. Çünkü görünürde evliya, gerçekte eşkıya olan nice insanların, içi dışa dökülecek, herkes hayret ve nefret edecektir. Yani, sureti insan ama sireti şeytan olanları herkes tanıyıp bilecektir. Ama burada rağbet edilmeyen ve kıymet verilmeyen, oysa Allah katında değeri ve derecesi yüksek olan yiğitlere ise, herkes imrenecektir. Zahiren muhterem ve muttaki, ama ruhen cılk ve cılız kimselerin ise yüzüne tükürülecektir.

Unutmayalım: Yerde ve göklerde bulunan canlı ve cansız her şey bir aynadır. Ve bu aynalarda her an tecelli eden ve bütün olayların arkasında görünen, Cenab-ı Hak’kın Celal ve Cemal sıfatlarıdır. “Yaratılanları, Yaratandan ötürü sevmek” bunun için lazımdır.

Sulardaki kabarcıklarda göz kırpan... Yaprak yaprak açıp, çiçek çiçek kokan... “Hu” zikriyle, esen yellerde fısıldayan ve kanat çırpan kuşlarda cıvıldayan O’dur... Güneşle gündüzlere nur, imanla gönüllere huzur ve Kur’an’la beyinlere şuur akıtan... Ateşte hem pişiren, hem yakan... Su ile hem yıkayan, hem boğan... Her şeyi ve herkesi rızıklandırıp doyuran... Gözlere gördüren, kulaklara duyuran... Güldüren ve ağlatan O’dur. Her an ve her şeyi ve her birimizin ruh ekranı için, ayrı ayrı ve yeni baştan yaratan... Dualarda çağrılan, Kur’an’larda okunan O’dur. O Rabbimize ve sahibimize sonsuz şükürler olsun ki, bizi yoktan var etmiş, hidayet ve inayet buyurup, varlığından haberdar etmiştir. Öyle ise, Rabbimize teşekkür ifadesi olarak O’na ibadet etmek... Emir ve yasaklar çizgisinde hareket etmek... O’nun dinine ve davasına hizmet etmek, inancımızın ve insanlığımızın gereğidir. Nankörlük ise hıyanettir. Ve sonunda herkes, ektiğini biçecek ve müstahak olduğuna erişecektir. Ve son pişmanlık para etmeyecektir.

 


[1] Beled: 10-11

[2] Zümer:29

[3] Al-i İmran: 110

[4] Enfal:33

[5] Fatır:28

[6] Taha:114

[7] Enbiya:101

[8] Ahzab:10

 

Yorum Yaz