ABD’nin derin devleti olarak bilinen Siyonist Yahudi Lobilerinin güdümündeki Batı (Amerika ve Avrupa), bize doğal ama bazılarına anormal gelen sürpriz bir kararla, İran’la nükleer tesisler konusunda anlaşmaya varmışlardı. Amerika’nın Suriye’ye müdahaleyi savsaklamasının bir nedeninin de, şimdi uzlaştığı İran’la sürtüşmekten kaçınmış olduğu ortaya çıkmaktaydı. Hatta İran’da Hasan Ruhani yönetiminin de bu yakınlaşmaya hazırlık maksadıyla işbaşına getirildiği anlaşılmaktaydı. Obama’nın, Karzai’nin diklenmesine karşı, “Afganistan’daki ABD askerlerini çekme” resti de, İran’ı sevindiren bir mesaj şeklinde okunmalıydı. Çünkü İran, ABD’nin Afganistan’daki askeri varlığını, kendisini kuşatma olarak algılamaktaydı.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani “Bu anlaşma ile Büyük Devletler İran’ın nükleer faaliyet hakkını resmen tanımıştır” derken, Batılı ülkeler ise “İran’ın nükleer bomba üretebilme kapasitesini sınırladıkları ve kontrol altına alıp bir tehdit ve tehlike olmaktan çıkardıklarını” açıklayıp kendi kamuoylarını yatıştırmaya çalışmışlardı.
Bu anlaşma ile İran, şu anda Batı (ABD ve AB) nazarında Türkiye’den üç-dört adım daha ileri geçmiş konumdaydı. Daha önce Türkiye Brezilya ile birlikte İran’la Batı arasında arabuluculuk girişimleri başlatmış, ama bunlar ABD ve AB tarafından özellikle baltalanmış; İran’ın da soğuk yaklaşmasıyla bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Şimdi Cenevre’de, Türkiye gözlemci statüsüne bile layık bulunmamıştı. Yani, bir nevi Batı ile İran uzlaşıp Türkiye’yi dışlamışlardı. İran’ın ülkesine yönelik ambargoların gevşetilmesiyle çok hızlı bir kalkınma sürecine gireceği açıktı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ve Erdoğan’ın bu gelişmelerle ilgili “olumlu beyanatları” ise, onların hayal kırıklığını yansıtmaktaydı. Evet, Siyonist Batının ve Haçlı ittifakının asıl niyeti, şimdilik İran’la uzlaşıp Türkiye’yi kuşatmak ve yalnız bırakmaktı.
İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) arasındaki, İran'ın nükleer programına ilişkin müzakerelerde anlaşmaya varılmasının arkasında ne yatmaktaydı?
Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi ve Almanya (5+1) arasındaki, İran'ın nükleer programına ilişkin müzakerelerde anlaşmaya varıldığını duyurmuşlardı. Müzakerelere, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague, Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi, Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ve İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif katılmıştı.
ABD Başkanı Barack Obama, İran'ın nükleer programına ilişkin müzakerelerde anlaşmaya varılmasıyla ilgili olarak, "Bugün kapsamlı ve barışçıl bir çözümü başarmaya yönelik gerçek bir fırsat bulunuyor ve bunu test etmemiz gerektiğine inanıyorum. Bugün atılan birinci adım, başkanlığa geldiğim günden buyana İran ile yaptığımız kayda değer somut ilerlemedir" açıklamasını yapmıştı. BM Genel Sekreterlik Sözcülüğü'nden yapılan açıklamaya göre Ban, müzakere sürecini yürüten tarafları tebrik ederek, "Bu uzlaşma, Ortadoğu ve ötesindeki halklar ve milletler için tarihi bir anlaşmanın başlangıcı olabilir" ifadelerini kullanmıştı.
ABD Dışişleri Bakanı Yahudi John Kerry ise, İran'ın nükleer programına ilişkin anlaşmanın bir ilk adım olduğunu ve altı aylık bir süreyi kapsayacağını belirtip, "Bu anlaşmanın, bölgedeki ortaklarını ve müttefiklerini İsrail’i daha güvenli yapacağını" vurgulamıştı. Anlaşmanın herkes için çok zor bir süreç olacağını ifade eden Kerry, İran'ın, nükleer programının barışçıl olduğunu ispatlaması gerektiğini hatırlatmıştı.
Milli Çözüm Dergimizin 2007 Nisan sayısında ve “İsrail’in gerçek hedefi İran mı, Türkiye mi?” yazımızda da aynen şunları hatırlatmıştık:
“Türkiye, tabii ve tarihi olarak İslam Âleminin beyni ve bedeni konumundadır. Bu nedenle Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet sürecinde, çok yönlü bir takibat ve tahribata uğramıştır. Ama gövdesi ve kültürel kökleri sağlam ve derin olduğu için; bunca askeri, siyasi, ekonomik ve ahlaki saldırılara rağmen yine ayakta kalmış, hatta yeni bir dünyaya öncülük yapacak dinamiklerini diriltmeyi başarmıştır. İşte bu yüzden, Siyonist Yahudi sermayesinin güdümündeki emperyalist Batı Dünyası (AB ve ABD) bu gövdeyi (Türkiye'yi) yeniden dağıtmak için önce kollarını bacaklarını felce uğratmak üzere, Irak'ı ve Afganistan'ı işgal altına almıştır, şimdi ise İran'ı sıkıştırmaktadır.
Sert ve sağlam tomrukları parçalamak için, önce dallarının budaklarının koparılması ve kenarlarından yontulması taktiğini uygulayan; bu hedefle ve BOP hıyanetiyle yirmi iki İslam Ülkesinin sınırlarının değiştireceğini resmen açıklayan ABD'nin, asıl amacı, İran'dan sonra Türkiye'yi etkisiz kılmaktır. Ve zaten hala Lozan anlaşmasını ve bugünkü sınırlarımızı tanımayan tek ülke Amerika'dır. ABD eliyle Kuzey Irak'a aktarılan, ama 380 bin kadarı, sözde kaybolan ve pek çoğunun Türkiye'ye sokulduğu; bunların Trabzon'daki Papaz cinayetinde, Hirant Dink suikastında ve İzmir'de iki polisimizin şehit edilmesinde kullanılmış olduğu anlaşılan silahların da, tetikçi ve taşeron olarak yararlanıldığı kişi ve oluşumların da arkasında, hep ABD ve İsrail sırıtmaktadır.
Bu nedenle İran'la ilgili her adım, bizzat Türkiye'ye yönelik bir manevradır. Irak işgalinin, aslında Türkiye'yi parçalamaya hazırlık olduğunu sezemeyen AKP ve destekçilerinin, şimdi İran’ı avuçlarına alan Batının tezgâhından gafil bulunmaktadır. Vatanını seven, vicdanının sesini dinleyen, onurlu yaşamayı ve gelecek kuşakları düşünen, sivil - asker herkesin ve her kesimin; artık her çareye başvurarak bu gidişatı durdurması ve sadece hükümetten değil, hatta bu teslimiyetçi ve batı taklitçisi zihniyetten de ülkenin kurtarılması lazımdır. Bazı azgın ve sapkın Siyonist ve Avengelistlerin, gizli ve şeytani bir hesabı da, Türkiye ile İran'ı kapıştırmak ve İran'ı kahramanlaştırmaktır.
İyi niyetli Yahudiler de, Hıristiyan kesimler de, Müslümanlarla birlikte 3. Dünya Savaşını başlatacak bu çılgınlıklara karşı çıkmalıdır. Çünkü bu dünyada, hem Yahudi ve Hıristiyanlara, hem Müslümanlara hem de diğer bütün insanlara yetecek kadar imkân ve fırsat vardır. Ve Kur'an’ın dediği gibi, "kesinlikle; barış savaştan hayırlıdır." Ancak barışı ve bağımsızlığı korumak içinde caydırıcı bir güce ulaşmak ve savaşa hazır olmak şarttır.
İran “sonunda biz kazandık” derken, Batı “istediğimizi yaptırdık” diyordu! Acaba bu Nükleer kumarda kim kazanmıştı?
İran’la P5+1 ülkeleri arasında nükleer enerji konusunda uzun zamandır yürütülen müzakerelerin anlaşmayla sonuçlanmasının kimin işine yaradığı tartışılırken, İran zafer kazandığını, Avrupa ve ABD de İran’ı sonunda durduklarını iddia ediyordu. Ahmedinejad’ın kesin ve tavizsiz tavrıyla köşeye sıkışan Batı, yeni Ruhani yönetiminin ‘yumuşak’ tavrıyla kısa zamanda istediği sonuca ulaşmış görünüyordu! Bir tarafta İran’ın memnun ve muzaffer edası, öte tarafta İsrail’in öfkesine rağmen İran’a istediklerini zorla kabul ettirdiğini iddia eden ABD ve Avrupa’nın büyük memnuniyet tavrı kafaları karıştırıyordu. Nükleer konuda İran ile varılan anlaşmanın sonucu zamanla daha net ortaya çıkacaktı, ama kesin olan bir şey var ki emperyalistlerin bu derece sevindiği bir şeyin İran için de İslâm dünyası için de hayırlı olmayacağı açıktı. İran’da yeni cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin göreve başlamasından bu yana uranyum zenginleştirme faaliyetlerinde “yavaşlama” olduğu ortaya çıkmıştı.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, İran’la varılan anlaşmanın bu ülkeye yönelik yaptırımlar sayesinde mümkün olduğunu vurgulamıştı. ABD Başkanı Barack Obama, İran ile nükleer müzakerelerde anlaşmaya varılmasına büyük tepki gösteren ve “tarihi bir hata” olarak değerlendiren İsrail Başkanı ırkçı Binyamin Netanyahu ile telefonda görüşüp Netanyahu’ya “ABD’nin İsrail’e verdiği taahhütlere sadık kalacağı” konusunda garanti sağlamıştı.
Netanyahu’nun anlaşmaya itirazı rol icabıydı!
Söz konusu anlaşmaya yönelik İsrail’den gelen eleştiri ve sert açıklamalar, dünya kamuoyunu oyalama amaçlıydı. Netenyahu İsrail Meclisi Kneset'te, "dünyada Cenevre anlaşmasını öven seslere ortak olmayı ben de isterdim" diyerek başladığı konuşmasında, yapılan anlaşmaya yönelik, "Uygulanan uluslararası baskının kısmen başarılı olduğu doğrudur ve başlangıçta planlanandan daha iyi bir sonuç alınmıştır fakat bu hala kötü bir anlaşma" ifadelerini kullanmıştı. Üzerinde mutabakata varılan anlaşmanın, "İran üzerindeki baskının azaltılması karşılığında" somut bir şey vermediği görüşünü savunan Netanyahu, İranlıların bu anlaşmayla "kendilerini kurtardıklarını" savunmaktaydı. İran'la yapılacak nihai anlaşmada, "İran’ın nükleer kapasitesi tamamen sökülüp dağıtılmalı" diyen Netenyahu, "İran liderinin, İsrail devletini yok etme taahhüdünü tekrarladığını” hatırlatmıştı.
“ABD+AB ile İran’ın uzlaşmasının, Suudi Arabistan ile İsrail’i askeri ittifaka mecbur bıraktırdığı ve biri birine yaklaştırdığı” bile yazılıp konuşulmaktaydı. Bu sayede Beşşar Esed’in rahatladığını da hatırlatmak lazımdı. Oysa asıl tezgâh Türkiye’ye karşı kurulmakta ve ülkemiz tamamen kuşatılıp bölgesinde yalnız bırakılmaktaydı. Velhasıl, Melheme-i Kübra=Armegeddon hesaplaşması giderek yaklaşmakta, bu nedenle Türkiye’nin etrafındaki çember daraltılmaktaydı.
Geçen sene bölgeyi Mısır’la birlikte yeniden dizayn etmeye girişen Türkiye, bugün Mısır’la diplomatik ilişkilerini en alt seviyeye indirmiş durumdaydı. Cenevre anlaşması gereği, “İran’ın uranyumu ancak % 5 oranında zenginleştirmeye ve elindeki % 20 oranında zenginleştirilmiş uranyumu imha etmeye razı olmasına” AKP iktidarının sevinç çığlıkları atması, AB’ye kuyruk olma sevdasının ve uşaklık paradigmasının bir yansıması mıydı? Ve yine İran halkında görülen bu Batıya teslimiyet bayramının heyecanlı, bizden bazı kesimlerin AB ile müzakereleri havai fişeklerle kutlama şaşkınlığını hatırlatmıştı. Oysa Türkiye’nin Cenevre sürecine dâhil edilmeye bile layık bulunmaması feraset ve haysiyet taşıyanları üzmüş olmalıydı. Batı ile İran’ın sözde uzlaşması planlarının bir hedefinin de; başta Suudi Arabistan gibi bazı İslam ülkelerini, İsrail’le barış sürecine mecbur ve mahkûm etmek olduğunu ve bu tertibin daha şimdiden tuttuğunu bile sezip göremeyen gafiller ve cahiller elinde, Türkiye rotasız gemi gibi yalpalamaktaydı.
Aynı Batı, Angola’da (Afrika) resmen İslam’ı yasaklatmıştı!
Dünya’da ilk defa İslam dini bir devlet tarafından alenen yasaklanarak ibadethaneleri yıkılmıştı. Oysa bunun tam tersi olsaydı, yani Hıristiyanlık ve Yahudilik hedef alınsaydı yer yerinden oynardı. BM, UNESCO, AB aklınıza gelen ne kadar Hıristiyan kurum ve kuruluş varsa açıklama üstüne açıklama yapar, olmazsa o ülkeye savaş açarlardı. Müslümanların tepkisi tıpkı karikatür krizinde olduğu gibi yeniden test edilip sınanmaktaydı ve maalesef AKP iktidarı da İran da susmaktaydı. Angola’da yaşanan bu kepazeliğe gereken tepki gösterilmediği takdirde diğer Afrika ülkelerine de yayılacaktı.
Angola’da İslam’ın yasaklanması ve camilerin kapatılarak yıkılması, Afrika’daki İslam düşmanlığını gün yüzüne çıkarmıştı. 18 milyon nüfusa sahip ülkede resmi rakamlara göre 90 bin civarında Müslüman vardı. Güneybatı Afrika ülkesi olan Angola’nın başkenti Luanda’da bir caminin minaresi hükümet görevlilerince yıkılmıştı. Daha sonra radyodan yapılan açıklamada ‘radikal’ Müslümanlara müsamaha gösterilmeyeceği ve İslam’ın yasal olarak kabul edilmeyeceği açıklanmıştı. Bunların ardından 19 Kasım Salı günü Angola Kültür Bakanı Roza Cruze Silvia yaptığı duyuruda, İslam’ın Adalet ve İnsan Hakları Bakanlığı tarafından yasal olarak kabul edilmediğini, ayrıca camilerin kapatılması gerektiğini vurgulamıştı. Luanda bölgesinde yer alan iki camiye de belediye tarafından kapatılması için uyarı yollanmıştı.
Haçlı Batının kışkırtmasıyla Angola’da camiler yıkılırken, Türkiye’de AKP iktidarı Şişli’deki kiliseye 600 Milyonluk arazi bağışlamıştı!
AB’ye girmek uğruna milli ve manevi değerlerine sırtını dönen hükümet, azınlıkları ihya etmeye çalışmaktaydı. 60 yıldır faaliyet gösteren Şişli Endüstri Meslek Lisesi’nin arazisi Vakıflar Yasası’yla önce Bulgar Ortodoks Kilisesi Vakfı’na aktarılmıştı. Bir yıl sonra 1 Kasım’da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından imar planında yapılan değişiklikle eğitim alanı olarak görünen arsa ticaret ve konut alanına çevrilmiş, böylelikle arazinin değeri 600 milyonu aşmıştı. Bu duruma en çok sevinen ise Bulgar Ortodokslardı.
İstanbul Şişli’deki Şişli Endüstri Meslek Lisesi’nin 59 bin metrekarelik arazisi, önce Bulgaristan Ortodoks Eksarhlığı Vakfı’na iade edilmiş, ardından 1 yıl sonra arazinin imar durumunda değişiklik yapılmıştı. Yeni imar planında eğitim alanı olarak görünen arazi ticaret ve konut alanına çevrilmiş, böylelikle söz konusu araziye otel, AVM, mağaza ve rezidans yapımının önü açılmıştı. Araziye yaklaşık 180 bin metrekare inşaat hakkı tanınırken, yükseklik de serbest bırakılmıştı. Bu durum en çok Bulgaristan Ortodoks Eksarhlığı Vakfı’nı memnun etmiş. Vakfın Başkanı Vasil Liaze, kendilerine verilen alanın yeni imar durumunu piyangoya benzetip, AKP’ye övgüler yağdırmıştı.
İranlı gizli Yahudilerin etkinliği!
Yahudilerin Dünyanın birçok yerine dağıldığı bilinmektedir. Bunların en etkinlerinin ve dikkat edilmesi gerekenlerin başında da Kripto İranlı Yahudiler gelmektedir. Baktığımız zaman bugün ABD ve İsrail’in, İran’a neden bu kadar sinir olduklarının ve bir kaşık suda boğmaya çalıştıklarının pek çok gerekçesi sıralanabilir. Bunun dışında ise bugün özellikle İsrail ve ABD’de çok etkin olan bir grubun varlığını ve onların İran’la olan bitmemiş hesaplarını da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. İran’ı yerle bir etmek isteyenler sıralamasında en önde bulunan bu Siyonistler, İran Yahudileridir.
Mesela yanında çalışan kızlara tecavüz ettiği suçlamaları sebebiyle sinir buhranları geçiren, eski İsrail Cumhurbaşkanı Moşe Katsav, gerçek adı Musa Ghassab olan bir İran Yahudi’sidir. İran’ın Yezd kentinde doğmuş ve beş yaşında ailesiyle İsrail’e göç etmiştir ve Farsçası ileri derecede iyidir. Yine baktığımız zaman, Eski İsrail Savunma Bakanı ve yine İsrail’de Ulaştırma Bakanı olarak görev yapan Shaul Mofaz’da, Tahran doğumlu bir İran Yahudi’sidir. Hatta geçen senelerde Lübnan’da sivillerin üzerine bomba yağdırılması emirlerini veren ama Hizbullah karşısında maskara olduğu için görevden alınan eski İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz’da bir İran Yahudi’sidir. Kısacası bugün İsrail’de İran’a karşı savaş planları hazırlayanların büyük çoğunluğu İran doğumludur. Aslında bütün bunlar karşılıklı danışıklı dövüş gibidir. Çünkü iki ülkenin de kirli derin merkezleri, güçlerini birbirlerinden almaktadır. Psikolojik savaşı iyi yürütüyorlar. Zıtmış gibi duruyorlar, söylemleri birbirlerine karşı çok sert ama gerçekte masa başında önemli pazarlıklar yapılıyor. Tıpkı geçmişte ‘’İrangate’’ skandalının ortaya çıkması gibi…
Son dönemde ABD’nin, İran ile yapılan diplomatik ilişki hamleleri iyi değerlendirilmeli, Hasan Ruhani’ye özellikle dikkat edilmeli ve Kripto Yahudilerin buralara kadar yükselmek için İran’da çok çalıştıkları bilinmelidir. Bu arada İran Yahudilerinin etkin olduğu Ülkelerden biri de Amerika Birleşik Devletleridir. Mesela bugün Amerika’nın en zengin ve ünlülerinin ikamet ettiği Los Angeles’in Beverly Hills şehrinin belediye başkanı ‘’Cemşid’’ yani Jimmy Delshad isimli bir İran Yahudi’sidir. Seçim başarısının sebebi ise Amerika’nın bu en lüks şehrinde oturan ensesi kalın vatandaşların yarısının İran Yahudi’si olmasıdır. Peki, bu müthiş zenginliğin sırrı nedir derseniz onun da cevabı kolaydır. Humeyni’nin İran Şahı’nı mat etmesinden önceki dönemde İran’ın zenginlerinin ve önde gelenlerinin çoğunun İran Yahudi’si oldukları hatırlanmalıdır. Bunların çoğu devrimden sonra soluğu Avrupa ve Amerika’da almışlardı. İran’dan kaçarken yanlarında götürdükleri zenginliklerinin de etkisi büyüktür. Başka bir ünlü İran Yahudi’si de ‘’Borat’’ adıyla tanınan İngiliz vatandaşı aktör ‘’Sacha Kohen’’dir.
Bu arada acaba ülkemizde bu İran Yahudilerinden ne kadar var ve bunlar hangi mevkilerdedir? Kimler AKP’nin koyu destekçisidir? Hangi stratejik kurumların başına yerleşmişlerdir veya siyasi uzantıları ne kadar kuvvetlidir? Bunların da üstünde durmak gerekir. Benim bilgi aldığım devlet içindeki bazı önemli ağabeylerim, bunlardan bir kısmını kulağıma söylemiştir. Yahudilerin tarihten beri yaptığı en ustaca şeylerden birisi de çok iyi gizlenmeleridir. Günümüzde önemli ve stratejik görevlerde bulunan bazı Siyasetçilerin İranlı Kripto Yahudilerden ekonomik ve stratejik destek aldığı söylenmektedir. Ve son söz: ‘’Düşmanların en tehlikelisi, düşmanlığını gizleyendir’’[1]
Amerikan Tezgâhı ve “İran muamması”…
İran’ın satranç oyunundaki son hamlesi, tüm kafaları karıştırmıştır. Bugün, “hangi İran?” ve “ne yapmaya çalışıyor?” soruları bir kez daha tartışılmaktadır.
Çok değil, bundan üç-beş ay öncesine kadar dünyada farklı bir İran algısı ve imajı yaygındı. Amiyane tabirle “mangalda kül bırakmayan”, “kuyruğu dik tutan” ve bu kapsamda başta Lübnan ve Suriye olmak üzere, Ortadoğu bölgesinde ABD ve İsrail ile üstü örtülü savaş yürüten bir İran vardı. Ama bugün: “Batı ile uzlaşan, ABD’ye yaklaşan, nükleer iddiasını askıya alan” bir İran ortaya çıkmıştı.
Burada, hiç kuşkusuz ABD yönetiminin takındığı kolaylaştırıcı ve süreci hızlandırıcı tavrını da göz ardı etmemek lazımdı. İsrail’in ve diğer geleneksel “müttefiklerinin” göstermelik itirazlarına rağmen Obama yönetimi tarafından atılan adımlar, iki ülke arasındaki çözüm-işbirliği sürecini başarıya ulaştırmıştı.
Öyle ki, bu yeni işbirliği sürecinin bölgedeki dengeleri bozacağı ve ortaya farklı bir denklemin çıkacağı konuşulmaktaydı. Düşünün, düne kadar bölgede Suriye krizinde “Türkiye-ABD-Körfez Ülkeleri” üçlüsünden bahsedilirken, bugün o üçlünün yerini “ABD-Rusya-İran” almaya başlamış durumdaydı.
Acaba ne oldu da iki ülke bir anda yıllara yayılmış krizi aşmışlardı? Ortada ne tür bir “ortak hesap” kurgulanmıştı? Bunlar Türkiye açısından ne tür sonuçlar doğuracaktı? Gelişmeler Türkiye’nin ne kadar lehine ya da aleyhine olacaktı? Bu kapsamda İran tarafından yapılan Türkiye-Suriye arasındaki krize yönelik arabuluculuk çağrısı ile iki ülke istihbarat örgütleri arasındaki işbirliğine dikkatleri çeken açıklamalar ne anlam taşımaktaydı?
Burada, bölge siyasetinde ön plana çıkartılmaya çalışılan Sünni-Şii ayrımı ve çatıştırması ve bu bağlamda İran’ın artan etki sahası oldukça önemli sayılmaktaydı. Bölgede güya İran’ın etkisini azaltmaya ve bu ülkeyi çevrelemeye yönelik politikalar, ne hikmetse bu ülkenin daha da güç kazanmasına yol açmış durumdaydı. Bugün ABD-İran süreciyle ilgili olarak üç farklı görüş vardı: 1. Bu bir İran başarısıdır; 2. Bu bir ABD başarısıdır; 3. Bu bir ABD-İran ortak yapımı sinsi ve tehlikeli bir adımdır.
Türkiye ile ilgili boyuta gelince, burada da iki farklı değerlendirme yapılmaktadır: 1. Bu durum Türkiye’nin çıkarınadır. Çünkü İran ile dış ticaretimiz artacak, başta enerji politikaları olmak üzere, birçok ortak proje için ortam oluşacak, İran daha rasyonel-güvenli bir aktör halini alacak ve Türkiye dış politikada bu ülke ile daha rahat iş yapacaktır. 2. Bu durum Türkiye’nin aleyhine tezgâhlanmıştır. Çünkü Türkiye’den rol çalacak, ABD ile işbirliği İran’a daha fazla güç ve manevra kabiliyeti sağlayacak, Türkiye’nin başta Kürt ve Sünni politikası bu ülke üzerinden sabote edilmeye çalışılacak, dolayısıyla Türkiye’nin 2023 vizyonu ve İslam dünyasındaki hedefleri de ciddi bir darbe alacaktır!..
Bu mümkün mü? Sorunun cevabı tarihin derinliklerinde yatmaktadır. Eğer olağanüstü bir değişiklik olmaz ise, şimdilik sonuç da ortadadır. Ümit edilir ki, taraflar bu bilinçle hareket eder ve böylece tarih de tekerrür etmemiş olur. Ama bu o kadar da kolay sanılmamalıdır. Ne de olsa tarihsel kodlar bir kez daha devreye sokulmaktadır ve pek tabi ki üçüncü taraflar (Yani Amerika, Avrupa ve İsrail) de son kozlarını oynamaktadır”[2] tespitleri de yabana atılmamalıdır.
--
Ocak 2014 - Milli Çözüm Dergisi
[2] mse2009@yahoo.com