Kur’an Ne Kadar Tercüme Edilebilir?[1]
Bütün bir tercüme tarihine baktığımızda görürüz ki tercüme sanatı, fevkalâde asildir ve çok üstün bir maharet ve çok kapsamlı bir müktesebat ister. Tercüme sanatının gerektirdiği birçok vasıflarla donanmış bir mütercim bile, bir metni asıl dilden farklı bir dile aktarırken, çoğu zaman, birçok yerlerde, çok farklı zorluklar yaşar, çok çeşitli ve çetin problemlerle karşı karşıya kalır. Bu problemlerin en çözülmezi de edebi yönden mükemmelliğe ulaşmış metinlerde gözlenmektedir. Eğer bir metin derin manalarla yüklüyse ve aynı zamanda da büyüleyici bir şiirsel üslup taşıyorsa, bu kabil bir yazılı eser elbette mütercimi zorlayacak ve onu oldukça sarp bir yokuşa veya gayet engebeli bir mecraya sürükleyecektir.
İşte yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim de bu kabil eserler gibi, tarih boyunca mütercim ve müfessirlerini böyle bir zorluğa sürüklemiş ve onların deha çapında olanlarını bile acze düşürmüştür.
Meselâ, Kur’an-ı Kerim’i anlamı anlamına tercümeye kalkışan her mütercimin karşısına her zorluktan evvel, Kur’an’ın geniş anlamlı kelimelerinin tercümesinde karşılaşılan bir zorluk çıkar. Fatiha Sûresi’nin ilk ayetinde geçen hamd kelimesini tercüme ederken karşılaştığımız zorluk gibi… Bu ayette geçen hamd kelimesini biz ya sadece övgü ile karşılar ya da bu kelimeyi aynen olduğu gibi bırakırız, Yani; ya “Övgü Allah’ındır” ya da “Hamd Allah’ındır.” şeklinde tercüme ederiz. Ancak, Kur’an’ın sibak-u siyakında hamdın o nâmütenahi manalarını tercümeye aktarmakta zorluk çekeriz. Çünkü hamd, surenin bütünlüğü içinde Âlemlerin Rabbi ile alâkalı olarak kullanılmıştır. Bu alâka da bu kelimeye oldukça geniş manalar yüklemiştir. Öyle ki bu kelimenin bu bağlamda kazandığı mana, kadim ve yeni Arap dilinde bile mevcut değildir. Çünkü bir varlık övüldüğünde, onun en güzel özellikleri, en güzel sıfatları söylenir. Bu yüzden, Allah’a ait bir övgü söz konusu olunca, O’nun güzel sıfatları, O’nda var olan güzel isimler akla gelir. İşte bu mütalaalardan sonra “el hamdu li’llahi” ifadesini “el esmau’l husna li’llahi” şeklinde, yani en güzel isimler, en güzel vasıflar, en güzel özellikler, Hak bir İlahta olması gereken vasıflar Allah’ındır; gibi anlamamız ve bu manaya göre de bu cümleyi tercüme veya tefsir etmemiz gerekir. Bu anlayış da bizi, yalnız bu Ayet-i Kerimenin tercümesi konusunda Allah’ın güzel isimlerini tek tek saymaya, sonra da bu kutsî isimleri ayrı ayrı tefsir etmeye iter. Dolayısıyla her isimle sonsuz mana alanlarına açılırız.
İşte görülüyor ki daha Fatiha Sûresi’nin ilk ayetindeyken bile, müthiş bir tercüme zorluğuyla yüz yüze geliyoruz ve bu zorluk da bizi oldukça analitik, yani açıklayıcı, tefsirci bir tercüme yoluna itiyor. Bununla da kalmıyor, ayetin telmih ve çağrışımları bizi daha geniş manaları sıralamaya, sayıp dökmeye sevk ediyor. Meselâ bu kısacık cümlenin, bütün bir şirk tarihine karşı ilan edilmiş bir muhtıra cümlesi olduğunu seziyoruz. Çünkü insanlık, tarih boyunca Allah’a ait sıfatları, yani uluhiyyet sıfatlarını putlara, ateşe, Ay’a, Güneş’e, yıldıza; ciptlere, tağutlara, zaman zaman da despot krallara veregelmiştir. Bu ayette ise bu sıfatların yalnız Allah’a ait olduğu vurgulanır, tarih boyunca yapılan bu yanlış reddedilir. Zımnen, yaratmak, rızk vermek, rızkları taksim etmek, kader çizmek, yaşatmak, öldürmek, güç ve kudret gibi sıfatlar yalnız Allah’ındır denmek istenir. Allah’tan başka hiçbir varlıkta bu sıfatlar hakikî olarak mevcut değildir, denir.
İşte bu ayeti okurken, onda böyle bir mana ve îlâm sezen mütercim, bu îlâmı da tercümede göstermek zaruretini hisseder ve anlar ki, ayetin bu anlam ve telmih sınırları, çağrışımcı, yani tedaisel güç hudutları fevkalâde geniştir ve bu kabil kelimeleri karşı dilde tek kelimeyle karşılamak fevkalâde zordur.
Yine, Arapçadaki şu özellik esas alınarak bir tercüme yapılmaya kalkışılsa, hiç şüphesiz yine aynı zorluğa düşülür. Meselâ Arap dilinde “fe” harfi ile başlayan her kelime; ayrılma, bölünme, yerden çıkma, kopma, ayırt etme ve çatlama ifade eder. Bu bilgi göz önüne alınarak Felak Sûresi’ndeki “Kul euzu bi rabb’il felak.” ayeti tercüme edilmeye kalkışılsa, ayette geçen “felak” sadece “sabah” olarak tercüme edilemez. Gerçekten de sabah, bir ayrılma ifade eder. Aydınlık karanlıktan ayrılır, sonra aydınlık galip gelir ve sabah tebeyyün eder. Bu açıdan bu kelimenin sabah olarak tercümesi doğrudur; ancak noksanlıktan hali değildir. Çünkü felak kelimesi başında fe harfini taşıdığı için akla gelen her türlü, biyolojik, sosyolojik, fiziksel ve jeolojik vs. ayrılmayı ifade edecek anlam genişliğine sahiptir. Bu derece geniş anlamlar ihsas edebilen bir kelimeye, karşı dilde tek kelimelik bir karşılık bulamayınca da haliyle bu kelimeyi birçok kelimeyle karşılamak zorunda kalırız. Bu durumda da meal veya tefsirde Kur’an’ın icazı gözlenemez olur. Yani O’nun çok az kelimeyle geniş manalar ifade eden hususiyeti tercüme metinlerde artık göze çarpmaz olur. Bu durum karşısında, Kur’an’ın aslından habersiz olan kimseler de zanneder ki, Kur’an-ı Kerim de meramını bu kadar çok kelime sıralayarak anlatmış.
Konumuza dönecek olursak deriz ki, bu bilgiler ışığında biz bu ayeti, “Sabahın Rabbine, gündüzü geceden ayırt eden Rabbe, mitoz ve mayoz bölünmeleri gerçekleştiren, hücreleri bölerek çoğaltan Rabbe, atomu bölen, böylece ondan büyük bir enerji açığa çıkaran, toprağın derinliklerindeki tohumu çatlatan, artı ve eksi elektrik yüklü bulutları birbirinden ayrı tutan, ağacın gövdesinden dalları ayıran, dallardan tomurcukları, tomurcuklardan yaprakları ayıran, yerden suları kaynakları çıkaran, erkeği dişiden ayıran, ayrı ayrı, farklı farklı yaratan Rabbe, insanları farklı farklı huy ve mizaçlara ayıran, çiçekleri renk renk yaparak farklı kılan, haklıyı haksızdan ayıran Rabbe, sığınırım de.” şeklinde tercüme veya tefsir edebiliriz. Ancak yine de bu saydıklarımız felak kelimesinin geniş anlam ihsaslarını tam anlamıyla ifade etmez… Yani açıklamalarımız yine de noksan kalır.
Bu mütalaalarımız sadece iki örnekten ibarettir; oysa Kur’an’da böyle anlam genişliğine sahip binlerce kelime mevcuttur. Artık siz bu durumu göz önünde bulundurarak Kur’an’ın şimdiye kadar ne derece tercüme edilmiş olduğuna bakın ve gelecekte de ne kadar tercüme ve tefsir edilebileceğini tahmin etmeye çalışınız.
Yine, bir mütercim Kur’an’ın deyimsel ifadelerine baktığında dehşetler içinde kalır. Bütün dillerde anlamı kuvvetli ve hatta kalıcı kılmak için deyimsel ifadeler kullanılır. Her deyimin bir hikâyesi vardır. Bu hikâyeler deyimlerin anlamlarını daha da güçlü kılan en mühim sebeplerdendir. İşte biz bu deyimlerin yalnızca deyimsel olmayan karşılıklarını verdiğimiz ve onların çıkış hikâyelerini tercümeye aktaramadığımız zaman, anlam o kadar zayıflar ki, âdeta kuru bir ifadeye, yalın bir söyleyişe dönüşür. Meselâ, ödü kopmak deyiminin karşılığı korkmaktır. Bunlar belki eş anlamlıdır; ama aynı kıymet ve vurgu değerinde değildirler. Ödü kopmak daha mübalağalıdır ve korkmak fiilinin şiddetini anlatır. Kur’an’da da böyle anlatımlar vardır. Meselâ Bakara Sûresi’nde geçen “Ve uşribu fi kulubihimu’l icle…”, “onların kalplerine buzağı içirildi” ifadesi ile “onlar buzağıyı çok sevdiler.” ifadesi, aynı anlatım gücüne sahip değildir. Hatta “kalplerine buzağı sevgisi içirildi” ifadesi bile aynı ifade kuvvetine sahip değildir. Çünkü Âlemlerin Rabbi öyle çarpıcı bir ifade kullanıyor ki, neredeyse “kalplerine buzağının ta kendisi içirildi” demek istiyor. Bir heyecan sanatı olan mecaz-ı mürsel sanatını kullanarak manayı son derece kuvvetli bir hale sokuyor. Ama mütercim bu ifadeyi tercüme ederken ona “kalplerine buzağı sevgisi dolmuştu” dediği an, en azından asılda mecaz-ı mürsel olan bir ifade, tercüme metinde çok basit ve yalın bir ifade biçimine dönüşüyor. Bu durumda da tercüme metinlerde, Kur’an’da manayı kuvvetli kılmak için kullanılan söz sanatlarını göremez oluyoruz. İşin erbabı olan her kimse de bilir ki, mecaz-ı mürsellerin taşıdığı anlatım gücü ile yalın ifadelerin taşıdığı ifade kuvveti denk değildir. Demek ki mütercim, deyimleri çevirirken de ciddi zorluklarla karşı karşıya kalıyor.
Ve yine tercüme metinlerde ses, anlam, ritim, heyecan ve duygu yitimi gibi hadiselerle karşı karşıya geliyoruz… Asıl metinde çok hoş bir ifade biçimi, kelime kelime tercüme edildiğinde çok tuhaf ve çirkin bir söyleyiş biçimine dönüşebiliyor. Meselâ: “tebbet yeda ebi lehebin ve tebbe” ayetini kelime kelime ve söz dizimine göre tercüme ettiğimiz zaman karşımıza “Kurusun iki eli Ebu Leheb’in ve kurudu.” şeklinde Türkçe için devrik olan bir cümle yapısı çıkıyor. Bu bizim için biraz tuhaf karşılanabiliyor. İşte mütercim bu tuhaflıklarla da mücadele etmektedir. Asıl metni aynen söz dizimine göre aktarsa ortaya çirkin bir ifade çıkıyor. Onu kendi dilinde süslü ve beliğ bir duruma getirse anlam yitip gidebiliyor. Çünkü kelimelerin söz dizimindeki yerleri de asıl dilde gayet mühim mana ve vurgu hadiselerine hizmet etmiş olabiliyor.
Hele hele Kur’an’ın o eşsiz ses örüntüsünü, o şiir üstü şiirsel üslubunu, lafız ile mana ahengini karşı dile aktarmak tamamen imkânsız hale geliyor. Meselâ Nas Sûresi’ni okurken s seslerini taşıyan kelimelerin oluşturduğu o eşsiz aliterasyonu, o eşsiz fısıltıyı tercümelerde duyup hissetmeniz imkânsızdır. “Kul euzu bi rabb’in nasss, meliki’nnassss, ilahi’nnasss min şerri’l vesvasi’l hannasss, ellezi yuvesvisu fi suduri’nnass mine’l cinneti ve’nnasss.” derkenki s sesleri tam bir fısıltı havası verir. İşte görüyoruz ki hem sûrenin teması fısıltıyla alâkalıdır ve hem de bu manaları anlatırken seçilmiş kelimeler fısıltı ihsas eden sssss sesleriyle doludur….
İşte yukarıda sergilediğimiz birkaç mütalaa ışığında, artık sizler de kolayca anlarsınız ki Kur’an hakkıyla tercüme edilemez. Her tercüme ona bir yaklaşımdır sadece… Her tercümede, hatta deha kabul ettiğimiz kimselerin tercüme ve tefsirlerinde bile her şeyden evvel çok yönlü anlam yitimleri, ses, ahenk, ritm, ifade kuvvetlerine dair kayıplar mevcuttur.
Hulâsa: İnsanları farklı renk ve ırklar biçiminde yaratan Yüce Allah, onların lisanlarını da farklı kılmıştır. Onlar arasına lisan farklılıklarından oluşmuş bir de duvar örmüştür… Bu lisan farklılığından doğan mânia, Allah ile kulları arasında da oluşmuştur. Kur’an’ın Arapça ile indirilmesi ve Arap olmayan kavimlere de bu lisan ile hitap etmesi, gerçekten de Kur’an mütercimine öteki mütercimlerden çok daha manalı ve çok daha zor bir misyon yüklemiştir. Dolayısıyla o, Allah ile kulları arasında anlaşmayı sağlayan bir vasıta olmuştur. Ancak o, bu vazifeyi hakkıyla yapabilmiş midir? Bu sorunun cevabı ise tefsirlerin, meal ve tercümelerin dünyasında gizlidir. Ancak biz bu sorunun cevabını şu cümlelerle vermeye çalışacağız.
İşin erbabı her kimse anlar ki, her tercüme yarı saydam bir camdan süzülmüş bir ışık huzmesinden ibarettir. Her mütercim, asıl kaynaktaki ışıktan bize yalnızca biraz bulanık, kırık, belli belirsiz ışıklar getirebilmiştir. Ve hiçbir mütercim Allah ile kulu arasında lisan farklılığından örülmüş bu katı, bu camit duvarı tam saydam hale getirmeyi maalesef başaramamıştır. Onların hemen hepsi ya bir mercek olmuş veya bir buzlucam… Yani asıl metindeki mana, ses, musiki, ritim ve ahenk ışıkları asıl kaynaktan çıkıp farklı mütercimlerin farklı kırılma indislerine sahip zihin ve hayâl dünyalarından süzülerek geçerken, farklı kırılmalar meydana getirmiştir. Bu yüzden tercümelerde en fazla ses, musiki ve estetik, daha sonra da anlam kaybı gözlenir olmuştur. İşte bu sebeplerden kaynaklanan anlam kaybını gidermek içindir ki, kelimesi kelimesine tercüme ilkelerindense, tefsiri tercüme ilkeleri daha çok benimsenir olmuştur. Ne var ki bu tercüme çeşitleri bile, Kur’an’ın ancak yakın sahillerinde dolaşabilen yelkenliler olabilmiş; bize uçsuz bucaksız bir ummandan sadece kapları nispetince su getirebilmişlerdir.
Tercümeleri hakikaten en beliğ bir şekilde bize Cemil Meriç anlatmış. Onun tercümeler hakkındaki bu mütalaalarını, Kur’an tercümeleri hakkında da söyleyebiliriz. Ona göre her tercüme, “Babil kulesinde yolumuzu aydınlatan hırsız feneri”dir. “Sönük, titrek bir ışık…”tır. “Dilden dile aktarılan, ruhtan çok lafız, vuzuhsuz bir aşağı yukarı…”dır.
Artık tercümeler ve mütercimin kudreti bu kadar olduktan sonra, diyebiliriz ki: Kur’an hakkında her tefsir bir yaklaşımdır ve Kur’an hâlâ bakirdir. Üzerinden asırlar geçse de… Onun manaları ihata edilemez. Ondaki eşsiz musiki, ses örgüsü karşı dile asla aktarılamaz. Kur’an’dan eşsiz manalar ve faydalar sunmuş olmalarına rağmen, her tefsir ve mealin noksan kalmış tarafları hâlâ vardır. Kur’an uçsuz bucaksız bir kâinattır. Onu herkes kendi kararınca keşfedebilmiştir. Kendi aklı ve imkânı nispetinde anlayabilmiştir.
Kısaca mütercimin Kur’an-ı Kerim karşısındaki durumu, Newton’un okyanus karşısındaki durumu gibidir. Newton bir gün bir deniz sahilindeyken eline birkaç çakıl taşı almış ve demiş ki, “Bilinmezlikler şu uçsuz bucaksız denizler kadar sonsuz, keşfettiklerimiz elimdeki çakıl taşları kadar… Şu derya keşfedilmeyi bekliyor, oysa ömrüm bitmek üzere!”
İşte gelmiş geçmiş filozoflar, kaşifler şu uçsuz bucaksız kâinatı ne kadar keşfetmişse, bütün müfessirler de Kur’an’ı o kadar keşfedebilmiştir. Kısaca, Allah’ın kelâmı ve kelimeleri olan Kur’an’ın ne kadar tefsir edilebileceği sorusuna cevap olarak, Yüce Mevla’nın Kehf Sûresi 109. Ayetinin mealini sunmakla yetinelim.
“De ki, Rabbimin kelimelerini yazmak için şu malum deniz, sırf mürekkep olsa; hatta bir o kadarını da biz, ilâve yardım olarak getirsek, Rabb’in kelimeleri tükenmeden elbette bu deniz tükenirdi.”
Modern Dönem Kur'an Telakkileri[2]
İki kesit
1- Hz. Osman’ın (R.A) şehadetiyle baş gösteren toplumsal kargaşa ve ayrışma süreci, Hz. Ali (R.A) döneminde ve sonrasında itikadî fırkalaşma hareketine dönüştü. Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî gibi Sahabilerin (Allah hepsinden razı olsun) Havariç, Kaderiye, Şia gibi bid'at fırkaları ile fikrî ve fiilî mücadeleleri[3], Tabiun'dan el-Hasanu'l-Basrî[4], Ömer b. Abdilazîz, İmam Ebû Hanîfe, daha sonraları el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî, Abdullah b. Küllâb gibi isimlerin mezkûr fırkalara ilaveten Mu'tezile, Mürcie, Cebriye'ye karşı Ehl-i Sünnet itikadını ilmi ve fikri zeminde müdafaaları Kelam tarihi ile iştigal edenlerin malumudur.
Bu dönemlerden itibaren gelecek yüzyıllar içinde de gövdeyi kemiren, sadece Şia'sından Havaric'ine, Mu'tezile'sinden Mürcie'sine, Felasife'sinden Cebriye'sine bid'at fırkalar değildi; Yahudiler, Hristiyanlar, Sabiiler, Karamita, Dehriyyûn, Zenadıka… gibi gayri İslami fırka ve gruplar da son derece hareketli ilmi ortam içinde kendilerine yer buluyor, ilmi/itikadi gündemin baş aktörleri arasında arz-ı endam ediyordu.
Burada bir noktanın altını önemle çizelim: Bilhassa bid'at fırkalarının her biri farklı bir "İslam anlayışı"nı temsil etmiştir. Her birinin ayrı bir Kur'an, Sünnet, Allah, Peygamber, insan tasavvuru/yorumu vardır. Ne var ki, Şia'yı parantez içine alarak konuşursak, bu tasavvur ve yorumlar ana gövde üzerinde hiçbir zaman kalıcı bir etki yapmamıştır. 218–232/833–846 arasında 15 yıl süreyle Abbasi Devleti'nin resmî mezhebi olan Mu'tezile’nin toplumsal tabana yayılması amacıyla ulemaya uygulanan sistematik işkence ve sindirme politikası bile arzu edilen neticeyi vermemiştir.[5]
Devamını okumak için tıklayınız.