Aralık 04 02:47

LAİKCİ DİN DÜŞMANLARINDAN VE PARALELCİ İSTİSMARCILARDAN KURTULMAK YAKINDIR!

LAİKCİ DİN DÜŞMANLARINDAN VE PARALELCİ İSTİSMARCILARDAN KURTULMAK YAKINDIR!

LAİKCİ DİN DÜŞMANLARINDAN VE PARALELCİ İSTİSMARCILARDAN KURTULMAK YAKINDIR!

Gerçek bir demokrasi, örnek bir laiklik ve yüksek bir sosyal hukuk devleti; İslam’a da insanlığa da uygun bulunmaktadır, aklı ve vicdanı olan herkesin ortak amacıdır. Ama İslam düşmanlığına ve ahlaki-manevi değerleri hayatın dışına atmaya kılıf yapılan bir LAİKCİLİK; DIŞ Güçlerin talimatlarını ve ülkemizi sömürgeleştirme-bölme planlarını, aldatılan halkın onayı ve oyları ile yürütme sahtekarlığına çevrilen Cumhuriyetçilik; anket sonuçları ve seçim tutanakları, LAİKCİ’ler iktidar olunca dipçikle, ılımlı DÖNEK’ler iktidar olunca, “özel yetkili telefon talimatları ile” değiştirilen sözde DEMOKRATİKLİK ise açık bir şeytan tuzağıdır. Ve hele barbar Batının yurdumuzu parçalama ve ordumuzu paralama girişimlerine karşı duyarlı bir tepki ve tavır koyan bazı sosyalist ve ulusalcı aydınlarımızın, hala her fırsatta İslam’a sataşmak için bahane kollamaları ve “Haçlı emperyalist” diye karşı çıktıkları odakların bozuk ideoloji ve felsefelerine can simidi gibi sarılıp sahip çıkmaları ise talihsiz bir tutarsızlıktır. Cemaatle Hükümetin, birbirlerinin kirli çamaşırlarını ve gizli planlarını deşifre ettikleri ve halkımızın önemli kesiminin bunlardan ümidini kestikleri bir ortamda; Milletimizle, dini ve ahlaki değerlerimizle barışık yeni ve Adil bir Düzen etrafında güç ve gönül birliği yapmanın tam zamanıdır. Daha rahat anlaşılsın ve doğru yorumlansın diye, özetleyerek ve sadeleştirip düzelterek aktardığımız şu tespitler dikkatle okunmaya değerdir. Aksi halde “DEMOKRATUR hilesiyle halkın oylarını çalan, AB’ye kuyruk olmak suretiyle, Türkiye’yi Avrupa’ya eyalet, İsrail’e vilayet yapmaya çalışan AKP iktidarını ayakta tutmak, yaratanın iradesi ve kaderidir!” şeklinde sapık ve çarpık bir algıya da müsaittir.

“Şu anda iktidara karşı mücadele eden güçler derin değil yüzeysel ama dış destekleri olan şebekelerdir. Bu tespit iktidarı savunmak değildir. Onun da hataları olabilir, ama karşısında hiç değilse toplumun bir kesiminin desteklediği güçler olması gerekir. CHP maalesef bu görevi yapmaktan acizdir. Mevcut yönetim sadece iktidar karşıtlığı yürütmekle yetinmekte ve karşılaştığımız büyük sorun  iyi değerlendirilirse bizi dünyanın güçlü ülkelerinden biri haline getirecek şartlar göz ardı edilmektedir. CHP’nin yeni yönetimi bir ideolojiyi ya da ülkeye yön verecek stratejiyi savunmamakta, sadece iktidara karşı bir tavır sergilemektedir. Şimdi iktidar karşıtı olarak ortaya çıkan yeni bir örgütlenme (ve paralel çeteleşme ise) devletin birçok görevine müdahale etmekte ve onun yerine kendi düşüncelerinin gerçekleşmesini istemektedir. Genelde saldırıya uğrayanın kaybedeceği zan ve tahmin edilir. Oysa bu bağımsız hareket eden ve çatışmayı doğru değerlendiren güçler için geçerlidir. Başkasının hazırladığı bir plana göre hareket edenler ise kendilerinin kaybedeceğini düşünmezler ama arkalarındaki güç onları destekler gibi görünse de aslında mücadele iktidara karşı olanların tasfiyesi amacıyla da yapılmakta olabilir. CHP devletin kuruluş ilkelerini kutsal görmekte ve eleştiriyi hıyanet gibi değerlendirmektedir. Oysa bu ilkeler o günün şartlarında bir mucize gibi algılansa bile bugün sadece, değerli bir geçmiş simgesidir. Şimdi bunu tarihin bir mucizesi sayıp, ancak artık değiştirmenin de dünya şartları gereği kaçınılmaz olduğunu düşünenler, cemaate ihale ettiler ve cemaatin de bu mücadelede kaybedeceğini düşündüler. Yani ülkenin karşı çıkamayacağı iki düşünce bir araya gelseler bile kaybedeceklerdi”

Yeni Türkiye, kimsenin eseri değil, Yüce Yaratanın isteği ve iradesidir. Bu nedenle kimse Yeni Türkiye’nin önüne çıkmaya yeltenmemelidir. Çünkü varılacak netice, kişilerin veya kesimlerin değil, yüce Yaratanın ve O’nun şereflendirdiği Mü’min ve mücahit kimselerindir. Bu sürecin sonunda, siyasi ve dünyevi amaçlar uğruna DİN’i feda edenlerin acı ve alçaltıcı akıbetleri, ibretle ve Yaratanın bir ikazı şeklinde görülecektir!”[1]

Uyduruk sahte belgelerle “despotik askerler(!)” zindanlara tıkılırken “demokratik siyasiler(!)” yolsuzluk belgelerini “darbe girişimi” sayıyordu!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Almanya’ya gitmezden önce basın toplantısında tutukluluk süreleriyle ilgili bir düzenleme yapılacağını açıklıyor; Hürriyet dahil pek çok gazete bu sözleri manşetine taşıyordu. Oysa Terör ve ‘devlete karşı suçlar’la ilgili tutuklama müddetinin, ağır cezadaki maksimum sürenin iki kata kadar uygulanacağı, yani 10 yıl olacağı biliniyor(du!) ‘Du’ diyorum, çünkü bu hüküm, 4 Temmuz 2013’te Anayasa Mahkemesi tarafından zaten iptal ediliyordu. (2012/100 esas sayılı karar.) Mahkeme, 10 yılın çok uzun olduğuna hükmediyor, ama iptal kararının yürürlüğe girmesi için de parlamentoya 1 yıl süre veriyordu. Yani, hükümet eğer 4 Temmuz 2014’e kadar terör ve devlete karşı suçlarda 10 yıldan az 5 yıldan çok bir süreyi ‘maksimum süre’ olarak belirleyen bir yasa düzenlemesi yapmazsa, en uzun tutukluluk bütün ağır cezalık durumlar için otomatikman 5 yıl olarak uygulaması gerekiyordu. Anlayacağınız, Başbakan’ın söylediği tutuklama süreleri konusu hükümetin aklına gelmiş bir düzenleme değil; bir yerde Anayasa Mahkemesi’nin zorlaması oluyordu ve tutuklulukta maksimum sürenin 5 yıla düşmesi için hükümetin hiçbir şey yapmaması yeterli sayılıyordu.

Yolsuzluk suçlamaları öyle “buhar olacağa” benzemiyordu!

Herhalde adına ‘Hayalet operasyon’ demek gerekiyordu. İstanbul’da savcıların 25 Aralık günü başlatmak istedikleri ama önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı ile İstanbul Emniyeti tarafından, sonra da hükümet tarafından engellenen operasyonu herkes hatırlıyordu. Bu operasyon çerçevesinde halen AKP İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan eski Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım hakkında yazılan ama Meclis’e gitmeyen bir fezleke elden ele dolaşıyordu. Benim anladığım, bu soruşturmadan el çektirilen savcı: “Sabah gazetesi ve ATV televizyonuyla onlara bağlı başka medya şirketlerinin devletle, en çok da Binali Yıldırım’ın görev yaptığı bakanlıkla iş yapan üç müteahhit tarafından alınması sırasında kamu zararı yaratıldığı kanısını” taşıyordu. Devam edip etmediğini bile bilmediğimiz bir soruşturmayla ilgili ileri geri konuşmak istemem ama benim fezlekeden anladığım, suçlamalar son derece ciddi bulunuyordu. Ayrıca ‘zamanlama manidar’ da değildi; çünkü iddia edilen suçlar 2013’ün yaz ortasından aynı yılın Kasım-Aralık ayına kadar izleniyor ve savcı 25 Aralık’ta da düğmeye basıyordu. Soruşturma kapsamında adı geçenlerden biri de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan olduğu için, tam da bu sebeple hükümet, bu soruşturmanın “AKP’ye karşı darbe girişimi’nin ta kendisi olduğunu” iddia ediyor ve olağanüstü yollara başvurarak bu soruşturmayı engelliyordu. Çünkü iddiaya göre bu soruşturmayla bağlantılı bir savcı, ‘Birkaç güne kadar başbakanı da gözaltına alırız’ bile diyordu. Bir başbakanı gözaltına almak veya ifadeye çağırmak pek mümkün olan bir şey değildi; olacak şey de değildi. (Ama bir başbakanın, bu iddialar karşısında telaşa düşmesi neyin nesiydi? M.Ç.) Okuduğum fezleke bana suçlamaların ciddiye alınması gerektiği izlenimi vermişti. Çünkü bu suçlamalar öyle buhar olup yok olacak şeylere benzememekteydi”[2]

Fetullah Gülen’in gerçek ayarını ve amacını ve Cemaatin din anlayışını, onların resmi sözcüsü sayılan Hüseyin Gülerce şöyle açıklıyordu!

“Hizmet hareketi, bir sivil toplum kuruluşu olarak bu manada demokratik siyasetin hep içinde oluvermiştir. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kurucu mütevelli heyeti içinde yer alan ve halen vakfın onursal başkanı olan Muhterem Fetullah Gülen, 1994’te ilk açılış toplantısında şunu söylemişti: “Türkiye’de ve dünyada demokrasiden geriye dönüş yok…” Bu, dini bir söylem değildir. Tam tersine, Türkiye’yi ve dünyayı doğru okuyan bir kanaat önderinin, Müslümanların, sürekli gelişen demokrasi ile bir probleminin olmayacağı kanaatidir. (Yani Fetullah Gülen İslam’a uyarlı ve Hakka dayalı demokrasiyi değil, halka taparlık ve küresel sisteme hizmetkarlık demokrasisini tercih etmektedir. O.E)

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın faaliyetleri dini değil, toplumsal ve siyasidir. Mesela Abant Platformu bugüne kadar 30 toplantı gerçekleştirdi. Bazılarının konuları şöyledir: İslam ve Laiklik. Türkiye’nin AB’ye Üyeliği Sürecinde Kültür, Kimlik ve Din. Türkiye-Fransa Söyleşileri: Cumhuriyet, Kültürel Çoğulculuk ve Avrupa… Küresel Politikalar ve Ortadoğu’nun Geleceği. Yeni Anayasa. Kürt Sorunu: Geleceği ve Barışı Birlikte Aramak (İkincisi Erbil’de yapıldı). Demokratikleşme: 12 Eylül’den AB’ye Siyasi Partiler. Vesayet ve Demokrasi. Aleviler ve Sünniler: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak…(Dikkat bunların hepsi küresel merkezler desteğinde ve onların Siyonist hedefleri istikametinde gerçekleşmiştir. O.E)

Dünyanın 160 ülkesinde açılan Türk okulları da çok şükür, dini, dili, ırkı, mezhebi farklı coğrafyalarda rağbet görüyor? Bu okulların hiçbiri dini okul değildir. Hepsi o ülkelerin eğitim müfredatına göre çalışıyor. Ortak özellikleri, iyi insanlar, dürüst insanlar, barışa sevdalı nesiller yetiştirmek. Bu arada Türkçeyi de dünya dili haline getirerek gönüllü Türkiye lobileri gibi faaliyet göstermektedir. Onun için “Hizmet, hani dini hareketti?” diye menfi algı oluşturma gayretlerinden, bunun için psikolojik harp yöntemleri kullanmaktan vazgeçilsin”[3] 

İyi de, Fetullah Gülen Hoca Efendi 23.11.1995 yılında, Savaş Ay ile yaptığı Röportajda :“Ben Cebrail Aleyhisselâmı çok severim. Onun mübarek ismi geçtiği zaman, gözlerim yaşarır; burnumun direği sızlar. Tabii ki mübarek yüzünü rüyada bile görmediğim bir melektir. Farz-ı muhal, o bile gelse Türkiye'de bir parti kursa, onun partisini dahi desteklemem...”[4] demişti. Ama ANAP’ı da, Ecevit’i de, Recep Bey’i de açıkça desteklemiş ve övgüler dizmişti. Acaba Özal, Ecevit ve şimdi beddua ettiği Recep Erdoğan Beylerin hatırı ve hakkı-haşa-Hz. Cebrail’den daha mı üstündü ki, Sn. Gülen bunları desteklemişti?

Cemaat yazarları “Faka basmanın” telaşını yaşıyordu!

Taraf yazarı Emre Uslu: “camiye uğramam, namaz kılmam; açıkça söylüyorum, ben Cemaatçi değilim!” şeklinde tweet atıp kendini açıklamaya çalışıyor ve bir izleyicinin “Ateist misin?” sorusuna ise “hayır Cuma’ya gidiyorum” karşılığını veriyordu. İyi de Cemaatin perde arkası dayanağı CIA-MOSSAD’tır. Siyonist sömürü düzenine ve Yahudi’nin dünya hâkimiyetine hizmet eden “Ilımlı İslam” kılıflı yapılanmasıdır. Bu bakımdan Yahudi kodamanlardan, Haçlı Kardinal ve papazlara, Ermeni Bartholomeos’dan mason ve ateist yazar ve yorumculara kadar herkes Fetullahcı oluyor, olmaktadır. Ey Emre Uslu, yani kıvırıp kıvranmana, dindarlık maskesini yüzünden çıkarmana falan gerek yoktu; Siyonizm’e hizmet, Adil Düzen’e hıyanet eden herkes, zaten Cemaat zihniyetine hizmet ediyordu!... Düne kadar Erdoğan’a toz kondurmayan, ama şimdi Cemaatin tarafını tutan (Sabatay soylu) Nazlı Ilıcak, Hükümetin internet yasası için: “Bunlar bir yandan yasa dışı dinlemelerle elde edilen Fetullah Gülen’e ilişkin “tape”leri hala sonuna kadar kullanırken, şimdi yasal yollardan dinlenen yolsuzluk konuşmalarının sosyal medyaya yansımasını ve yaygınlaşmasına, (böylece kirli sırlarının deşifre olmasına) engel olmaya çalışıyorlar. Yani amaç “özel hayatın gizliliği” değil, seçime kadar kendileri aleyhine olan bir takım bilgilerin, halka ulaşmasından korkuyorlar!’” diyordu ve doğru söylüyordu. Ama nedense Cemaatin hileli ve çetrefilli girişimlerinden hiç bahsetmiyordu?

Eski AKP Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlunun adı yolsuzluğa bulaşınca, muhalefet kanadı hemen onu suçlamaya, iktidar yandaşları ise aklamaya çalışmıştı. Sonra bir canlı yayında istifasını açıklarken, Başbakan’ı da istifaya çağırınca, muhalifler “dürüst bakan!”, AKP’liler ise “partisine ve liderini satan adam!” demeye başlamıştı. Derken Tayyip Beyden “liderim” diye bahsedip özür dileyerek geri adım atınca bu sefer muhalifler “vicdanını karalayan kaypaktır!” AKP yandaşları ise “hatasını itiraf etmek fazilet sayılmalıdır” temposu tutturmuşlardı. Acaba ölçüsüzlüğün ve yüzsüzlüğün bu denlisi hangi dönemde ve nerede yaşanmıştı?

Birleşmiş Milletler’e bağlı Çocuk Hakları Komitesi (CRC), Vatikan’ı: “Rahiplerin çocuklara cinsel tacizde bulunmasına sebebiyet veren yönetmelikleri, sistematik biçimde hayata geçirmekle” suçlayıp, bu işe bulaşan tüm papazların görevden alınmasını istiyordu.[5] Peki bu durumda, daha önce Vatikan’a gidip, papanın huzurunda saygıyla eğilip “Ben kutsal papalık misyonunun hürmetkar ve itaatkar bir parçasıyım!” şeklinde itiraflarda bulunan Fetullah Gülen, acaba bu mel’anetleri niye hiç gündeme getirmiyordu? AKP Türkiye’si ile İsrail’in hem de Gazze kıyılarında ve Akdeniz açıklarında ortak petrol ve doğalgaz arama konusunda gizli bir anlaşmaya varıldığı konuşuluyor, hatta İsrail-Türkiye arasında bir petrol ve doğalgaz boru hattı bağlantısını ABD Azerbaycan eski Büyükelçisi de doğruluyordu. Bunların Kuzey Irak (Barzani Kürdistan’ından) Türkiye üzerinden Akdeniz’e ulaşacak petrol’ün, bir şekilde işlenmek üzere İsrail’e aktarılmasının bir kılıfı yapılacağı da diplomasi kulislerine sızıyordu. Kamuoyuna karşı “Güneyimizdeki bir ülkenin hatırını ve çıkarlarını kolluyor!” diyerek Fetullah Gülen’i açıkça adını veremediği İsrail’i kollamakla suçlayan Recep T. Erdoğan’ın perde arkasında İsrail’e yaranma ve ortak yatırımlar yapma gayreti ayarını gösteriyordu.

MOSSAD’ın MİT aşkı!

13 Haziran 2013’te, özel uçağıyla ve ani bir kararla Türkiye’ye gelen MOSSAD Başkanı Tamir Pardo, MİT Başkanı Hakan Fidan’la üstelik “istihbarat paylaşımı” konusunda gizli görüşmeler yapmıştı. Hani bu AKP iktidarının İsrail’le arası açıktı? Hani kahraman Recep Erdoğan İsrail’i hiç takmaz ve hesaba katmazdı? Hani bu MİT Başkanı “İran’cıydı?” ve bu yüzden İsrail ona karşıydı? Peki, aynı Siyonist ve terörist başı tam da bugünlerde, yine ülkemizde ne aramaktaydı? Zaten Reuven Shiloah adlı Siyonist, İsrail’in kurucusu David Ben Gurion’un talimatıyla 1946 yılında İstanbul’a gelip, İstiklal caddesindeki Mısır Apartmanının üçüncü katında MOSSAD’ın hazırlık çalışmalarını yapmıştı. İsmet İnönü Başbakandı ve Yahudi sever masonlar kilit noktalardaydı. Nihayet 18 Eylül 1947 yılında, İsrail’in dış istihbarat ve terör işlerini yürütecek olan “Ha-MOSSAD Le-Modiin U-Le Tafkidim Meyuhadim-İsrail istihbarat ve özel Hareket Enstitüsü” resmen tamamlanmıştı. AKP döneminde MOSSAD Başkanlarının hep İstanbul’a gelmesi ve MİT Başkanını ayağına getirtmesi de, herhalde anlamlıydı?

“İslami hareket kendi büyüsünü kendi elleriyle bozdu” yazısında: “Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de farklı İslami cemaatler, gruplar ve şahsiyetler arasında anlaşmazlıklar, rekabetler, ayrışmalar vb. yaşanmış ama bunların hiçbiri kapsamlı bir çatışmaya dönüşmemişti. Çünkü bu İslami yapılanmaların tümü asıl tehdidin, rejimden (devletten) ve onun himayesindeki sivil kesimlerden geldiğini görüyor (veya öyle düşünüyor), buna bağlı olarak aralarındaki çelişki ve sorunları geri plana itiyorlardı. 17 Aralık 2013 tarihinden itibaren alenileşen Fetullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaş bu bakımdan cumhuriyet tarihinde bir ilktir. Şu anda zaten her iki tarafa da fazlasıyla zarar vermiş olan bu savaşın orta ve uzun vadede sadece cemaat ile AKP değil genel olarak tüm İslami camia üzerinde olumsuz anlamda çok daha büyük ve kalıcı tahribatı olacağını öngörebiliriz”[6] diyen Ruşen Çakır, çok doğru tespitlerde bulunuyor, ama zaten AKP’nin de, Cemaatin de İslam’ı yozlaştırmak, Müslümanları şuursuzlaştırmak ve böylece Türkiye’yi ve İslamiyet’i, Batı emperyalizmi için tehlike olmaktan çıkarmak üzere planlayıp parlatıldığını, ya hala göremiyor veya gizlemeye çalışıyordu.

“İntihar ediyoruz!” Feryadı yükseliyordu!

“Şu can yakıcı soruya hep beraber cevap arayalım: Neden Müslümanlar aralarındaki ihtilafları tolere edemiyor, ortaya çıkan sorunları İslam dairesi içinde kalarak çözemiyorlar? Yüce Allah, ihtilafları çözmek üzere “kitap” indirmedi mi, peygamber göndermedi mi? Müslümanlar Kitaba ve Sünnet’e inanmıyorlar mı, yoksa inandıkları, dilleriyle takrir ettikleri halde amel etmiyorlar mı? Bu basit bilgiyi bilmiyor muyuz? Kabul edelim ki, iyi bir sınav veremiyoruz. İktidar ateşi öylesine yakıcı ki ne kadar uzağında kalmaya çalışırsanız çalışın, harareti size de dokunur”[7] diyen Ali Bulaç, ya gerçeği ketmediyor (gizliyor) veya cehalet sergiliyordu. Çünkü hem AKP’nin kuruluş programında ve amaçlarında; hem de Cemaatin yapılanmasında ve dış bağlantısında; ne Kur’an’a, ne Resulüllah’ın kurallarına uymak ve uygulamak gibi bir gayeleri de, gayretleri de olmadığını Ali Bulaç bilmiyor muydu?

“Gelelim AKP’nin içeriden çökmesine… Geçmişte merkez sağın sıkça yaşadığı şekilde AKP’nin ‘siyaseten’ bölünmesinin zemini bulunmadığına göre karşımızda birbiriyle de ilişkili olan üç muhtemel araç var demektir: 1- Bir ekonomik krizin çıkması, 2- Hükümetin altından kalkamayacağı bir yolsuzluğa bulaşması, 3- Uluslararası politika açısından gayri meşru bir işe kalkışması. Birçokları için şaşırtıcı olabilir ve belki de tamamen tesadüftür ama bugün AKP her üç durumla da aynı anda karşı karşıyadır”[8] diyen Ermeni Zaman yazarı Etyen Mahçupyan, artık AKP iktidarının dağılmasını kaçınılmaz görüyordu.

Tam bu süreçte medyaya taşınan ve TV Ekranlarında tartışılan iddialara göre, Fetullahcı derin yapının ve cemaat ajanlarının (bunlar Başbakan ve kurmaylarının tanımları…) AKP’nin Kızılcahamam kampında ve başka programlarında, birçok milletvekilinin yatak odasına ve banyosuna özel ve gizli kameralar yerleştirip çirkin kayıtlar yaptıkları ve bunları şimdi AKP’den koparmak için şantaj aracı olarak kullandıkları konuşuluyordu. İşte mübarek ve muhterem Cemaatin iç yüzü buydu.

Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, koyu hükümet yandaşı ve şimdilerde Cemaat karşıtı Rasim Ozan Kütahyalı’ya, Cemaatin bankasından 3.7 milyonu ne karşılığı aldın? Diye sıkıştırıyordu!

“Aldın mı böyle bir kredi? "Paralel yapı"nın bankası; "Al oğlum sana 3.7 milyon lira, git kendine villa ve tekne al" diye kredi verdi mi? Verdiyse hangi hizmetine karşılık olarak verdi o 3.7 milyon liralık krediyi... "Paralel yapı"yla savaş öyle laf ola beri gele olmaz. Savaş yapacaksan... Önce adamların bankasından kredi alıp almadığını açıklayacaksın.  Ardından krediyi hangi hizmete karşılık aldığını ortaya koyacaksın. En sonunda da aldığın krediyi "paralellerin bankası"na iade edip aklanacaksın… Hadi bakalım "savaşçı Şebelek"... Görelim bakalım ne kadar savaşçıymışsın”[9] çağrısı hala yanıt bekliyordu.

Recai Kutan’ın başkanı olduğu ESAM konferanslarına katılıp kahramanlık satan Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan “AKP biterse İslam alemi çöker!” diye zırvalıyordu!

“Yeni Şafak gazetesi yazarı ve AKP yalakası Yusuf Kaplan ise hızını alamayıp, 'cemaati uyarıyorum' diyor ve İslam dünyasının önündeki 3 büyük tehlikeyi şöyle sıralıyordu: Birinci olarak Mısır'ın düştüğünü hatırlatıyor, ikincisi İran'ın da Ehl-i Sünnet omurgasını çökertme ve Türkiye'nin yerine geçirilme amacıyla dış güçler tarafından kışkırtıldığını iddia ediyor, üçüncü ve en önemli tehlike olarak da Türkiye'nin düşmesini gösteriyordu. Böylece Yusuf Kaplan AKP’nin zarar görmesini Türkiye’nin çökmesi olarak değerlendiriyordu. Böylece Türkiye düşerse, yani AKP tökezlerse İslam dünyası da düşer diye çırpınıyor, bu yüzden cemaate aklını başına almasını öğütlüyordu[10] 

Çuvaldızı her iki tarafa batıran Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan ise, Cemaat ve AKP dışında yeni oluşumlar bekliyordu.

“İktidar ile Cemaat kıran kırana savaşta, taraflar tüm kozlarını sahaya sürüyordu. Savaşın her iki tarafa da verdiği zarar, hemen herkesin ortak görüşüydü. Zaman yazarı Alkan, yazısında kavgaya tutuşan güçlerin aldığı hasarı yazıyordu. Dinleme kayıtlarını kimin tuttuğunu, kimin servis ettiği konusunda; eğer içlerinde Hizmete nispetlendirilecek bir ferd-i vahid bile çıkarsa, mesele (cemaat açısından) usulden kaybedilmiş demektir. Herhangi bir siyasi heyetten birilerinin velev ki yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmış olması, bir noktada anlaşılabilir bir haldir fakat tamamen gönüllü bir ahlâk ve feragat hareketine mensup olanlardan birisi bile, siyasi üstünlük kurmak için şüphelileri gizlice dinlemişse tuz orada kokar. Bu asla mazur görülemez, gösterilemez. Başbakan'ı tasfiye etmeyi düşünen gücün (büyük ihtimal dış güç olabilir), Türkiye'nin yakın geleceğinde İslâmî birikimi devre dışı bırakırken bir taşla iki kuş vurmayı hesapladığını düşünüyorum. Zira  şu anda Demokrasi'nin İslâmi yorumunda fikir ve enerji sahibi durumundaki iki büyük damarın, yani Hizmet'in ve AKP etrafındaki kuvvenin çatıştırılarak itibar kaybına uğraması, hayli “derin” bir siyasi aklın varlığına işaret ediyor. Hizmet hareketi keşke, böyle bir denklemde hiç yer bulmamış olsaydı. Gerilimin hükümet tarafı ise nazarımda meşruluğunu kaybetmiş bir heyettir. Hükümet bütün enerjisini ve ümidini 30 Mart seçimlerine bağladı; seçimleri kazanırsa “Yolsuzluk yoktur” kanaatini ispat edeceğini hesaplıyor. Yolsuzluklar sandıkta aklanmaz. Bu raddeden sonra Başbakan, nefsi feragat gösterip çekilse bile partisine gidecek menzili bırakmadı ve âdeta büyük emekle ciddi bir siyasi kurum haline getirdiği partisini şahsi kavgası için rehin tutmayı tercih etti. Mağlubiyeti kabullenerek donanmasını kurtarma şansı varken, konuyu “benden sonra tufan” noktasına taşıdı. Türk siyasetinin yeni yükseleni hürriyetçi ve laik bir ana fikir olacaktır. AKP benzeri bir kuruluşun bana göre muvaffak olma ihtimali, bizzat AKP tarafından imha edildi” diyerek baltayı taşa, hatta kendi başlarına vurduklarını itiraf ediyordu.

Zaman yazarı Ali Ünal ise tam 4 yıldır “AKP-Cemaat kapışmasının” sinyallerini veriyordu!

-Sayın Başbakan, "Ustalık dönemi" diyerek önemli vaatlerle yeniden iktidardadır. Fakat böyle bir dönem ve vaatler, insanı bocalatır. (12 Eylül 2011)

-1950'den bu yana kirli iktidarlar veya dönemler 10 yılı aşamadığı gibi... Kış içinde yalancı bahar, fecr-i sâdıktan önce fecr-i kâzip mahiyetindeki iktidarlar veya iktidar sahipleri de 10 yılı aşamadı. (5 Mart 2012)

-Türkiye için 2012 yılı ve daha sonrası, imtihan süreçlerinin en çetinlerinden biri olma mahiyeti arz etmektedir. Dökülmeler olacak, tasfiyeler yaşanacak, yola devam edebilenler de edecektir. (23 Ocak 2012)

-Cemaat'e düşman bütün çevrelerin hedefi, mevcut iktidarın en önemli tabanı ve destekçisi olarak gördükleri Cemaat'i bu iktidara ezdirmek, sonra da bu iktidarı yıkmaktır. (28 Mayıs 2012)

-Hadiseler tam bir turnusol kâğıdı fonksiyonu görüyor. Birbirlerine zıt gibi görünen daha kimlerin bir araya geleceklerini ve bunlara daha kimlerin katılacağını hep beraber göreceğiz. (28 Mayıs 2012)

-Gayrimeşru muhabbet, sevilenin acımasız muamelesine mahkûmdur. Çok korkarım ki, eğer tedbirler hakkıyla alınmazsa, Türkiye'nin ufkunda yine tam veya eksik darbe teşebbüsleri, hatta darbeler görünüyor. (24 Eylül 2012)

Acaba Ali Ünal’ın bu tahminleri ve beklentileri, bir feraset ve keramet duygusu muydu, yoksa “kendilerinin planlayıp uyguladıkları bir projeyi, dolaylı deşifre etme kurgusu” muydu?

Eski Ergenekon hâkimi şok itiraflarda bulunuyordu!

5 yıl uzatılan ve sanıklarının çoğu ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan, Ergenekon davasının ilk hâkimi Köksal Şengün'den bomba açıklamalar gelmişti. Yargılama sürecinde bir dizi hatanın yapıldığını itiraf eden Şengün, Sıkıyönetim Mahkemelerindeki hâkimlerin bile daha demokrat olduğunu söylemişti. Şengün'ün itirafları bunlarla da sınırlı değildi. Şengün, Ergenekon iddianamesini tam olarak okumadan karar verdiklerini itiraf etmişti. "Okuduk desek yalan söyleriz. Şimdi olsa gerekli incelemeyi yaptığım için birçok yönden o iddianameyi geri çevirirdim!" diyen Hâkim Köksal Şengün, bunları T24’ten Hazal Özvarış’la yaptığı röportajda dile getirmişti.

Ergenekon davasında hukuk dışı bir yol izlendi. Yanlışlıklar çok. Yalnız kararın gerekçesi ortaya konmadığı için fazla detaya girmek mümkün değil. Bazı araştırmaların yapılamadığı kanaatindeyim. Örneğin, o CD’lerin incelemesi yapılmadı. Ben ayrılmak zorunda kaldığımda savunmalar devam ediyordu, benden sonraki gelişmeleri bilmemekle beraber söylüyorum bunları. Ceza davalarında savunma bittikten sonra delilleri okursunuz, daha sonra avukatlar delillere itirazlarını koyar. Mesela “Evde yapılan aramada şunlar şunlar bulunmadı” gibi tutanaklara karşı itirazlar yapılır. Bu itirazların giderilmesi için tutanakta imzası olan kişilerin bir kısmının huzurda dinlenmelerinde fayda var. Böylece hem kişi “nasıl, niçin düzenlendi” diye sorar, hem de gerektiğinde mahkeme de, savcı da soru sorar. Ancak şimdiki gelişmeler de gösteriyor ki, bu deliller irdelenmemiş. CD, e-mail gibi dijital nitelikli deliller konusunda çok fazla bilgi sahibi değilim. Ancak öğrendiğim kadarıyla, bir bilgisayarınız veyahut akıllı telefonunuz varsa bombanın üzerinde oturuyorsunuz demektir. Yani bunlara herkes el atabilir, ben bunu öğrendim, sizden habersiz bazı şeyler yüklenebilir, istenilen tarih atılabilir... Dürüst olmayan insanların elinde çok kötü bir silah olarak kullanılabilir bu aletler, nitekim de kullanılıyor, işte yaşadık görüyoruz. Bana göre yeterli bir araştırma yapılmadı bu konuda.”

Eski yasamızda da DGM’lerde askeri hâkimimiz vardı. 1999’da onu çıkarttık, tamamını sivil yaptık. “Askeri hâkimler komutanın emrinde çalışır” derler ama gördüğüm kadarıyla bizden daha rahattılar, daha demokrattılar. Yani daha objektif kararlar veriliyordu. Oysa bana göre, ‘Ergenekon'da örgüt yoktu, bıraksan birbirlerini ısırırlardı!’ Düşünün, benim baktığım davada içeri alınan insanların hiçbiri birbirini tanımazdı. Nerededir bu örgüt? Bir örgütü devlet bulur. Devlet der ki size; “Bu örgüt şu eylemleri yapmıştır, silahlıdır.” Biz de ona göre “silahlı örgüt” deriz, “silahsız örgüt” deriz. Bizim önümüze koydukları torbanın içine herkesi atmışlar, yan yana bıraksan birbirlerini ısırırlar bunlar. Öyle insanlar var ki içerisinde, birbirlerine kurşun atarlar. Ben bu kadar örgüt davasına baktım, bu şekilde (suni ve sahte)  oluşmuş bir örgüt görmedim. Yok yani, yok!”

Düğmeye Amerika’da basılıyordu.

Bütün tezgahların arkasında ABD'nin NATO ülkelerinde kurduğu Gladyo vardır. Cemaat de CIA ve MOSSAD’ın maşasıdır. Bu Grossman-Edelman Yahudilerinin liderliğindeki kirli yapıdır! Bugün Gülen ile Erdoğan ve Gül arasında arabuluculuk ve mektup alışverişi görevini yapan Fehmi Koru, 28 Ocak 2008'de Kanal 7'de ve 2 Şubat 2008'de Yeni Şafak'ta şunları yazmıştı. "Operasyonun düğmesine 5 Kasım 2007'de Washington'da, Oval Ofis'te Bush-Erdoğan görüşmesinde basıldı." Bu tertibin merkezinde ABD'nin olduğunu tek başına gösteren yeterli bir kanıttır. Nitekim düğmeye basıldıktan ve Erdoğan Türkiye'ye döndükten sonra, Ocak 2008'de ilk ciddi tutuklama dalgası başlamıştır.

Eski FBI ajanı Sibel Edmonds'a göre eski ABD Büyükelçileri Grossman ve Edelman ile onlara bağlı eski MİT Kont terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Türkiye'deki oluşumun en önemli elemanlarıydı. (Vatan, 3 Ağustos 2009) Ergenekon tertibi sırasında bu liderliğe bağlı 35 kişilik bir CIA ekibinin Türkiye'ye geldiği ve işleri koordine ettiği ortaya çıkmıştır. Hatta Wikileaks'in yayımladığı ABD kriptolarında Emniyet'teki bir ekibin kendilerine rapor verdiği anlaşılmıştır.

İsrail'de yetiştirilen ekip iş başındaydı!

Yavuz Donat daha 11 Temmuz 2003'te Sabah gazetesinde, bu örgütün: "Doğrudan Başbakan'a bağlı. İçişleri ve Adalet Bakanlarının bilgileri dâhilinde. Bütün 'iç güvenlik birimleri' de bu organizasyonun içinde. Çalışmalar gizli." olduğunu yazmıştır. Erdoğan'ın eski yardımcısı Abdüllatif Şener 18 Kasım 2009'de Show TV'de örgütü şöyle açıklamıştı: "Dinlemeleri bizzat Erdoğan'ın haberdar olduğu bir ekip yönetiyor. TİB'deki düzenlemeleri odacısına kadar Ulaştırma Bakanı ile birlikte yaptılar. Ekipler İsrail'de özel olarak yetiştirildi." Bu örgütün Emniyet ve Yargı içinde de birimleri vardır. Bugün iktidar hırsıyla çarpıştıkları için "gizli örgüt" diye sataştıkları Fetullah Gülen Cemaati üzerinden yapılandırılmıştır.

Koalisyonun gazetesi: Taraf

Örgütün basın ayağında ise Taraf yazarları ve Aslı Aydıntaşbaş çok özel bir rol oynamıştır. Özellikle Taraf gazetesi, Ergenekon tertiplerinde kullanılmak üzere çıkarılmıştır. Nitekim yandaş kalemşorlardan Nuh Gönültaş, bu gerçeği içeriden bilenlerdendir ve 17 Aralık 2012'de sosyal medyada şöyle anlatmıştır: "Taraf gazetesi Ergenekon için kurulan bir koalisyon için yayıma başlamıştır. Koalisyon kurulurken yapılan pazarlıkların çok çetin geçtiğini yakından biliyorum. Taraf'ın yaptığı yayınları hiç kimse yapamazdı. Özel bir görev yaptı."

Sonuç: Ya Milli ve Adil bir Düzen kurulacak, veya ülkemiz parçalanacaktı!

E. Tümgeneral Beyazıt Karataş’ın itirafı: Pentagon bizi ‘Ulusların parçalanması’ kitabıyla karşıladı! Türk Askeri heyeti 2004’te dönemin ABD Savunma bakanı yardımcısı Wolfowitz’e, PKK’ya karşı neden harekat yapmadıklarını sorduklarında “PKK’yı kast ederek ‘Kürtlere söz verdik’ yanıtını almışlardı. Türk Askeri Heyeti 2004 yılında Pentagon'da dönemin ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz ile bir çalışma yemeğinde buluşmuşlardı. ABD'nin PKK'ya karşı neden herhangi bir harekât yapmadığı sorulunca. Paul Wolfowitz ise, etrafında oturanlara bakarak ve ağzından kaçırıyormuş gibi yaparak "Kürtlere söz verdik" şeklinde küstahlaşmıştı. Balyoz davasından 16 yıl hapis cezası onanan emekli Tümgeneral Beyazıt Karataş, ABD'de Silahlı Kuvvetler Ataşeliği görevi sırasında tanık olduğu çarpıcı olayları aktarmıştı.

'Yılanı deliğinden çıkarmayacaksın'

"2004 yılında Pentagon'u ziyarette bulunan Türk Askeri Heyeti'ne verilen bilgilendirme sırasında, Eric Edelman'ın Pentagon giriş kapısındaki karşılama esnasında sol elinde tuttuğu ve daha sonra toplantı odasındaki masanın üzerine koyduğu kitap bu arada dikkatimi çekmiştir. Pentagon resmi fotoğrafçısı tarafından çekilen 'Balyoz Tertibi' dava dosyasına giren fotoğrafta da kitaba dikkatlice baktığım görülmektedir. Eric Edelman'ın elinde taşıdığı Milli Savunma Bakanı'nı karşılamaya gelirken ofisinde bırakmak yerine yanında bulundurduğu ve toplantı salonunda dikkatimi çekecek şekilde masanın üzerine bıraktığı kitap, 7 Ocak 2004 tarihinde birinci baskısı yapılan 'The Breaking of Nations-Ulusların Parçalanması' isimli Robert Cooper tarafından yazılan bir kitaptır. Fakat kitabın yazarı olan Robert Cooper'ın ABD politikalarının tespit edilmesinde yer alan önemli isimlerden biri olması, kitabın özetle 21'inci yüzyılda süper güçlerin karşılaşacağı sorunları anlatırken ülkelerin parçalanmasından da bahsetmesi dikkat çekici bulunmaktadır. BOP'un dile getirilmesi, ülkelerin sınırlarının değişeceğinin ifade edilmesi, BOP Eş Başkanlarının belirlenmesi tarihlerine dikkat edildiğinde, kitabın basıldığı tarih ve konusu önem taşımaktadır.

Çinli yetkiliden ABD uyarısı

Emekli Tümgeneral Beyazıt Karataş cezaevinden yolladığı mektubunun bir bölümünü Savunma Sanayi konularına ayırmış. 2009'da Suriye ile imzalanan Türkiye-Suriye İşbirliği Anlaşması'yla iki ülke arasındaki askeri ilişkilerde önemli gelişmeler yaşandığını anlatırken, ABD'nin bu ilişkiden büyük rahatsızlık duyduğunu vurgulamıştı. Çin'den Uzun Menzilli Füze Alımı konusunda da ABD'nin rahatsız olduğunu hatırlatan Karataş, 2007-2009 yılları arasında Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı olarak Pekin'e gittiğinde, Çinli bir yetkilinin kendisine "Eğer Türkiye bu füzeleri almaya kalkarsa ABD bunu size aldırmamak için her türlü engellemeyi yapacaktır" dediğini hatırlatmıştı. Karataş, ABD'nin asıl hedefinin TSK’nın önderliğinde savunma projelerindeki yerlilik oranının yıllar içinde artış göstermesini engellemek olduğunu anlatmıştı.

‘TSK’ya karşı operasyonlar NATO’nun yeni konseptiyle başlamıştı’

Emekli Tümgeneral Karataş, mektubunda Türkiye ve TSK'ya karşı yürütülen operasyonların amaçlarına da değinerek, şunları sıralamıştı:

- Türk Devriminin ve Cumhuriyet değerlerinin yok edilerek ulus devlet direncinin kırılması,

- Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti yerine bir İslam devletinin kurulması,

- Bunların sonucunda ülkenin parçalanmasıdır.

- Türkiye'nin parçalanmasına kadar gidecek süreç içerisinde TSK'ya karşı yürütülen iç ve dış destekli saldırıların;

- Terörist başının 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya'nın başkenti Nairobi'de bulunan Yunanistan Büyükelçiliğinde saklanırken yakalandığı ve 16 Şubat 1999 tarihinde Türkiye'ye teslimi ile başladığı,

- 01 Mart 2003 tarihinde Irak Tezkeresinin TBMM'de reddedilmesi ile hızlandığı,

- ABD'nin Irak'ı işgali ile azıttığı,

- 04 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye'de bulunan Türk Özel Kuvvetleri personelinin ABD askerleri tarafından tutuklanması ile düğmeye basıldığı,

- ABD Başkanı Bush'un BOP'u açıklaması,

- ABD Dışişleri Bakanı Rice'ın siyasi haritaların değişeceğini belirten beyanı,

- BOP Eş Başkanlarının açıklanması,

- Arap Baharı veya Arap İsyanları'nın başlaması ile bu sürecin devam ettiği şeklindedir.

Benim şahsi düşüncem;

- Atatürk Cumhuriyeti'ne, gerçek Türk aydınlarına ve TSK'ya karşı yürütülen operasyonların terörist başının yakalanması veya 01 Mart 2003 tarihli Irak Tezkeresinin reddedilmesi ile değil, 1990 yılında 'Soğuk Savaş'ın sona ermesi ABD ve NATO'nun yeni konseptlerini açıklaması ile başladığı şeklindedir. 1991 yılında ABD önderliğindeki Koalisyon Güçleri'nin Irak'a karşı başlatılan harekâta Türkiye'nin katılımı konusunda dönemin Cumhurbaşkanı ile ters düşerek istifa eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay'ın onurlu duruşunun, ABD'nin TSK'ya karşı 'düşmanca yaklaşımında' önemli bir yer tuttuğu unutulmamalıdır."

Burada Sn. E. Tümgeneralin bazı çelişkilerini ve yanlış düşüncelerini düzeltmemiz gerekiyordu:

1-   Sn. General, hala TSK’ya, ve topyekun yurdumuza ve halkımıza kasteden güçlerin ABD’nin derin devleti olan Yahudi Lobilerinin ve İsrail’in adını vermekten bile acaba niye sakınmaktadır.

2-   Bu sinsi ve Siyonist güçlerin “laik ve demokratik hukuk devleti yerine bir İSLAM devleti kurmak istedikleri” kanaati, temelinden yanlıştır, sadece bir ön yargı ve saplantıdır. Çünkü Sn. generalin de belirttiği gibi 1990’da soğuk savaşın sona ermesi ardından NATO yeni bir konsept belirlemiş ve yeni düşman olarak komünizmin yerine İslam’ı koyduklarını, resmi yetkililer açıklamıştır.

O halde, ABD, AB ve İsrail’in Türkiye’de mevcut rejimi yıkıp İSLAMİ bir düzen kuracaklarına inanmam tam bir safsata ve saptırmacadır. Bu şeytani merkezler, ılımlaştırılmış ve yozlaştırılmış İslam kılıflı yeni bir sömürge sistemi kurmak için çırpınmaktadır! Velhasıl gerçek İslami esaslara, ilmi ve insani kurallara dayalı bir ADİL DÜZEN ise mutlaka kurulacaktır;  bu ülkemizin de, mazlum milletlerin de tek şansıdır.

 

--

Nisan 2014 - Milli Çözüm Dergisi



[1] Star / Nasıl Sonuçlanabilir? –Mahir Kaynak / 08 02 2014

[2] Hürriyet / İsmet Berkan / 05 02 2014

[3] Zaman / 31 01 2014 / Hüseyin Gülerce

[5] BBC Türkçe internethaber / 05 02 2014

[6] Vatan / 06 02 2014

[7] 06 02 2014 / Zaman

[8] 06 02 2014 / Zaman

[9] 06 02 2014 / Hürriyet

[10] 07 02 2014 / Yeni Şafak

Yorum Yaz