Aralık 04 10:00

MİLLİ GÖRÜŞ VE ORDU!

MİLLİ GÖRÜŞ VE ORDU!

MİLLİ GÖRÜŞ VE ORDU!

Erbakan Hocamız’ca defalarca ve çok önemli ortamlarda dile getirilen ve aslında levha halinde yazılıp asılması ve üzerinde kafa yorulması gereken şu vecizeleri, maalesef yeterince anlaşılmış değildir:

“Bir kimse Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan; Kosova’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan; Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, Sultan Fatih olup atını denize sürmeden; Kanuni olup şanlı ordularıyla Avrupa’nın içlerine yürümeden… (Çanakkale’de) Seyit Çavuş olup 250 kiloluk mermiyi “Ya Allah!” diyerek namluya sürmeden… Bir insan (Kutlu Kurtuluş Savaşımızın ilk büyük zaferi sayılan ve Mustafa Kemalin komutasında yapılan) Sakarya’nın siperlerine girmeden ve (bizzat kendisinin büyük bir dirayet ve cesaretle tarihi hareket ve çıkarma emrini verdiği) Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden, Milli Görüş’ün ne olduğunu anlayamaz!” sözleri, kahraman ordumuzun değerini ve Milli Görüş düşüncesini ne güzel ifade etmektedir. Şanlı Kurtuluş Savaşımızı ve Kıbrıs çıkarmamızı yapan askerle; Malazgirt’ten, Kosava’ya, İstanbul’un Fethinden Mohaç’a, tarih boyunca destanlar yazan ecdadın aynı ruh ve şuura sahip oldukları da veciz bir şekilde belirtilmektedir.

Bu tarihi ve talihli ifadeler:

1-    Milli Görüşü anlamak için asker ruhuna ve cihat (yani Milli Savunma, hak ve adaleti hakim kılma) şuuruna sahip olmak gerektiğini.

2-    Çünkü Malazgirt’te, Kosova’da, Niğbolu’da, İstanbul’un Fethi sırasında, Mohaç’ta, Çanakkale destanında, Sakarya’da ve Milli Kurtuluş savaşında ve nihayet şanlı Kıbrıs çıkarmasında başkalarının değil, bizzat kahraman askerlerimizin zalim güçlerle mücadele ettiğini.

3-    Ve zaten Hz. Peygamber Efendimizin İstanbul’un Fethini müjdeleyen hadis-i şerifin de, Sultan Fatih’e işaret ederken aslında Türk askerini ve onun inançlı ve liyakatli komuta kademesini överek zikrettiğini

4-    Böylece hem Efendimiz Aleyhissalatü vesselamın, hem de Aziz Erbakan Hocamızın bizim “Ordu-Millet” gerçeğimize işaret ve beşaret ettiklerini açıkça bildirmektedir.

5-    Erbakan Hocamızın yukarıdaki sözleri, aynı zamanda “Mademki Milli Görüşü en iyi anlama yeteneğine ve yetişme geleneğine sahip bulunan, herkesten ve her kesimden önce “vatanı ve kutsalları için fiilen mücadele eden ve zaten bu düşünce ve disiplinle eğitilen” kahraman askerlerimizdir. Öyle ise “Yeniden büyük Türkiye”nin ve Adil bir Düzenin ihyası da herhalde ve öncelikle askerlerimizin gayretiyle gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.

6-    Ve zaten, ülkemizin de yarısını kendi sınırları içinde sayan “Arz-ı Mev’ud-Yahudilere vaad olunan topraklar” hedefine odaklanan Siyonist Merkezler (ve onların güdümündeki ABD ve AB) bu şeytani projelerinin önündeki en büyük engel olarak ordumuzu gördüklerinden, malum 28 Şubat darbesini: “Erbakan’ın kökünü kurutmak ve TSK’yı etkisiz ve yetkisiz bırakmak” üzere tertipledikleri, feraset ehlince gözlenen ama özenle gizlenen bir gerçektir.

7-    Erbakan Hoca’nın yukarıdaki tespitlerini bu şekilde tahlil ve tefsir etmemizi sindiremeyen ve bu hikmetleri bugüne kadar sezip fark edemeyen kimselerin, dar çerçevede ve kapalı odalar içerisinde yapacakları tenkit ve itirazlar hiçbir öneme ve değere haiz değildir; çıkıp bu yorumlarımızın yanlışlarını ve çarpıtılmış yanlarını ortaya koymaları gerekir. Çünkü Erbakan sayesinde makam ve menfaat sahibi olmak ve uzun yıllar maaş ve mevki hatırına yanında bulunmak başka şeydir. Onu anlamak ve inanmak ve bunlar uğruna her türlü fedakarlığı göze almak ise çok daha başka şeydir.

İşte 05 Haziran 2001 Milli Gazete’nin Yıldızlı yazısı: Asker ve Milli Görüş!

Türkiye’de en iyi anlaşması gereken iki kesimden söz ediyoruz: Asker ve Milli Görüşçüler! Baştan belirtelim ki, bu yaklaşım bazılarına “itici” gelebilir. Bazılarının “bıyık altından gülümsemesine” yol açabilir. Fakat bütün bunlar gerçeği ve olması gerekeni asla değiştirmeyecektir. Önce bu görüş “bazıları”na niçin “itici” gelebilir, onu düşünelim. Çünkü bu “bazıları” Türkiye Cumhuriyeti’nin “mürtecilik” diye bir problemi olduğunu kabul etmektedir. Oysa Bizim milletimiz hamdolsun bugün, İslâm’ı en iyi anlayan bir millettir. Ve bu millet, dininin kendisini geri götürmeyeceğini, bilâkis ülkesini dünyanın en ileri, en medeni, en müreffeh ülkesi haline getirmenin dini bir vecibe olduğunu bilmektedir.. Böyle bir şuurun Cumhuriyet Türkiyesi için “tehlike” arz etmesi safsatadan başka bir şey değildir. Ama o “bazıları” kendi çıkarlarını sürdürmek için en iyi yolun “Millet-Devlet kavgası”nı kışkırtmak olduğunu düşünmektedir. Doğrudan doğruya İslâm’ı, Müslüman’ı zikretmezler. Bir irtica yargısıyla propagandalarını sürdürürler. “Tehlike” olarak ortaya koydukları, Anadolu’nun örtülü kadınının büyük şehirlerde de kendi tarzıyla hayat sürmesi, başörtülü kızın üniversiteye gitmesi, İmam Hatip Lisesi’ni bitiren evladımıza devlette görev verilmesi gibi son derece doğal ve insani olan şeylerdir. Bu saydıklarımızın bugüne değin, hiçbir terör işine, yolsuzluk, vurgun, talan pisliğine bulaşmamış olmaları bu “bazıları” için her hangi bir anlam ifade etmez. Onlar yine de hoyrat, düzmece raporlarıyla çeşitli kesimleri etkilemek peşindedir.

Bu ülkenin gerçek değeri olan Milli Görüş’le askeri cenahın, birbirini en iyi anlayan, hatta birbirini tamamlaması gereken iki cüz olduğunun belki binlerce karinesi vardır. Ancak bugün bir örnek vermekle iktifa edeceğiz. Aydınlık’tan Uğur Yıldırım’ın sorularını cevaplayan emekli Hava Korgeneral Aslan Öner 34 askerimizin şehit olduğu CASA olayını değerlendirirken, söz dolaşıp Kuzey Irak’a, oradan da Kıbrıs’a geliyor. Sayın Öner, Ecevit’i kastederek “Sen ne anlarsın harekâttan. Ada’nın yarısını zaten almışız, o ise Amerika istiyor diye harekatı durduruyor. Halbuki al tamamını, ondan sonra otur onlarla masaya. Onlar yalvarsın sana yarısını ver" ...diye. doğru bir çıkış yapıyor. İşte 1974’teki O harekat yapıldığında hükümete Milli Görüş ortaktı ve harekatı Ecevit’e rağmen Erbakan başlatmıştı ve bu tarihi gerçeği Rahmetli Rauf Denktaş da İtirafta bulunmuşlardı. Milli Görüş’ün kapsayıcı ve kalıcı bir çözüm için o zamanki ısrarı bugün de herkes tarafından hatırlanmaktadır. Şimdi bu asker hassasiyeti nasıl olur da Milli Görüş’le değil de Ecevit zihniyetiyle paralel zannedilir, anlaşılır şey değildir!

“Burada aşılması gereken problem yerli, milli ve gerçek Türkiyeli olup olamamakla ilgilidir. Şecerenizi çok iyi takip edip Oğuz boylarından geldiğinizi ispat edebilirsiniz. Ama bu toprakları Türkiye yapan imani, tarihi ve kültürel değerlerden uzak düştüğünüzde, ya da onları siyasette bir yere gelmek için engel gibi gördüğünüzde, soy ağacınız hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran zihniyet “Müslüman Anadolu” diyebilen zihniyettir. Kaçak güreşi seven herkesin “bazı çevreler”den kastının ne olduğu çok iyi biliniyor: ASKER! Bu tür savunma ve safsatalar bir bakıma Müslüman Türk’ün askerini “Müslüman Anadolu” gerçeğinin karşısında göstermektir. Daha açık bir ifadeyle, askerin “din düşmanlığı yaptığını” ileri sürmektir. Oysa Siyasi teşekküllere düşen görev, Türkiye’mizi dış güçlerin marifetiyle açılan böyle bir tuzağa itmek değil, çekip çıkarıvermektir; bu toprakları kanlarıyla yoğuran “iman” gerçeğinin ve kahraman askerinin bir tehdit unsuru değil, bilakis kıyamete kadar varlığımızı sürdürmemizin tek garantisi olduğunu göstermektir.[1]

Erbakan’ın Silahlı Kuvvetler ve Savunma Sanayi Çabaları!

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin modernizasyonu ve reorganizasyonu aşağıdaki temel prensipler doğrultusunda yapılmalıdır:

TSK’nın silahaltında tutulan ateş kabiliyeti yüksek, mevcudu gerekli, her kademeye indirilmiş ihtisas sahibi elemanlar ve profesyonel kadrolardan müteşekkil bir konumda bütün vatan sathına yayılmış eli silah tutan ve gerektiğinde savaşa ait her türlü hizmeti yapabilecek inançlı vatandaşlardan meydana gelen bir millet-ordu haline dönüştürülmesi amaçlanmıştır. Silahaltındaki kadrolara sürekli eğitim yaptırılacak, silahaltında olmayanlar da çalışma hayatlarını bozmayacak şekilde zaman zaman modern silahlar ve gelişen konular üzerinde eğitim alıp deneyim kazandırılacaktır.

Silahaltında olan ve olmayan millet-ordunun en belirgin hususiyeti asırlar boyu her zaman olduğu gibi manevi ve maddi eğitim derecesinin en üst düzeyde tutulması olacaktır. Manevi eğitimde şehidi şehit yapan, gaziyi gazi yapan mananın öğretilmesi kaçınılmazdır. Ordunun gayesi ve görevi yurdu her türlü dış saldırı ve tehdide karşı korumak ve savunmak, yurttaki “Hakkı üstün tutan” “Adil Düzen”i yıkıp yerine “Sömürü ve Zulüm Nizamı” kurmak isteyen dış güçlere fırsat vermemek olacaktır. Bunun için aynı gayeyi benimsemiş kardeş Müslüman ülkelerle “Savunma İşbirliği Teşkilatı” yani Müslüman ülkelerini kendi NATO teşkilatını kurmalarına öncülük yapılacaktır.

Diğer Müslüman ülkelerde yapılma imkanı olmayan ve ileri teknoloji gerektiren harp silahlarını ve vasıtalarını Türkiye’de üretip onların da ihtiyaçlarının karşılanması sağlanacaktır. Onların harp silah ve vasıtaları bakımından zulüm düzenini savunan emperyalist ve Siyonist ülkelerle bağımlılıklarının ortadan kaldırılmasına çalışılacaktır. Müslüman ülkeler savunma işbirliği teşkilatına üye bütün Müslüman ülkelerin savunma silah, araç ve gereçleri standardize edilecek, işbirliği ve iş bölümü yapılarak bu ihtiyaçların teşkilata üye ülkelerden karşılanması prensibi esas alınacaktır.

Erbakan'ın Milli İstihbarat tanımı:

Yukarıdaki amacı güden ordu, milleti ve devleti temsil eden siyasi otoritenin emrinde olacaktır. Bunu içtenlikle severek yapacak şekilde bütün ülkedeki eğitim buna göre yeniden ayarlanacaktır. En çok önem verilecek hususlardan birisi de ordu istihbaratının ve milli istihbaratın tamamen milli bir istihbarat olmasıdır. Her ne suretle olursa olsun bu istihbaratların “işbirliği yapıyoruz!” adı altında CIA ve MOSSAD gibi zulüm düzenine hizmeti esas alan emperyalist ve Siyonist maksatlar için kurulmuş olan dış istihbarat teşkilatlarının art maksatlı etkilerine maruz kalmamaları en fazla dikkat edilecek husus olacaktır.[2]

En büyük tehdit ve tehlike, “vatanın işgal edilmesi ve düşman esaretine düşülmesi” ihtimalini hesaba katmamak ve milli savunma (cihat) görevini aksatmaktır!

Amerika’nın, “halkı Saddam'ın zulmünden kurtarıp, ülkeye demokrasi getireceği” bahanesiyle Irak’ı işgal ettiği, bir kısım Iraklının da: “Amerika bizleri Saddam’ın zulmünden kurtardı, halkımıza huzur ve özgürlük getirecek” diye sevindiği haberlerinin yayımlandığı dönemde bir Türk gazeteciyle röportaj yapan Iraklı bir direnişçi şunları anlatmıştı:

“İşgal sürecinde tıp fakültesinde talebeydim, aslında direnişçi değildim, Irak’ın işgaline “Saddam’ın zulmünden kurtulduk, Irak’a demokrasi gelecek!” diye seviniyordum, hatta tankın üzerindeki işgal askerlerine çiçek ve içecek ikramında bile bulunmuştum.”

Peki, neden direnişçi oldunuz? Sorusuna ise: “Bir gün evime gittiğimde, bize demokrasi getireceğine inandığımız işgalci askerlerin babamı ve erkek kardeşlerimi öldürüp, anneme ve kız kardeşime tecavüz ettiklerini görünce afallamış, acı ve alçaltıcı gerçeğin farkına yeni varmıştım. Artık direnişçi olmaktan başka çarem kalmamıştı!”

“Allah yolunda (Adil bir Düzen kurulsun, hazırlıklı ve caydırıcı bir savunma gücünüz bulunsun diye) infak (harcama ve fedakarlık) yapın; ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İhsanlı davranın (Hakkı Hâkim kılma ve milli savunma konusunda oldukça dikkatli ve gayretli çalışın, görev ve sorumluluklarınızı en iyi şekilde yerine getirmeye bakın) Şüphesiz Allah, ihsan ehlini sever (ve mükâfatlandırıp başarıya ulaştırır)” (Bakara: 195)

Erbakan Hocamız Fetih konuşmalarında bu ayeti kerime için şunları anlatmıştır:

Yüzlerce yüksek faziletinin her birisi binlerce mü’mine şefaat hakkı kazandırmaya yeten ve Hz. Peygamber Efendimizi Hicret’te kendi evinde misafir etme ve İslam Devleti’nin kurulma merkezi şerefine erişen büyük sahabi Eba Eyyüp El-Ensari Hazretleri 90 yaşında 6 oğlu ile birlikte dönemin süper gücü Bizans’a karşı İstanbul surları önüne geldiğinde, oklara karşı herkesten önce o atılıyordu. Genç Kumandan: "Ey muhterem ve mübarek Zat, Sen bize Allah Resulü’nün bir hediyesi ve emanetisin, Sizin duanız ve bereketiniz yeterlidir. Niçin bu şekilde oklara hedef oluyorsun ve tehlikeden sakınmıyorsun? Sana birisi isabet ederse, biz ne yaparız? Niçin geride durmuyorsun?" ricasında bulunuyordu. Bunları birkaç kere tekrarladığı halde O’nu durduramayınca, en sonunda “kendinizi tehlikeye atmayın!” ayetini hatırlatıyordu. Ancak Eba Eyyüp El-Ensari Hz.leri Genç kumandana muharebe meydanında şu dersi veriyordu:

"Bak evladım bu ayet indiği zaman sen daha doğmamıştın. Çok uzun ve yorucu bir seferden dönüp evlerimize dağılmak üzere iken, yeni bir gazaya çıkma talimatı verilince bazılarımız: “Hurma bahçelerini havalandırma ve dallarını budama mevsimidir, bunları yaptıktan sonra çıksak olmaz mı?” teklifinde bulununca bu ayeti kerime inmiş ve "Ey Müslümanlar, hurmaların altını havalandıracağız, yapraklarına bakacağız gibi, dünyevi birtakım kaygılarla, hakkı, adaleti hâkim kılmaktan ve herkesin saadeti için çalışmaktan geri durmak suretiyle kendinizi tehlikeye atmayınız. Unutmayın ki asıl tehlike hakkı ve adaleti hâkim kılmaktan geri durmaktır” mana ve mesajıyla bizi uyarmıştı.

“Ayasofya Kilise olacak!” diyen Bartholomeos’a, Hükümet sessiz kalarak, dolaylı destek mi sağlamaktaydı?

Milli Gazete’nin “Papazlar zirvede” manşetiyle gündeme taşıdığı 14 Ortodoks Kilisesinin patrik ve başpiskoposunun İstanbul buluşması, Ortodoksluk Bayramı dolayısıyla ruhani liderlerin katıldığı gösterişli bir ayinle sonlanmıştı. İstanbul’da 6 Mart’taki gövde gösterisine dönüşen buluşma öncesi Bartholomeos’un “Ayasofya ancak kilise olarak açılır, aksi olursa tek vücut oluruz…” küstahlığı hala yanıtsızdı. Aradan geçen süre boyunca hiç bir “resmi ağız”; “Ayasofya İslam’ın mülküdür ve Fethin sembolüdür” deme cesaretinde bulunamamıştı. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un daveti üzerine bir araya gelen 14 Ortodoks Kilisesi’nin patrik ve başpiskoposunun İstanbul buluşması, Ortodoksluk Bayramı dolayısıyla ruhani liderlerin katıldığı ayinle kapatılmıştı. Bartholomeos’un yönettiği ayine, konuk patrik ve başpiskoposların yanı sıra vatandaşlar da katılmıştı. İstanbul’da 3 gün süren toplantıda, 14 Ortodoks Kilisesi’nin patrik ve başpiskoposu, Panortodoks Konsili’nin teolojik ve teknik prosedürlerini görüşüp tartışmışlar, Ekümenik’in fikri ve siyasi altyapısını hazırlamaya çalışmışlardı. Toplantıda, ayrıca Orta Doğu’daki Hıristiyan toplumların durumu da ele alınmıştı. Toplantıya; İskenderiye, Antakya, Kudüs, Rusya, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan patrikleri ile Kıbrıs, Yunanistan, Polonya, Arnavutluk, Çek ve Slovakya otosefal kiliselerinin yöneticileri çağrılmıştı.

Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki katliamlar sonucu 145 bin Müslümandan geriye sadece 900 kişi kalmıştı

Orta Afrika Cumhuriyetinde Fransızların ve suç ortağı gâvurların Müslüman Katliamına şu ana kadar “dur” diyen çıkmamıştı. Dünyanın sessiz kaldığı katliamlara maalesef Müslüman ülkeler de seyirci kalmaktaydı. Son iki ay içinde ülkedeki saldırılarda binlerce Müslüman katledilmiş ve göçe zorlanmıştı. İnsan Hakları İzleme Örgütü(RHW) tarafından yayımlanan rapora göre Orta Afrika’da sadece 900 Müslüman kalmıştı. Bu sayının dört ay önce 145 bin olması Orta Afrika’da yaşanan vahşetin ve şiddetin boyutlarının kanıtıydı. Sözde barış gücü sömürgeci Fransa ise Müslümanları yakalayıp Anti Balaka teröristlerine teslim etmekten başka bir şey yapmamıştı. İşte mazlumlara ve Müslümanlara umut ve güven aşılayacak, zalim saldırganlarda ise korku uyandırıp hizaya sokacak güçlü ve caydırıcı bir “İSLAM SAVUNMA PAKTI”nın hala kurulamayışı ve Türkiye’nin Adil Düzen’i uygulayacak ve Batıl sistemleri devre dışı bırakacak siyasi, iktisadi ve askeri bir DENGE UNSURU konumuna hala ulaşamayışı, bu küstahlık ve katliamlara fırsat ve cesaret sağlamaktadır.

Demokrasi ve insan hakları ihlali gerekçesiyle bir zamanlar kara komşumuz Suriye’ye neredeyse savaş açacak kadar horozlanan Başbakan’ın, Karadeniz komşumuz Kırım’ın işgaline karşı niye sessiz ve takipsiz kaldığı sorulmayacak mıydı? Yahudilerin Filistin’de devlet kurmak üzere yüksek paralarla ve hileli zorbalıklarla aldıkları toprağın tam 2 misli vatan toprağı şu anda yabancılara satılmış durumdadır. Sultan Fatih’in vasiyetnamesinde “Bu aziz ülkenin topraklarının bir kısmını Gayri Müslimlere satanlar Allah’ın, Peygamber’in ve benim lanetime müstahaktır” sözlerini, Cennetmekân Abdülhamit Han’ın Siyonist Theodor Herzl’e “Vatan toprakları kutsaldır, şehit kanlarıyla alınan mübarek topraklar para ile asla satılmayacaktır. Satanlar da alçaktır!” sözlerini… Rahmetli Erbakan Hocamızın 40 gün hastanede yattığı ve sözde talebelerinin Siyonist odakların korkusundan bir nezaket ziyaretine bile yanaşmadığı, vefatı öncesi söylediği “Vatan toprakları ayaklarımızın altından kaymaktadır ve artık vicdan ehlinin uyanması zamanıdır!” sözlerini gaflet, cehalet ve dalalet ehline bizden başka kimse hatırlatmayacak mıydı?

Şuurlu Türk Subayının Farkı!

BM’nin en üst mercileri tarafından “BM sizi koruyacaktır” diye aldatılarak her türlü silahtan arındırılıp, kendilerini savunma imkânından mahrum bırakılan Srebrenitsa’da binlerce insanın ve özellikle genç erkeklerin katledildiği, genç kızlara ve kadınlara tecavüz edildiği Bosna-Hersek işgalinin yaşadığı dönemde Samsun’da askerlik yaptığım birliğin bölük komutanı olan yüzbaşının bölüğü toplayarak yaptığı şu konuşma askerimizin bağımsızlık sevdasını ve cihat (Milli Savunma) aşkını yansıtmaktadır:

“Bölüğü niçin topladığımı merak ediyorsunuz... Bosna-Hersek’in Sırplar tarafından işgal edildiği bir dönemde, kaçıp ülkemize gelerek yardım dilenen genç erkek ve kadınlar görünce, onlara yardım etmediğim gibi çok öfkelendim. Neden biliyor musunuz? Yahu, Ülkeleri işgal edilmiş, insanları katlediliyor, işgalciler tarafından namuslarına el uzatılıyor, bunlar gelmiş burada dilencilik yapıyor! Ülke savunması ve bağımsızlık savaşının kazanılması için planlı destek organizasyonları elbet yapılmalı. Ama “Efendim Silahımız yok!” diyerek cepheden kaçmamalı, kolaycılığa sığınmamalı… Sizin orada kazma, kürek, sopa ve taşta mı yok? Bunlarla düşmanlarınıza karşı koymayıp buralara gelmişsiniz? Hiçbir şey yapamıyorsanız gidin vatanınız ve namusunuz için ölün!” diyerek Türk subayının ve insanının farkını ortaya koymuştu.

Ufuk şahsiyetler, bir toplumun Kutup Yıldızlarıdır!

Efendimizin mübarek ve mutahhar (tertemiz) eşleri Hz. Aişe Validemiz’e, Hz. Peygamber Aleyhisselamın ahlakı ve hayat tarzı sorulduğunda: “Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun (SAV) ahlakı Kur’an idi” şeklinde cevap verdiği sağlam rivayetlerle aktarılmaktadır. Ve zaten Peygamber Efendimiz Hazretlerinin, “Allah’a ve ahirete inanan ve ebedi mutluluğu uman kimseler için “üsvetün hasenetün = en güzel ve en mükemmel örnek” (Ahzap: 21) olduğu bizzat Kur’an’ın beyanıdır. Yani Resulüllah (SAV), mutlak hakikat nurunun, canlı bir vücut şeklinde temsil ve tecelli ettiği “ufuk insan”dır. O (SAV), yaparak ve yaşayarak Kur’an’ı bizzat uygulayan ve insanlığa İslam’ı ve Saadet nizamını öğretip fiili tebliğde bulunan Nebiyyi Ahir zamandır.

Ve işte Efendimizden sonra, İslam’ın temel kaynaklar bakımından değil, ama anlayış kısırlaşması ve tatbikat bozulması yaşanmaya başlandığı her asırda, Dinin üzerindeki tozlanma ve yozlaşma bulutlarını kaldırıp yeniden asli fikir ve fonksiyonlarına kavuşturacak “Müceddid = yenileyici ve orijinal haline çevirici” makamında önder şahsiyetler, Cenabı Hakkın rahmet ve hidayetinin bir göstergesi sayılmaktadır. Bütün peygamberlere karşı çıkan ve şeytani cephe kuran münkirlerin, müşriklerin, istismar ve sömürü saltanatı tehlikeye giren münafık kesimlerin ve sahte dincilerin, böylesi Müceddid, Müçtehid ve Mürşid şahsiyetlere düşman olup saldırıya geçmeleri de elbette doğaldır.

Recep Bey bir zamanlar Erbakan Hoca’ya, “Bırakın da artık sırça saraylar içerisinde oturup dursunlar. 80 yaşına gelmiş bir adam bakın ne söylediğini, ne yaptığını da bilmiyor” diye hakaretvari şeyler söylerken, bugün “Erbakan Hoca’nın kıymeti çok iyi anlaşıyor” şeklinde istismarcılık yapması da bunların fıtratını ve fırsatçılığını yansıtması bakımından anlamlıdır.

Erbakan Hoca’nın Anıtkabir’i ziyareti ve anlamı!

SP 1. Olağan Büyük Kongresi’nde Genel Başkan seçilen Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız ve yeni oluşan Başkanlık Divanı üyeleri Anıtkabir’e bir ziyaret yapmışlardı. Erbakan ve beraberindekiler, Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrine çelenk koyup saygı duruşunda bulunduktan sonra Misak–ı Milli Kulesi’ne teşrif buyurmuşlardı. Erbakan, burada Anıtkabir Özel Defteri’ni imzalamış ve deftere özetle şunları yazmıştı: “Senin, her şeyin önünde önem verdiğin tam bağımsızlığımızı kazanma ve muasır medeniyetlerin önüne (fevkine) çıkma gayeni gerçekleştirmek üzere aziz milletimiz, 11 Mayıs 2003’te Saadet Parti’mizin muhteşem kongresiyle ikinci şahlanışını yaptı. Türkiye’miz için ortaya koyduğun büyük hedeflerin önem ve değerini bugün milletimiz hâlâ yakından takip etmekte ve hedefine ulaştırmaya çalışmaktadır. Yeniden büyük Türkiye’yi ve yeni bir dünyayı kurmak için bütün gücümüzle çalışarak, Senin Türkiye’nin her bakımdan en önde bulunması gayeni gerçekleştirmek üzere elimizden gelen her türlü gayreti gösterip çabalayacağız. Muvaffakiyet Allah’tandır.’’[3]

Zahiren ve hukuken, hiçbir mazereti ve mecburiyeti bulunmadan ve zerre kadar istismar ve sığınma niyeti taşımadan, Rahmetli Hocamızın bu Anıtkabir ziyareti ve özel deftere yazdığı samimi ifadeleri tarihi bir önem ve anlam taşımaktadır. Başbakan olarak atandığında veya Hükümet ortağı olduğunda, ya da herhangi bir milli bayram dolayısıyla bu ziyaret yapılsaydı, bunu bir takım protokol ve prosedür mecburiyetleri olarak sayanlar haklı çıkardı. Ama Meclis’te yer almayan bir partinin Genel Başkanı seçilmesi üzerine Hocanın bu ziyareti, çok derin manalar ve mesajlar barındırmaktadır. Aziz Hocamızın bu tavrı, Milli Çözüm ekibinin “Bizim Atatürk” kitabını yazmasının da en önemli dayanaklarındandır. Erbakan’ın hiçbir güce ve kesime yaranma ve yaklaşma ihtiyacı duymadan ve hiçbir baskı altında kalmadan gerçekleştirdiği bu ziyareti ve özel deftere kaydettiği sözleri, biz ilmi-fikri takipçilerine ve siyasi rakiplerine örnek olacak ve ibret alınacak bir davranıştır.

Ya Adil Düzen kurulacak, ya da insanlığın huzur ve onur kökleri kuruyacaktı!

Değerli Akevler ekibinin, şu ilmi ve önemli tespitleri, aslında her şeyi açıklamaktaydı:

“AKP -hem de tek başına- iktidara geldiği günlerde, “Üstadımız” ve “Adil (Ekonomik) Düzen Çalışanı” arkadaşlarımızla değerlendirmeler yapılmıştı:

“Eğer AKP bu düzende ve bu programıyla başarılı olursa, bundan bizim mazisi yaklaşık yarım yüzyıla dayanan ve yüzlerce haftadan beri sürdürmeye çalıştığımız “KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ” yanlış söylüyor” anlamı çıkacaktı. Oysa bu hem Kur’an’a, hem akla ve vicdana, hem de ilmi kurallara aykırıydı. İlk başta (gafil ve cahil güruhça hala) AKP gayet başarılı görünüyordu, ama aslında ortada gerçek bir başarı bulunmamaktaydı, sadece “zulüm sistemi” içinde geçici pansumanlar ve bu düzene payanda olacak atılımlar vardı. Zaman ilerlerken; Tayyip Erdoğan her şeye ve her yere hâkim olduğu zannına kapılmıştı, oysa malum kesimler O’nu uyutup kandırarak “devleti paralel bir şekilde” ele geçiriyorlardı ve bu acı ve alçaltıcı gerçeği bizzat kendileri itiraf ediyorlardı! Çok iyi yaptıklarını ve başarıdan başarıya koştuklarını zanneden Erdoğan, kurmayları ve yalakaları aslında ne kadar kötü işler yaptıklarını Kur’an okusa anlayacaklardı; ama okumuyorlardı, bazıları gibi sadece tilavet ediyorlardı. Yaptığı icraatların büyük bir çoğunluğu Kur’an’a aykırıydı. Sözde bilim adamı yaftalı kişilerin “Adil (Ekonomik) Düzen” ile ilgili yazdıkları yalan yanlış “raporların” da etkisiyle, bilinçaltına “Kur’an ile bir düzen kurulamayacağı düşüncesi” yerleşmiş ve hidayetleri kararmıştı. Onlar için önemli olan “zalim düzen”in kuralları içinde iktidar olmak ve dış güçlere hizmetkârlığı, topluma kahramanlık diye sunmaktı. Bu empoze etme işi zora girince AKP iktidarı diğer fikirlerin üstünü kapatabilmeyi meşru görmeye başladı ve neredeyse interneti bile kontrolüne almaya çalıştı. Kaset ve belge çöplüğüne dönen “siyasi arena” bugünlerde artık iyice çirkinleşmiş durumdaydı, gün geçmiyor ki bir siyasinin gizli kaseti çıkmasın ve aleyhine belgeler yayınlanmasındı. Bu kasetlerden montaj olanlar da, gerçek olanlar da vardı. Belgelerde de durum farksızdı, bir de iftiralar atılmaktaydı. Belli bir gruba mensup bulunmak veya siyaset camiasının ileri gelen ve tanınan simalarından biri olmak sanki yalan haberlere malzeme olmak için yeterli bir gerekçeymiş gibi bu insanlar hakkında bol keseden yalan yanlış haberler yapılıp yayılmaktaydı. Çamur at izi kalsın felsefesi uygulanmakta, yapılanlar mide bulandırmaktaydı. Ahlaki değer diye bir kavram kalmamıştı. Sahnede sahte Müslümanlar birbirlerini taşlarken, sömürü sermayesi sahipleri ve Mason mahfilleri keyif çatmaktaydı.

Aslında böylece “Adil (Ekonomik) Düzen”in önündeki en büyük engel olan “Muhafazakârlık Müslümanlarını” ve münafık din istismarcılarını Allah bertaraf etmiş olmaktaydı. Demek ki, insanların namaz kılması, eşlerinin başını kapatması ve dindarlık rolü oynaması dünyaya “adalet” getirmiyormuş; hiçbir şeyi düzeltemediği gibi daha da kötüleştirebiliyormuş,  hep beraber bunu bir kere daha anladık. Sadece bireylerin değil, “sistemin/düzenin” de iyi olması lazımmış. Muhafazakârların ve münafıkların yöntemi yanlıştı ve bunların inançsız icraatları şu sonuçları doğurmaktaydı: Yıllar süren diktatörlükler ve zorbalıklar, dünyaya öcü, gerici ve zayıf olarak lanse edilen, sürekli ezilen ve hunharca öldürülen Müslümanlar ve zulme boğulan insanlık; yani SOSYAL TUFAN’dı! Son çare; tüm bu yaşananlar Kur’an’a ve “Adil (Ekonomik) Düzen'e” olan ihtiyacın artık ne kadar dayanılmaz bir noktaya geldiğinin kanıtıdır. Kur’an’dan istidlâl edilerek oluşturulan “ADİL DÜZEN’E GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” bu ihtiyacı karşılayabilecek tek çalışmadır ve insanlık Erbakan zihniyetine her zamankinden daha çok muhtaçtır.[4]

İlker Başbuğ’un talihsiz tavrı!

Daha önce Milliyet’e verdiği röportajda “Kozmik Oda’yı açsaydım, Bülent Arınç'ın suikastıyla suçlanacaktım” diyerek dirayet ve metanetini ortaya koyan İlker Başbuğ ile tahliye edildikten sonra evindeki görüşmeyi:

“Üç gün önce cezaevinden çıkmış gibi değil de üç gün önce Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa etmiş gibiydi: Vakur, huzurlu ve intizamlı... Evde bir bayram havası var. Coşkuyu fazla belli etmemeye çalışan ama olumlu bir şeylerin döndüğünü düşündüren bir hava...” diye aktaran Ahmet Hakan’ın:

“Türk ordusuna bir dış operasyon mu yapıldı?” sorusuna “Elimde bir bulgu, bir veri olmadan suçlama yapamam. 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmesi konusunda TSK’nın suçlandığı konuşuluyor. Son MGK toplantısında “Tezkere kabul edilsin” görüşünün çıkmaması doğruydu, aksi halde Meclis’e yön vermiş olacaktı. Ama ben Tezkere’nin çıkması gerektiğine inanıyordum”[5] yanıtı kafa karıştırıyordu.

Bu sözlerle 28 Şubat’ın ve Ergenekon operasyonlarının arkasındaki Dış güçleri (ABD Yahudi Lobilerini) saklama ve suçu Cemaat gibi yerel mahfillere yıkma çabası sırıtıyordu. Oysa Cemaati TSK’ya kumpas kurup kodeslere tıkacak kadar güçlü göstermek, Ordu’nun ağırlık ve saygınlığını inkâr anlamına geliyor, “öyle ise bu TSK’ya nasıl güveneceğiz?” sorusunu gündeme taşıyordu. Bu görüşme Sn. İlker Başbuğ’un, sanki bu yanıtları vermesi için Ahmet Hakan’la röportaj ayarlandığı izlenimi veriyordu.

Oysa Cemaatin yazarları:

“Çok yazık ki iktidar ne Ergenekon'u anlayabilmiş ne de vesayetle mücadeleyi. Olaya bakışı ilkesel değil konjonktürelmiş. Yoksa bir yandan “Darbe girişimi hazırlanmıştır, AKP kapatma davası da bunun bir uzantısıdır” diyeceksiniz öbür yandan yolsuzlukları unutturmak için alelacele yaptığınız yasa ile hepsini tahliye edeceksiniz!”

“AKP’nin bugün itibariyle genel seçim oyları 2002 düzeyinin altına inmiş durumda.” Başbakan, gücün kaynağı olan sandıktaki meşruiyetini kaybediyor.” Doğrusu yüreğime su serpildi. Anladığım kadarıyla bu iş bitmiş… Seçimlerde AKP’yi büyük ve kaçınılmaz bir hüsran bekliyor. Hele Facebook ve YouTube çıkışından sonra, eğer sonuç böyle çıkmazsa benim tek bir açıklamam var: Demek ki iktidar oy çalmış, manipülasyon yapmış, seçime şaibe karışmıştır.”[6]

“7 yılda karara bağlanamayan Zirve davasında, testere ile adam kesenlerin tahliye olmalarını, Danıştay saldırısında suçüstü yakalanan katilin tahliyesine karar verilmesini de kimse savunamaz. Hükümetin, yasayı hazırlarken, bu fecaati önleyecek tedbirleri almamasını bu millete izah etmesi gerekir. Bu tahliyeler ile öyle bir hava estiriyorlar ki; “Ergenekon davası sanal bir davadır, bu dava çökmüştür, yargılanan herkes suçsuzdur. Ergenekon davasının, vatanseverleri yıldırmak için açıldığı artık anlaşılmıştır…” Tahliye yetmez, serbest kalanlara birer de madalya takılmalıdır… Hatta ve hatta İlker Başbuğ, cumhurbaşkanı olmalıdır… Yahu bu tahliyeler, beraat değildir. En somut örneği, Danıştay saldırısının faili, “bir kanun katakullisi” ile tahliye olmuştur. Beraat etmemiştir. Adamın suçu müebbet hapistir, beraat etmemiştir. Salıverilen ve müebbet hapis cezası alanların da hiçbiri beraat etmedi. Dava, 7 aydır gerekçeli kararı yazmayan mahkeme yüzünden Yargıtay aşamasındadır. Yeniden yargılama da söz konusudur.

Yani bu davaya konu olan olaylar, darbe hazırlıkları, yığınla belge, delil hepsi sanaldı öyle mi? İstifa eden Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner; “Hukukun dışına çıktık, bunu yol edindik, hep böyle gideceğini zannettik” derken rüya görmüştü, öyle mi? AKP’nin, yüzde 47 oy aldığı halde kapatılmaya çalışılması, cumhurbaşkanlığı seçimine 27 Nisan muhtırası ile müdahale edilmesi, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven darbe planları, topraktan çıkarılan mühimmatlar, silahlar, Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalar, daha niceleri hep sanaldı öyle mi? Son dört yıldır, “bu tutuklamalara, davalara bakmayın, vesayet bütün güçleriyle hâlâ ayaktadır” diye yazıyorum. 30 Mart sonrasında, bambaşka bir Türkiye’ye hazır olalım…”[7]

Silivri'yi cemaat mi boşalttı? Yoksa...

Yeni Şafak gazetesi yazarı Hilal Kaplan tahliyeler ile ilgili kızılacak asıl adresin hükümet değil davaları yıllardır çözüme ulaştırmayan cemaat mahkemeleri olduğunu iddia ediyordu. Kaplan bu gerekçesini ise Fetullah Gülen'in o açıklamaları sonrası Haberal'ın tahliyesiyle başlayan süreçle ilişkilendirip şunları yazıyordu:

Önce hukukî terimlerin havada uçuştuğu tartışmalardan başı dönenler için şu yalın gerçeği belirtelim; Ergenekon davasındaki tahliyeler, tutuklu yargılanma süresini beş yılla sınırlayan yasa değişikliğiyle değil, Anayasa Mahkemesi'nin Başbuğ içtihadıyla ilgilidir. Yani hukuken bakıldığında bile Silivri'yi 'sıfırlayan' AKP değil, gerekçeli kararı yedi aydır yazamayıp hükümleri kesinleştirmeyen mahkemedir. Bazı Gülencilerin hali hepten ikircikli ve çaresizdir. Bir yandan 'AKP, Ergenekoncuları bıraktı' diye ajitasyon yapıyorlar, diğer yandan 'Nerde bu Ergenekon, üye olacağım' diyen Kılıçdaroğlu CHP'sine destek atmak zorunda kalıyorlar. Bir de kalkmış, şimdiye kadar Ergenekon ve Zirve gibi davalara sahip çıkmış, meşruiyet sağlamış aydınlara kara çalmaya çabalıyorlar. Dikkatten kaçırmak istedikleriyse şuydu: Ergenekon'da örgütünü, Zirve'de katilleri yedi yılda bulup cezalandıramayan, iki haftada yazmaları gereken hükmün gerekçesini bir yıla yakın süredir yayınlamayan o aydınlar değil, sizin 'kutsal inek' misali yücelttiğiniz yargınız! Serbest bırakmıştır!”

Cemaatten bomba Hakan Fidan iddiası!

Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Fetullah Gülen ile görüştüğünü iddia ediyordu.

 

Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca, AKP'nin cemaate kumpas kurduğunu, 16 Mayıs'da Erdoğan'ın Beyaz Saray'a Fetullah Gülen ile ilgili geniş kapsamlı bir dosya sunduğunu söylüyordu. Erdoğan'ın bu dosyayı sunarken Bülent Arınç'ın da eş zamanlı olarak Fetullah Gülen'i ziyaret ettiğini anlatan Karaca, aynı dönemde MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın da Gülen ile görüştüğünü belirtiyordu. Hidayet Karaca, Samanyolu Haber Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Metin Yıkar’ın sorularını cevaplarken, 2004 yılına ait MGK kararlarının, 10 yıllık süre içerisinde adım adım uygulandığını vurguluyordu. 17 Aralık'tan çok önce Erdoğan'ın ABD'yi ziyaret ettiğini ve bu dönemde, Fetullah Gülen dosyasının ABD yönetimine verildiğini, aynı dönemde MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın da Fetullah Gülen'i ziyaret ettiğini anlatan Karaca, “asıl saf olanlar cemaat üyeleriymiş” diye konuşuyordu.

MİT Müsteşarı, Gülen ile ne görüşüyordu?

Hocaefendi ile 16 Mayıs'tan sonraki bir tarihte, MİT Müsteşarı Hakan Fidan Amerika'da Pensilvanya'da yüz yüze görüştü. Bunu ilk kez burada açıklıyorum. Bu mesele siyasi kulislerde de konuşuldu. Peki Sn. Fidan; siz hangi gerekçe ile Hocaefendi'yi ziyaret ettiniz? Şimdi insan sormaz mı? 16 Mayıs'ta Cemaatle ilgili bir dosyayı ABD'ye ileteceksiniz, ardından da gidip Hocaefendi ile görüşeceksiniz! Kim kime kumpas kuruyor, nasıl bir algı oluşturulmaya çalışılıyor?”diyen Hidayet Karaca, yoksa Cemaatele Hükümetin ABD derin güçleriyle kapıştırıldığını ve danışıklı dövüş yapıldığını mı ima ediyordu?

 

--

Mayıs 2014 - Milli Çözüm Dergisi

 


[1]Milli Gazete / Başyazı - Yıldızlı / 02Mart2002    

[2]Erbakan Külliyatı. Türkiye’nin Meseleleri ve Çözümleri

[3] Ankara, aa , 16.05.2003

[4] Reşat Nuri Erol, Milli Gazete, 11 Mart 2014

[5] 12.03.2014, Hürriyet

[6] Yüreğime su serpildi,  Etyen Mahçupyan

[7] Hüseyin Gülerce, Zaman

Yorum Yaz