Aralık 04 02:52

ORDUMUZ YIPRATILMADAN, YURDUMUZ YIKILAMAZDI!

ORDUMUZ YIPRATILMADAN, YURDUMUZ YIKILAMAZDI!

ORDUMUZ YIPRATILMADAN, YURDUMUZ YIKILAMAZDI!

28 Şubat, Erbakan’la beraber, asıl TSK’ya tezgâhlanmış bir kumpastır!

Yanlış”ın en tehlikelisi, “doğru”ya en yakın olanıydı; çünkü doğru diye yutturulması kolaydı. Ve yine en tahripçi “doğru” eksik anlatılan ve yanlış yorumlanan doğrulardı. Yakın tarihimizin, böyle en tertipli “yanlış”larından birisi de “28 Şubat darbesinin TSK tarafından Erbakan’a karşı yapıldığı” iddiasıydı. Bunda elbette doğruluk payı vardı; ancak kasıtlı olarak “eksik anlatılmakta ve hedefinden saptırılmaktaydı” Çünkü bu olayın aslı: “ABD derin devleti sayılan Yahudi Lobileri, hem Erbakan’ı hem de TSK’yı yıpratmak ve etkisiz kılmak üzere 28 Şubat’ı tezgâhlamıştı!”. Evet, Refah-Yol’un yıktırılması ve Milli Görüş’ün parçalanıp, AKP’nin parlatılarak iktidara taşınması; ardından Cemaat ve Hükümetin araç olarak kullanılıp Ergenekon ve Balyoz tertipleriyle TSK’nın hizaya sokulması(!) süreci 28 Şubat’la başlatılmış ve maalesef bu işte bazı paşalardan da maşa olarak yararlanılmıştı.

TÜSİAD toplantısında: “28 Şubat’ın utancını yaşıyorum” diye günah çıkartan Yahudi ve Mason iş adamı İshak Alaton, işte bu gerçeğin anlaşılmasından duyduğu kuşkuyu, böyle bir kılıfla gündeme getiriyordu. ALARKO Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’un TÜSİAD 44. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma sırasında gergin anlar yaşanıyordu. Prof. Dr. Bülent Tanör anısına düzenlenen “Türkiye’nin Demokratikleşme Evreleri” konulu özel oturum Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Prof Dr. Zafer Üskül’ün katılımıyla gerçekleşiyordu. Konuşmaların ardından, soru sormak için söz alan İshak Alaton, kürsüye çıkarak ilginç bir konuşmasına: “Nihayet TÜSİAD epey geç de olsa uyanmaya başladı diye düşündüm. 17 yıl boyunca TÜSİAD’dan uzak durdum, toplantılarına gitmedim, bugün boykotumu noktalamaya karar verdim. TÜSİAD’la barışmaya geldim” diye başlıyordu. İshak Alaton, “1997 yılında TÜSİAD tarihinde ilk defa yönetim kurulunun ibra edilmediği utancını yaşadım. ‘Bizim demokrasi arayışıyla işimiz yok’ diyerek, ‘Bizim işimiz para kazanmak’ demeye çalışıldı. “Aradan sadece 36 gün geçtikten sonra 28 Şubat 1997’de askerin darbesi yapıldı. Şimdi sizlere soruyorum; Genelkurmay bu darbe adımını kaleme alırken TÜSİAD’ın bir ay önce yaktığı yeşil ışığın bu darbeye katkısı ne kadardır?” sözleriyle günah çıkarmaya çalışmıştı. Anlaşılan TÜSİAD’cılar başlarına gelecekleri anlamaya başlamıştı ve Alaton’un bu sözleri ortalığı fena karıştırmıştı. Bu nedenle sadece Ergenekon ve Balyoz davaları değil, Erbakan’a ve partilerine yönelik mahkemeler de yeniden açılmalıydı.

27 Mayıs 1960 Darbesinin tamamen ordunun sırtına yıkılması da kasıtlıdır ve yanlıştır.!

Aslında Kırım kökenli Yahudi dönmeleriyle, İspanya kökenli İzmirli Sabataistlerin bir rekabet ve husumet hesaplaşması olan 27 Mayıs 1960 ihtilalinin bütün suçunun ve acı sonucunun TSK’nın sırtına yıkılması da yanlıştır, kasıtlıdır ve gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Maalesef eften püften sebeplerle idam edilen merhum Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun dedelerinin Kırım göçmeni olması (AKP’li Ahmet Davutoğlu, Cemil Çiçek, Ali Babacan gibi) ve İzmirli Sabataist Evliyazadelerin kızlarıyla evlenip akrabalık kurmaları bile (ki bilindiği üzere Yahudi kökenli olmayanlara kız verilmemektedir)  bu gizli haset ve husumeti ortadan kaldıramamıştır.

Üstat Bediüzzaman Hz.leri, Siyonistlerin oyunlarını bozan Sultan Abdülhamit Han’a karşı çıkıp ayak bağı olması, mason ve sebataist İttihat ve Terakki Fırkasına taraftarlık yapıp tahribatlarını kolaylaştırması gibi hataları, maalesef aşırı Mustafa Kemal karşıtlığı ve ölçüsüz Menderes yandaşlığında da tekrarlamış; “namaz kılmayan merduttur!” diyerek birisini “Süfyan”laştırdığı halde, ömrü boyunca bir Cuma namazına bile şahit olunmamış diğerini ise “İslam Kahramanı” yapıp çıkmıştır. Ancak Bediüzzaman Hz.leri bu konudaki ifrat ve hatasının farkına çok geç varacak ve yıllar boyu dua ettiği Menderes’in, tepetaklak olmayı hak ettiğini ve belasını bulacağını, ölümüne yakın açıklayacaktır.[1]

Adnan Menderes: 1899 Aydın doğumlu bilinir, ama nüfus kütüğünde İzmirlidir. Dedesi Kırım Tatarlarından olup, İzmir Amerikan Koleji’ni bitirmiştir. 1931’de CHP Aydın Milletvekili seçilmiştir. Menderes, Ağaların büyük çiftliklerini ve zapt ettikleri devlet arazilerini topraksız köylülere dağıtma girişimi (toprak reformu) nedeniyle İsmet İnönü’ye muhalefete geçmiştir. İstanbul’da Rumlara yönelik 6-7 Eylül yağma ve katliamlarının DP Hükümeti ve masonların güdümündeki Özel Harp Dairesince tertip ve teşvik edildiğini, böylece zengin ve etkin Rumların İstanbul’dan kaçırılıp, meydanın tamamen Yahudilere kalmasının hedeflendiğini dönemin DP İstanbul Milletvekili Aleksandros Hacopulos ve Eski Özel Harp Daire Başkanı. Em. Org. Sabri Yirmibeşoğlu da kabul etmekteydi. Cezayir Kurtuluş Savaşında Menderes Fransızları desteklemişti.

Fatma Berrin Menderes: Evliyazade (İzmirli dönme Yahudilerden) Hacı Mehmet Efendi’nin kızı Naciye Hanım ile Yemişcibaşı İzzet Beyin kızı olup merhum Menderes’in eşidir. (1905-1994)

Fatin Rüştü Zorlu: Dedesi Kırım’dan gelmektedir. Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Sabataist Tevfik Rüştü Aras’ın kızı Emel Hanım ile evlenmiştir. 1959’da Menderes ile birlikte Bilderberg’e gitmiştir. Adnan Menderes’in eşi Berrin Hanım ile Zorlu’nun eşi Emel Hanım Teyze kuzenleridir.

Hasan Polatkan: Kırım Tatarlarından bilinir. Onun Maliye Bakanlığı döneminde, Türkiye’de yüksek ve sürekli enflasyon sürecine geçilmiştir. Dış borçla bütçe açıklarını kapatmaya yönelmiştir. TL. değerini hızla kaybetmiştir.

Menderes yolundaki Recep Bey’in akıbeti:

Hatırlanırsa; Adnan Menderes, “Küçük Amerika” olma hülyasıyla Türkiye’nin iradesini ve güvenliğini ABD’ye teslim etmişti. Ona göre: ABD’ye bağlanmasaydık, zaten gelişemez, sanayileşemez, medenileşemezdik!? Bu öyle bir teslimiyetti ki, henüz NATO üyesi olmadan, ABD’nin talebi üzerine Eylül 1950’de binlerce askerimizi Kore’ye savaşa göndermiştik. Asker, Amerikan 9. Kolordusunun sağ kanadına yerleştirilmiş, ABD komutanlarının talimatıyla hareket eden 3. Tabur 9. bölük, savaşa Kuzey Kore’nin safında dâhil olan Çin kuvvetleri tarafından tamamen imha edilmişti. 37’si subay, 26’sı astsubay, 658’i er olmak üzere toplam 721 şehidimiz NATO’ya ve Amerika’ya kurban edilmişti. Ayrıca 2147 asker yaralanmış, 346 asker hastalanmış, 234 asker esir düşmüş ve 175 asker de kaybolmuş vaziyetteydi. Menderes hükümetine, ABD Kongresi tarafından “Mümtaz Birlik Nişanı ve Beratı” verilmiş ve Menderes “mümtaz bir memur” olduğunu ispat etmişti. Yalaka ve yalancı tarihçiler Kore kararının BM talebi üzerine alındığını, Türkiye’nin BM üyesi olarak “demokrasi” ve “egemenlik” hakları için Güney Kore’nin yanında yer aldığını yazabilmektedir. Peki, 1954’e kadar Vietnam’ı işgal eden Fransızlara karşı BM kararı olmasına karşın, Menderes Fransa’ya karşı savaşan Vietnam’a niçin asker göndermemişti? 1948’den itibaren Filistin topraklarını BM kararlarına rağmen işgal etmeye devam eden İsrail’e karşı BM kararlarının uygulanması için niçin asker göndermemişti? 1956 tarihinde Mısır’a saldıran Fransa, İngiltere ve İsrail’e karşı BM kararlarına binaen Mısır’ı savunmak için niçin gayrete gelmemişti?

Menderes iktidarının malum Siyonist merkezlere teslimiyet derecesi 1957’de test edildi. Yahudi lobilerine göre İsrail’in güvenliği için Suriye terbiye edilmeliydi; bu görev de Menderes’e verildi. “Mademki kraldan daha çok kralcısın, o zaman tekerimize çomak sokan Suriye’yi hizaya getir” denildi. Suriye “krizi” süresince dönemin ABD Başkanı Eisenhower’ın, İngiliz Başbakanı Macmillan’a hitaben, “Suriye’nin işgal edilmesi lazım. Bir an önce bunu yapalım. Arkasından İran gelir. Bu, bir CIA-MI6 operasyonu olacak. Önceleri de bazı örtülü operasyonlar yapacağız. Ama biz görünmeyelim. Suriye’nin komşusu Türkiye bu işi yapsın” dediği belgelidir. Menderes derhal görevini yerine getirmeye girişmişti. Macmillan,  “Suriye müdahalesine bahane ne olsun?”  sorusuna Eisenhower: “Sınır ihlalleri ve Hatay meselesi” yanıtı verir.  Gönüllü devşirme Menderes görevi hemen kabul etmiş, “Dost ve kardeş Suriye” o andan itibaren “zalim, diktatör, medeniyet düşmanı, halkını ezen şer ülke” olup çıkıvermişti. Tıpkı Recep Beyin bugün yaptığı gibi; dün ailecek sabah kahvaltısı yaptıkları ve kardeşim diye kucakladığı Esed’i bir anda zalim ve terörist ilan etmişti.  Askerlikten nasibini almamış ABD tercümanı Bakan Egemen Bağış’ın “dâhiyane” sözü “Halep’ten girer Şam’dan çıkarız” nakaratları o zaman da gündeme oturur. Türkiye, Suriye ile kalkar Suriye ile yatar. 1952’de askeri-sivil darbeyle Kral Faruk’un tahtını yıkan Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı Suriye’yi destekler. Bağdat, Beyrut ve Filistin Suriye’nin yanında Menderes’e karşı savaşa hazır olduğunu ilan eder. Moskova ve bütün Bağlantısızlar Hareketi üye devletler Menderesi kınar. Moskova İstanbul’u nükleer silahla vuracağını söyler. Menderes NATO der; BM Güvenlik Konseyi der; ABD var der. Bağdat’ı, Kahire’yi, Beyrut’u tehdit eder. Ardından “Pragmatik ve rasyonel” Batı, Menderes’e; “Kes artık” zılgıtı çekecek ve Menderes’i “dünya savaşına sebebiyet verecek manyak” olarak görecektir. Böylece Batı’nın “dostu ve memuru” Menderes terk edilir. Şimdi aynı akıbeti aynı yolu takip eden Recep Erdoğan’ı da beklemektedir.

Önemli bir hatıra ve hatırlatma yapan Sn. Necati Tuncer aktarıyor:

Yassıada mahkemesi oturumlarının birinde tanık olarak çağrılan işadamımızın adı, Vehbi Koç Bey’dir. Mahkeme başkanı şöyle bir soru yöneltir ona: “İhtilalle düşürülen DP’ne sizin maddi yardım yaptığınız söylentisine bir diyeceğiniz var mı?” Vehbi Bey der ki: “Cevabımı yazılı yapmak istiyorum.” Salondaki yüzlerce kulağın duymasını istememekten öte, tutanaklara da geçsin istemez söylediklerinin. Adı Vehbi Koç olanın, demek ki böyle bir hakkı varmış mahkemelerde. Kendisine uzatılan bir küçük not kağıdına birkaç kelime yazar ve mahkeme başkanına verir. Başkanın kararı: “Vehbi Koç gidebilir.” Bu sahneyi iyi gözlemleyen bir gazeteci hemen peşine düşer ünlü işadamının.

–    Efendim, o nota ne yazdınız? Eh Söyleyecek olsa zaten orada söylerdi.

–    Şimdi açıklayamam!

– Ya ne zaman?.. Gazeteciyi başından savmak için mi, yoksa Türkiye’nin ancak o kadar sene sonra bu ihtilalin etkisinden kurtulacağını hesap ettiğinden midir, bilinmez; der ki Vehbi Koç: – Otuz yıl sonra... O zaman gel!

Vehbi Koç’ta yaşar otuz yıl. (Hatta birkaç beş yıl fazlası ile.) Gazeteci gelir kendini tanıtır: “Otuz yıl sonra gelin, demiştiniz!” Vehbi Koç artık rahat ve emindir. Kimse ona, “bu cevabını o mahkeme günü neden zabıtlara geçirtmedin?” diyemeyecektir. Otuz yıl bekleyen o ünlü cevap şuydu; Hani uzatılan not kâğıdına yazılan: “Ben aynı miktar yardımı CHP’ye de yapmıştım.”[2]

Bu sabataist ve dönme Yahudilerin geçmişte ve günümüzde farklı partilerde; şimdi ise kimisi hükümetin, kimisi Cemaatin çizgisinde olması, onların fıtratı ve fırsatçılığı gereğidir!

Örneğin, Nazlı Ilıcak sabataist kökenli ve Demokrat Partili bir aileden gelmektedir. Bir zamanlar Türkiye’de en çok satan ve bir nevi kapitalizmi Türkiye’de yaygınlaştırmayı hedef edinen Tercüman gazetesinin patronu Kemal Ilıcak’ın eşidir. 1980 askeri darbesini alkışlayanlar arasındaki Nazlı Hanım, sonrasında Turgut Özal ve hükümetlerine yönelik çok sert yazılar döşenmiş, “Pavlov’un Köpekleri” başlıklı yazısından dolayı hapse girmiştir. Nazlı Hanım bir dönem Demirel’e karşı aday olan ve çocuğunun trafik kazası sonucu vefat etmesinin ardından bir daha da siyasi sahaya adım atmayan eski TOBB Başkanı Mehmet Yazar’ı desteklemiştir. Refah Partisi’nin yükseliş döneminde de, AKP’nin kuruluş sürecinde de Nazlı Hanım hep ön planda görünecektir. 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu’nu deşifre eden isimlerdendir. Tayyip Erdoğan’ın sıkça buluştuğu sınırlı sayıdaki gazetecilerdendir. Son Cemaat-iktidar çekişmesinde Cemaat’ten yana tavır sergilemiştir. Bu sebeple Sabah gazetesindeki köşesinden olmuş, Cemaat’e yakın duran, Koza-İpek Grubu’na ait Bugün gazetesine girmiştir.

Gelelim Barlas ailesine. Mehmet Barlas, eşi Canan Barlas, oğlu Cemil Barlas, sabataist olduklarını sürekli gizlemişlerdir. Canan Barlas’ın dayısı, TESEV Başkanı Can Paker, aynı zamanda AKP’nin akil kişilerindendir. CHP’li bir aile geleneğinden gelen Mehmet Bey, Anılarında nedense, “İsmet Paşa yanaklarımı okşardı” vurgusunu hep yapa gelmiştir. Milliyet gazetesinde yıllarca başyazar sıfatıyla yazıvermiştir. 12 Eylül’de darbecilerin lideri Orgeneral Kenan Evren’i -ve genelde liderleri- evinde ağırlayan isim Mehmet Barlas Bey’dir. Sonrasında, Güneş gazetesini Asil Nadir’den satın alan, eski Devlet Bakanlarından Mehmet Ali Yılmaz’ın safına geçmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan döneminde Mehmet Barlas, “Genel Yayın Yönetmenleri, patronları için ihale kovalar” cümlesini sarf etmiştir. Ama Sn. Barlas 28 Şubat sürecinin mağdurlarından birisidir. Tam o süreçte Zaman gazetesinde başlamış, ama sonu tatsız bitmiştir. Oğlu Cemil Barlas ve eşi Canan Barlas internet haberciliği ve TV programları yapıp, AKP’ye övgüler dizmektedir. Mehmet Barlas, uzun süredir Sabah’ta boy göstermekte ve Nazlı Hanımın tam karşısında saf tutmuş vaziyettedir.

Ve işte Sabataist Altanlar. Çetin Altan, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Kerem ve Sanem Altan. Sahi Altan ailesi bu çatışmanın neresindedir?” diye soran Adnan Öksüz önemli ve gizemli bir gerçeği dile getirmiştir.

Genelkurmayın; Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görüşülmesi talebi, tarihi bir adımdır!

Tam bu sırada Genelkurmay’ın “kumpas”la ilgili suç duyurusu büyük değişimin ilk basamağıydı!

Sn. Recep Erdoğan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın bir yazısına dayandırılan ve Milli Çözüm Dergisi’nin konuyla ilgili soruları aynen tekrarlanan Genelkurmay suç duyurusunun 3'üncü maddesinde çok önemli saptamalar vardı:

"Anılan hususların doğru olması halinde, Türk Silahlı Kuvvetlerini ve personelini hedef alan faaliyetleri yürüten kişilerin, yetkili makamlara bildirimde bulunmayan ve gerekli işlemleri yerine getirmeyen kamu görevlilerinin eylemlerinin TCK’nın: 'Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, iftira, suç uydurma, kamu görevlisinin suçu bildirmemesi, suçluyu kayırma, adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs' suçları başta olmak üzere çeşitli suçlara vücut verebileceği değerlendirilmektedir." “Bu ifadelerden, sadece "kumpası" yapanların değil, bildiği halde yetkili makamlara haber vermeyenlerin de "suç işlediğinin" hatırlatıldığı, yani bir anlamda Başbakan Erdoğan'ın Başdanışmanı Akdoğan hakkında da suç duyurusu yapıldığı sonucu çıkmaz mıydı?” diye sorulması haklıydı. Çünkü suç duyurusunun son maddesinde, "Hukuka aykırı olarak TSK’yı ve personelini hedef alan faaliyetleri yürütenlerin" yanı sıra, "Bu faaliyetleri yetkili makamlara bildirmeyen, gerekli işlemleri yerine getirmeyen kamu görevlileri hakkında da soruşturma başlatılması" istemi ve ifadesi yer almıştı. Suç duyurusunun 4'üncü maddesinde de “Cumhuriyet Savcılarının görevini ihmal ettiği” şöyle anlatılmıştı:

Ceza Muhakemesi Kanununun 160’ıncı maddesi: 'Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar' hükmü hatırlatılmıştı. Yani Genelkurmay, "Siz kendiliğinizden harekete geçmediğiniz için biz suç duyurusunda bulunmak zorunda kaldık" demeye çalışmıştı. Ve zaten TÜBİTAK raporuyla, Ergenekon ve Balyoz davalarına temel dayanak yapılan hard disklerin, sonradan ve suni ortamlarda kasıtlı ve yanıltıcı mahiyette hazırlandığı ispatlanıp mahkemeye yollanmıştı. Artık yargıçların bu raporları hesaba katmama ve dikkate almama yetkileri bulunmamaktaydı; çünkü aslında bilişim teknolojisi konusunda yeterli olmadıklarından bunu TÜBİTAK’a sormuşlardı.

Bütün bu hukuki ve haysiyetli girişimler netice vermeye başlamış, iktidar “komutanların ancak Yüce Divanda ve Başbakan’ın izin vermesi şartıyla yargılanabileceklerinin” yolunu açmıştı!

Genelkurmay ve kuvvet komutanlarının artık sadece Yüce Divan'da yargılanması bundan böyle Başbakan’ın izni ile mümkün olacaktı. Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz, Hava ve Jandarma Genel komutanlarının görevleriyle ilgili suçlardan dolayı yargılama usullerini yeniden belirleyen kanun tasarısı, TBMM Başkanlığı'na sunulmak zorunlu kılınmıştı. Askerlik Kanunu ile Bazı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, 2010 referandumunda kabul edilen Anayasa'daki "Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan'da yargılanacak" hükmü, ilgili kanuna aktarılmıştı. Tasarıya göre, bu suçlardan dolayı soruşturma açılmasına, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları hakkında Başbakan; Jandarma Genel Komutanı hakkında İçişleri Bakanı karar alacaktı.

İtirazlar Cumhurbaşkanlığına yapılacaktı!

Bu suçlara ilişkin herhangi bir ihbar veya şikayet geldiğinde veya böyle bir durumu öğrendiklerinde, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları hakkında Başbakan, Jandarma Genel Komutanı hakkında İçişleri Bakanı, araştırma, gerekiyorsa ön inceleme yaptırarak soruşturma izni verilmesine veya verilmemesine yetkili olacaktı. Soruşturma izni verilmiş bulunanlar, izin vermeye yetkili merci tarafından gerek görülürse soruşturmanın emniyeti ve sıhhatli olarak devam etmesi amacıyla geçici süre ile görevden uzaklaştırılacak, anılan kararlara karşı ilgililer 10 gün içinde Cumhurbaşkanlığı'na itirazda bulunacak, itiraz üzerine Cumhurbaşkanı tarafından verilen karar ise kesin olacaktı. Ve artık Ergenekon ve Balyoz davalarında geçerli olan, isimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla yapıldığı belirlenen ya da belli bir olayı ve nedeni içermeyen, delilleri ve dayanakları gösterilmeyen ihbar ve şikayetler işleme konulmayacaktı.

Ordumuzun özel bir konumu ve misyonu vardır!

Hatırlayacaksınız; AKP yandaşı YENİ ŞAFAK yazarı ve yalakası Ali Bayramoğlu, güya kendisine gönderilen bir mektuptaki şikâyetleri haklı buluyor ve şunları söylüyordu:

“Türkiye’de 185 bin er; posta, kuaför, şoför gibi isimler altında sadece subaylara hizmet veriyor… 32 bin asker ise, “koruma” sıfatıyla yine kurum olarak TSK’ya değil,  komutanların şahsına çalışıyor. Ayrıca 14 bin asker de lojmanları bekliyor ve subay-astsubay ailelerinin özel işlerine koşturup duruyor.. Bunların toplamı 231 bin ediyor ki; Almanya’nın tüm ordu sayısı 240 bin, İtalya’nın 190 bin, İngiltere’nin 170 bin olduğu düşünülürse, yüz binlerce askeri boş yere ve şahsi hizmetler için tuttuğumuz ortaya çıkıyor” diyor ve tabi gerçekleri hem abartıyor, hem çarpıtıyor, hem de, “bu denli masraflı ve kalabalık orduya ne gerek var, bu milletin çocukları, subayların özel hizmetkârı mı?” demeye getirip halkımızı kışkırtıyordu! Ama her ne hikmetse Ali Bayramoğlu; örneğin Emniyet teşkilatında kaç bin polisin aynı özel “koruma ve lojman” hizmetlerinde çalıştırıldığını hiç gündeme getirmiyordu?!.. Oysa dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde, asker ve polis gibi silahlı birimlerin özel disiplin ve düzeni gereği, bazı iç hizmetlerinin kendi personeline yaptırılması gerekiyordu. Elbette TSK’nın; hantallıktan kurtarılması, Milli Savunma yanında milli kalkınmaya da katkı sağlaması, daha profesyonel ve pratik bir yapıya kavuşturulması, ayrı ve yararlı bir konuydu. Ama Ordumuzun psikolojik, teknolojik ve askeri yönden caydırıcılık rolünün zayıflatılmasının ve çeşitli bahanelerle aleyhinde kampanyalar başlatılmasının arkasında çok sinsi niyetler sırıtıyordu.

TSK küçültülerek NATO’ya piyon yapılmak isteniyordu!

Ordu, 'vatani görev' sayılan askerlik hizmetinin süresini her yurttaş için eşitlemek istiyordu. Hükümetin ön şartı ise, “bedelli askerlik” kanunuydu. Ancak Bülent Arınç, “Türk Ordusuna kapsamlı bir sistem müdahalesi hazırlığı içinde olduklarını”, bu tartışmalar içinde ağzından kaçırıyordu. Sınır birlikleri ile ilgili düzenlemenin de yılsonuna kadar yasalaştırılması bekleniyordu. Daha sinsi plana göre ise; orta vadede birçok birliğin lağvedilmesi, uzun vadede ise “sembolik ordu”ya geçilmesi hedefleniyordu. Asker ile AKP’nin, askerlik sistemi konusunda çetin bir mücadeleye giriştiği gözleniyordu. TSK 'vatani görev' sayılan askerlik hizmetinin her yurttaşı kapsaması için uzun süredir bir çalışma yürütüyordu. 'Tek tip' askerlik modelini geliştiren TSK, hükümete bu raporu sunmuştu. TSK'nın askerlik süresini eşitleme planı hayata geçerse; orduların er ve erbaş mevcudunun yaklaşık 150 bin kişi azalacağı tahmin ediliyordu. Ancak, hükümetin ön koşulu durumundaki “bedelli askerlik” düzenlemesi, ordunun öngördüğü bu sistemi baltalıyordu. Hükümet kaynakları, bedelli askerliğin çıkmasını bekleyen 100 bine yakın kişi olduğunu ileri sürüyordu. Bu rakamda bir bedelli uygulaması olursa, bir celp dönemi riske girecek; mevcudu, sadece bir celp döneminde 10 binin üzerinde azalacak olan TSK’nın ardından gelecek celp dönemlerinde de silâhaltına alınacak asker bulmakta zorlanacağı biliniyordu. Dayatmalarını TSK’ya kabul ettiremeyen Recep T. Erdoğan, Güney Kore ziyareti öncesi, “bedelli askerliğin gündemlerinde olmadığını” açıklamak zorunda kalıyordu.

ABD; AB ve NATO’nun dayattığı planın bir sonraki aşaması, TSK'nın adım adım küçültülmesi kapsamında bazı birliklerin lağvedilmesi oluyordu. Askeri kaynaklar, bu yöndeki çalışmaların, 2002-2004 yılları arasında Genelkurmay Başkanı olan Org. Hilmi Özkök'ün döneminde başlatıldığına dikkat çekiyordu. Bu çerçevede atılacak adımların en başında, TSK'nın NATO'ya bağlı olmayan tek ordusu durumundaki Ege Ordu Komutanlığı'nın ortadan kaldırılması geliyordu. Bu plan, TSK'nın mevcut görev ve yapılanmasının bütünüyle değiştirilmesini öngörüyordu. Tartışılmaya bu yıl içinde başlanan;  “profesyonel sınır birlikleri” projesinin hayata geçirilmesiyle, bu bölgelerde görev yapan askeri birliklerin sınırlardan çekilmesi gerekiyordu. Hem Jandarma'nın hem de sınır birliklerin uzun vadede idari yönden Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığına, taktik komuta yönünden ise İçişleri Bakanlığı'na bağlanması hedefleniyordu. Planın tüm aşamaları gerçekleşirse Genelkurmay, komuta yönünden sembolik bir kurum halini alıyordu. Hatta personel ve birlik sayısı iyice azaltılacak olan TSK'da rütbelerin bile azaltılacağı konuşuluyordu. Uzmanlar, "Plan bu şekilde işlerse Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturacak kişi orgeneral rütbesinde bile olamayabilir" sözleriyle, TSK'nın düşeceği durumu dile getiriyordu.

Ve planın son aşaması: Hilmi Özkök’lerin Genelkurmay Başkanlığı'yla ve Türk Ordusu'nun ulusal güvenlik anlayışını değiştirme çabasıyla paralel biçimde, TSK, NATO'nun yeni konseptine uygun olarak uluslararası güvenlik için çalışacak bir kuruma dönüştürülmek isteniyordu. Artık TSK, NATO ve BM güdümünde görev yapacak; Somali, Afganistan, belki İran’a karşı kullanılacaktı. NATO, nereyi hedef gösterirse Mehmetçik oraya koşacaktı! Yani, “parası olana bedelli, garibana ise Kore, Somali” yolları açılacaktı!

Milletimiz için Ordu, hangi anlamı ve amacı taşıyordu?

Şanlı tarihler yazan ve “Nizam-ı Alem” (Yeryüzüne adalet düzeni ve huzur sistemi) ülküsü taşıyan ve bunu nice bin yıllarca başaran Aziz Milletimizin: a) Hem devlet olmaları, b) Hem medeniyete ve hâkimiyete ulaşmaları, c) Hem de devamlılık kazanmaları ve ayakta kalmalarında; 1- Kurucu, 2- Koruyucu, 3- Kurgucu özelliği taşıyan ordumuz, en temel unsur ve en hayati kurumdur. Bir devletin oluşması için en önemli öğe olan halkın “kalabalık”tan “millet”e dönüşmesi için gereken: A- Organize B- Ortak İrade C- Ve Otoriteyi sağlamak da, bu kalıcı ve akılcı kurum olan ordumuzun sorumluluğudur.

Bu nedenle, Türk Ordusunu başka ülke ordularıyla kıyaslamak; demokrasi demagojileri ve küreselleşme kem-kümleriyle onun tabii ve tarihi misyonunu kısırlaştırmaya çalışmak, son yıllarda karşılaştığımız, belki de en talihsiz ve tehlikeli bir durumdur. Gafletle veya hıyanetle yapılan bu girişimler, bizzat devletimizin temeline dinamit koymakla eşit bir şuursuzluktur. Osmanlı'nın yıkılışı öncesi, özellikle İttihatçılar döneminde orduya sabataist ve masonların sızdıkları ve bu yüce kurumu, devletimiz ve dirliğimiz aleyhine kullanmaya çalıştıkları… Ve yine, Atatürk sonrası İnönü, Menderes ve devamı sürecinde, bazı üst düzey askeri bürokratların ordumuzun bizzat dinimize, Milli değerlerimize ve Milletimize muhalif tavır takındığı izlenimi veren yanlışlıkları ve haksızlıkları, maalesef doğrudur. Ancak sağlıklı bir bünyenin, organlarına sızan mikropları, vücuda zarar vermeden etkisiz hale getirmesi ve hatta bağışıklık sistemi geliştirmesi gibi; dış güçlerin ve işbirlikçi hainlerin marifetiyle, zaman zaman ordumuza sızan ve bu kutsal kurumu Milletimizin ve devletimizin aleyhinde kullanmaya kalkışan ve bazı tahribatlar yapmayı da başaran kişilerin ve kümelenmelerin: Milli özelliğini ve asli hüviyetini asla yitirmeyen Kahraman Ordumuzun sağlam bünyesi içerisinde eritildiği ve etkisizleştirildiği de, sevinilecek ve güvenilecek bir konudur.

Asırlar sonra, aynen haber verdiği şekilde gerçekleşmesiyle Hz. Peygamberimizin mucizesi sayılan İstanbul'un Fethiyle ilgili hadislerinde: “Konstantin mutlaka feth olunacaktır. Onun emiri; ne güzel ve örnek bir komutandır. Ve Onun askeri; ne iyi ve bereketli bir ordu konumundadır.” buyurmaları: Kahraman Türk Ordusunun şeref ve faziletinin, tarihi ve talihli zaferlere öncülük edeceğinin çok açık bir müjdesi ve garantisidir. Evet, her şeye rağmen, müjdelenen ve hasretle beklenen, Türkiye merkezli yeni barış ve bereket Medeniyetinin en önemli destek ve dayanağının yine asil Türk ordusu olacağını haber veren Bediüzzaman şunları söylemektedir:

“Gariptir, hem çok gariptir (hayret edilir ki Dış güçler ve hain işbirlikçi şahsiyetler) yedi yüz sene boyunca İslamiyet’in ve Kur'an’ın elinde şeref şiar (Şan ve şerefle şöhret bulan), barika-asa (Şimşek gibi parlayan) bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülük (düşüncesini), muvakketen (geçici bir dönem) İslamiyet’in bir kısım Şeairine (Ezan, Kur'an, İmam Hatip, başörtüsü gibi dinin simgelerine) karşı kullanmaya çalışır. Fakat (tam) muvaffak olamaz (sonunda) geri çekilmeye (mecbur kalır) (Çünkü) “Kahraman ordu, dizginini onun (masonluğun Siyonist ve sabataist hıyanet gurubunun) elinden kurtarıyor” (ve kurtaracak) diye, (hadis) rivayetlerden anlaşılıyor.[3]

Bu gün sevinerek görüyoruz ki; Ordumuz softalık ve istismarcılık niyetiyle Yüce Dinimizin yobazlaştırılmasına da, laiklik ve demokratiklik bahanesiyle devletimizin ve manevi değerlerimizin yozlaştırılmasına da karşıdır, ilmi, insani, akli ve ahlaki bir çizgiyi benimsemektedir. Aziz Türk Milletinin ve Devletinin maddi ve manevi iki güçle ayakta kalacağına inanan Üstat: “İşte;

1- Haysiyet-i askeriye (yani ordunun onuru, değeri, gücü ve kuvveti)

2- Hamiyet-i İslamiye (İslam ve iman gayreti) ve Şeriat-ı Muhammediye (Kur'an'ın bütün insanlığa getirdiği adaleti) bir terazinin iki kefesindeki Ağrı dağı ile Sübhan dağı gibi iki dengeye benzer.” Diyerek, ordunun önemini ve değerini ortaya koymaktadır.[4]

Yurdumuzun barbar batılılarca işgali sırasında ve mütareke yıllarında; istila kuvvetlerine şiddetle ve cesaretle karşı çıkıp direnen ve Milli Mücadeleye ve Atatürk'ün Ankara Hükümeti’ne taraftarlık gösteren[5] Anadolu hareketine karşı İngilizlerin dayatmasıyla Damat Ferit Hükümetinin, Şeyhülislam Dürrizade imzasıyla yayınladığı “Bunlar İsyan etmiştir. Öldürülmeleri gerekir fetvasını “Müslüman halkı Kuvay-ı Milliye aleyhine kışkırttığı” için kabul etmeyen, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçinin fetvasını destekleyen ve “Zıt kavramlar yer değiştirmiştir; Zulme adalet, Cihada isyan, esarete ise hürriyet adı verilmiştir” diyerek Atatürk'ün başlattığı Milli Mücadeleyi, cihat ve hürriyet hareketi kabul eden[6] Bediüzzaman; Kahraman Türk ordusuna çok değer vermekte ve sürekli övgüyle bahsetmektedir.

“Ben bu milletin bahadır ordusunun milyonlarca efradını, eratını ve subaylarını samimiyetle seviyorum, hürmet ve haysiyetlerini, elimden geldiği kadar korumaya çalışıyorum. Ama benim garazkâr ve mason muarızlarım ise, bir tek adamı sevmek ve yüceltmek bahanesiyle, Türk ordusunun şehit olan ve hayatta bulunan milyonlarca mensubuna hıyanet ve hakaret ediyor. Bana hücum edenlerin tek bahanesi “Mustafa Kemal'e itirazım ve dost olmadığım” (iddiası)dır. Hâlbuki o beni taltif etmek (itimat ve itibar göstermek) ve bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya resmi yetkili umumi vaiz olarak göndermek üzere Ankara'ya çağırmıştır.[7] Bediüzzaman; geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki milyonlarca mensubuna hayran ve hayırhah olduğum “Bin seneden beri cengâverliğini, gaziliğini ve hakperestliğini dünyada gösteren ve ispatlayan... Kur'an’ın bayraktarlığını kılıçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir ordunun bazı kumandanlarına yanlış ve haksız bulduğum davranışları yüzünden karşı çıkmam bahane edilerek, bana bu denli hücum ve hakareti hak ediyor muyum?” Diye sormakta ve aslında Atatürk'ün istismar ve suiistimal edildiğine parmak basmaktadır.[8]

Son devrin büyük âlimlerinden Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin şu tespitleri büyük önem taşıyordu:

“Türklük bir içtimai kavramdır. Biyolojik ve ırksal bir olay olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Türklük sosyal bir ırktır, bu Milletin adalet ve hürriyet yolunda mücadele vermiş ve kendisini Allah'a ve insanlığa vakfetmiş kimliği” şeklinde algılanmalıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin “Dünyanın neresine giderseniz gidin, Türk demek Müslüman demektir” sözleri de bu anlamdadır. Türkler, Emeviler döneminde Müslüman ordularının Türkistan İstilası sırasında Arapları daha yakından tanımışlardı. Bu dönemde, Arapların fetih hareketine katılan ve henüz İslam ahlakını sindirememiş bulunan bazı askerlerin yağmaya girişmesi, Türklerde, Emevi yönetimine karşı düşmanca tepkileri oluşturmuştu. Bu nedenle, Emevi yönetimine karşı çıkan Ehli Beyte mensup ihtilalci şahsiyetlerin Türklere sığınması Peygamberin nesline karşı kuvvetli bir sempati doğurmuştu. Emevilere karşı isyan eden Ebu Müslim'in ordusunda henüz Müslüman olmamış çok sayıda Türklerin de yer alması bunun neticesi olmalıdır. Ehli Beyte karşı oluşan bu yakınlık, Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonra daha da gelişmiş, bu konuda birçok destan ve menkıbenin meydana gelmesine yol açmıştır. Sonraki zamanlarda bu durum, Ehli Beyt soyunun Araplardan çok Türklere yakın olduğu kanaatini yaygınlaştırmıştır. Meşhur Tarihçi Cahız, Horasanlılar hakkında bilgi verdikten sonra şunları yazar: “Buna göre Türkler Horasanlı ve halifelerin (Abbasiler) pek yakın akrabaları olan mevlalarıdır (dostları)dır. Bunun neticesi Türk, bunların hepsinin sahip olduğu üstünlüklere sahip çok şerefli bir kavimdir.”[9] 

Hendek savaşı sırasında, Hz. Peygamberin, ilk kazı işlerini ve şehrin müdafaasını kontrol etmek için seçtiği yer olan Seyhan denilen tepede kurdurduğu çadır, Kendi ifadesiyle “Kubbe-i Türkiye” (Türk Çadırı) idi.[10]

Bu konuda, Taberi Tarihinde, Amr b. Avf’dan naklen malumat verilmektedir. Medine etrafına hendek kazılması sırasında büyük bir kaya çıkması üzerine şunlar nakledilir: “Selman hendekten çıkarak (haber vermek için) Hz. Peygamberin bulunduğu yere geldi. Bu sırada Hz. Peygamber Türk çadırını (Kubbe-i Türkiye) kurmakla meşgul idi”[11] Bu gün bu yere, Hz. Peygamberin ikamet ettikleri “Kubbe-i Türkiye”nin hatırasına Zübab Camii inşa edilmiştir.[12] Hz. Peygamber Mekke'nin Fethinden sonra, burada kaldığı 15 gün müddetinde, Ebu Talip ve Hz. Hatice'nin kabirleri yakınında kurduğu “Kubbe-i Türkiye”de ikamet etmişlerdir.[13] Araplar buna “Gubba Turkıya” yani Türk Çadırı demişlerdir.[14] Bütün bunlar Hz. Peygamberin Türk kavmine ve Türk askerine olan özel ilgi ve sevgisinin bir göstergesi sayılır.

Aynı konuda, İzmirli de değerli bilgiler verir: “Müslim'in Sahih'inde Kadir gecesinin fazileti babında İstanbul'da olan Ebu Şeybeti Hudri'nin kardeşi Ebu Saidi Hudri'den tahriç (çıkartma) ettiği üzere, Hz. Peygamber, bir ramazan ortalarında, bir Türk çadırında itikâf[15] etmiştir. Şarih[16] Nevevi bunu küçük geçe (keçe) çadırı diye tefsir ediyor ki tamamıyla bir Türk çadırıdır.[17] İzmirli bir başka makalesinde, Hz. Peygamberin bu çadır da, Ramazan ayında “tam on gün on gece Rabbına ibadette bulunmuştur” demektedir.[18] İzmirli, “Peygamber ve Türkler” adlı makalesinde, Kazan'ın tanınmış bilgini Şehabettin Mercani'nin (Öl.H.1306) “Müstefadülahbar” adlı eserinde, İbnü'l Esir'in “Üstüdülgabe fi Marifetissahabe”sine dayanarak, Hz. Peygamber'in Türk hakanına, Türkçe bir mektup yazmış olduğunu belirtmektedir, İzmirli o devirde Hz. Peygamberin çevresinde Türkçe bilenlerin bulunduğunu da anlatır.[19]

Ordumuz, niye yıpratılmaya çalışılıyordu?

Dış güçlerin, AKP hükümetinin ve özellikle CIA-MOSSAD maşası Cemaatin Kahraman Ordumuzu “layt”laştırmak ve laçkalaştırmak amacıyla, önce milli ve haysiyetli Paşaların Genelkurmay Başkanlığını önlemeye ve komuta kademesini biri birine düşürmeye yönelik girişimleri başarısız kalınca, bu sefer “ordu yapısı değiştiriliyor!?” haberleriyle ortalık karıştırılmaya çalışılıyordu. “26.08.2006 tarihli Milliyet Gazetesi, (CNN Türk-Kemal Yurteri) kaynaklı şu kışkırtıcı haberi yayınlıyordu:

Türk Silahlı Kuvvetleri, tarihinin en büyük değişimine hazırlanıyor. Yeniden yapılandırma planına göre, iki ordu karargâhı lağvedilecek, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları, Genelkurmay çatısında birleşecek. Türk Silahlı Kuvvetlerinin kara gücü, iki ana komutanlık haline getirilecek. Genelkurmay Başkanı Özkök'ün uzun zamandır üzerinde çalıştığı plana direnen bazı generaller de tasfiye edildi ve edilecek. Kademeli olarak yaşama geçirilecek plan için bazı adımlar atılıyor. Önümüzdeki yıllarda köklü değişikliklerin yaşama geçirilmesi hesaplanıyor. Plana göre 4 orduya sahip Kara Kuvvetleri Komutanlığında; Ege Ordusu ve 3. Ordu lağvedilecek, sadece birinci ve ikinci ordular kalacak. Plan, karargâhı İstanbul'da bulunan 1. Ordu ve Karargâhı Malatya'da bulunan 2. Orduyu “Doğu ve Batı Grup Komutanlıkları” haline getiriyor. Türkiye bu iki ordunun görev sahasına bölünecek” deniyordu. Planda Genelkurmay Karargâhının yapısı tamamen değişiyor, merkezi bir karargâh kuruluyordu. Yıllara yayılan plana göre Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Genelkurmay Başkanlığının çatısına çekilmesi, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları,  halen mevcut olan taktik birimlerde yeni değişikliklerle plana tamamen uyumlu hale getirilmesi hedefleniyordu.

Kuvvet komutanlıkları kapatılıyor(muş!)

Böylece, Kuvvet komutanlıkları Genelkurmay Başkanı’nın yardımcıları haline geliyordu. Kuvvet komutanları yerine, birimlerden sorumlu yardımcılar bulunuyordu. Plandaki önemli bir değişiklik de, bütün kuvvetlerde ayrı ayrı bulunan, lojistik, istihbarat, plan prensipler, eğitim gibi daire başkanlıkları da iptal edilerek, bu birimlerin Genelkurmay Karargâhındaki, daire başkanlıkları tarafından tek merkezden yürütülür hale getirilecek deniyordu. Genelkurmay Plan Prensipler Başkanlığı’nın da, ikiye ayrılması, Genelkurmay ‘da mali işlerden sorumlu yeni bir J. Başkanlığı da kurulması ve böylece mali yönetimin de tek elde toplanması amaçlanıyordu. Plan bu haliyle Amerikan ve İngiliz ordularının karma bir modeli olarak nitelendiriliyordu.

Direniş tasfiye getiriyor(muş!)

Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevinde iken üzerinde çalıştığı planı, Genelkurmaya gelince hızlandırıyordu. Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından yürütülen çalışmalar sırasında bu plana, hem kuvvet komutanlıklarından, hem de Genelkurmaydan direniş geliyordu. Hatta Dönemin Harekât Başkanı Emekli Korgeneral Köksal Karabay'ın bu nedenle pasif göreve atandığı ve erken emekliliğini istemek zorunda bırakıldığı belirtiliyordu”

E. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın, Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim töreninde kesin ve keskin bir dille yalanladığı bu, “Ordudaki değişim ve küçülme” haberleri, maalesef adım adım gerçekleştirilmeye çalışılıyor ve şu sinsi amaçları güdüyordu:

1- Orduyu karıştırmak ve kuvvet komutanlarını G. K. Başkanı’na karşı kışkırtmak

2- NATO kontrolü dışındaki Ege Ordumuzun lağvedileceğini öne sürüp yeni G.K. Başkanımız aleyhinde şüpheler ve şaibeler oluşturmak ve milletçe kendisine duyulan itimat ve itibarı sarsmak

3- İleride yapılması münasip ve muhtemel değişim projelerinin, çok farklı ve aykırı biçimde ortaya döküp, yeni komuta kademesinin hayırlı ve yararlı girişimlerini, peşinen boşa çıkarmak

Malum ve mel'un (Masonik) merkezler, bu tür çıkışlarıyla; ABD, NATO, İsrail ve Yahudi Lobileri gibi dış güçlere: “Bu yeni G.K. Başkanı ve ekip arkadaşları bizim kontrolümüz dışındadır. Milli Haysiyetli amaçlar taşınmaktadır. Gerekli önlemler alınmalıdır.” Mesajını ulaştırmaya çalışmak… İşte bütün bu şeytani hesapları fark eden bazı komutanlar, devir teslim törenlerinde, oldukça kararlı ve tutarlı bir tavır sergiliyordu.

Org. Yaşar Büyükanıt'tan Sert ve net tepkiler geliyordu.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda düzenlenen devir teslim töreninde konuşan Orgeneral Yaşar Büyükanıt sert mesajlar veriyor, “Türk Silahlı Kuvvetleri'nin etkisizleştirilmeye çalışıldığını, bu çabaların son dönemde artırıldığını” söyleyerek ”bu çabaların Türkiye Cumhuriyeti’nin niter yapısından rahatsız olan çevreler tarafından yapıldığını” belirtip, mücadelelerinin kararlılıkla süreceğini vurguluyordu. “Son zamanlarda askerlere iğrenç saldırılar yapıldığını” hatırlatan Büyükanıt, “bu kampanyaları sürdürenlerin kendi yarattıkları 'iğrenç bataklıkta’ boğulacaklarını ve günü geldiğinde bu kişilerin hesap vereceklerine inandığını” hatırlatıyordu. Bu saldırıların kendilerini yıldırmayacağını belirterek ve “rüzgâr belki küçük ateşleri söndürebilir, ama büyük ateşleri ise daha da güçlendirir. Ne Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet değiştirilebilir ne de ülke bölünebilir” diyen Büyükanıt'ın konuşması hararetle alkışlanıyordu.

Org. Başbuğ: 'Kararsızlıklar terörü besler' diye uyarıyordu!

Orgeneral Büyükanıt'tan Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini devralan Orgeneral İlker Başbuğ da güvenlik konseptinin küreselleşme ile birlikte değiştiğini ifade ederek, “Türkiye'nin küresel düşünüp, Ulusal hareket etmek” durumunda olduğunu belirtiyordu. Türkiye'nin geniş bir tehdit yelpazesiyle karşı karşıya olduğunu kaydeden Org. Başbuğ, “Ege ve Doğu Akdeniz'deki dengelerin değiştirilme çabası ve uluslararası anlaşmalardan doğan kazanımlara zarar verecek davranışların Türkiye'nin güvenliğini etkileyebilecek simetrik riskleri oluşturduğuna” dikkat çekiyordu. “Bu gibi risklerin Türkiye'nin güçlü bir silahlı kuvvetlere sahip olmasını zaruri kıldığını” belirten Başbuğ, “teknolojik olanaklardan yararlanarak, modüler ve esnek her ortamda görev yapabilecek bir gücün oluşturulması göz önünde bulundurulacaktır” oluyordu. Sözlerini Türk Silahlı Kuvvetlerin yıpratılmaya çalışıldığına ve bölücü terör örgütünün de amaçlarına ulaşmak için demokrasiyi kullandığına vurgu yaparak: “Terör örgütünün etkinliği bitirilene kadar operasyonlar sürecektir. Çünkü kararsızlıklar bölücü terör örgütlerinin umudunu besleyecektir” uyarısıyla bağlıyordu.

Sn. Büyükanıt’la, Sn. Başbuğ’un söylemleriyle eylemleri arasında rahatlatıcı bir uygunluk gözlenmese de, bu sözler gerçeklerin ifadesi oluyordu. Çünkü güçlü ve güvenilir bir ordunun, ancak toplumun inancıyla ve hayat tarzıyla barışık ve her yönüyle Milli temellere ve hedeflere bağlı bir anlayışla oluşup başarıya ulaşacağı asla inkar ve itiraz edilmez bir gerçek olarak karşımızda duruyordu!..

 

--

Mart 2014 - Milli Çözüm Dergisi



[1] Bak: Abdullah Aymaz, Yorumsuz. II Zaman 10 Şubat 2014

[2] Milli Gazete / 26 01 204

[3] 5.Şua 3.Küçük Mesele. 3. hadise

[4] Divanı Harbi Örfi

[5] Külliyat Nesil Yay. 1. cilt Sh: 1080- Başbakanlığa mektup

[6] Bediüzzaman'ın Hayatı Yeğeni Abdurrahman Nursi Sh: 106-107 Piran Yay. İst.

Yorum Yaz