Şubat 14 14:29

ORDUYU ÖZELLEŞTİRME ÇABALARI VE HIYANETİN ÇIBANBAŞLARI

ORDUYU ÖZELLEŞTİRME ÇABALARI VE HIYANETİN ÇIBANBAŞLARI

ORDUYU ÖZELLEŞTİRME ÇABALARI VE HIYANETİN ÇIBANBAŞLARI

NATO, Milli orduları “dolaylı özelleştirmenin” ve emperyalizmin güdümüne çekmenin en sinsi ve en etkili adımıydı. Böylece bütün orduların silah envanterlerinden eğitim sistemine, tatbikat projelerinden istihbarat birimlerine, her türlü bilgileri artık NATO’nun kontrolü altındaydı. Artık NATO’ya bağlı bütün ülke orduları, bu örgütü kuran ve kullanan Siyonist-haçlı merkezlerin emperyalist hedeflerine hizmetçi konumuna taşınmıştı. Uzun bir zaman, ittifaka dahil ülkeleri, Sovyet Rusya tehdidinden ve Komünizm tehlikesinden koruyacağı iddiasıyla halkları avutan ve karanlık odaklar, Komünizm iflas edip Sovyetler birliği dağılınca, bu sefer “muhtemel ve müşterek düşman!?” yerine İSLAM’ı koymuşlar, “ılımlı” yani Batı ile uyumlu olmayan, özellikle Kur’ani bir nizamı ve İslami hayat tarzını savunup amaçlayan tüm Müslümanları “radikal” sayıp, terörün kaynağı gibi göstermeye başlamışlardı. Kendilerini haklı çıkarmak ve dünya kamuoyunu aldatıp korkutmak için, “EL-KAİDE” gibi örgütleri piyasaya salmışlardı. Hatta, Türkiye’nin NATO’ya kabulün gizli şartı ve açık dayatması olarak bir tugay Mehmetçik Kore’ye yollanmış, Amerikan Conileri yerine, Komünist Rus ve Çin ordularının önüne kurbanlık gibi atılmışlardı.

“Özel ordu- Paralı asker” kavramı ve arkasındaki Yahudi parmağı!

Dışarıdan sizin için savaşacak birilerini bulmak ve güdümünüzde tutmak, savaşın kendisi kadar eski sayılır. Mısır Firavunlarından Viktorya dönemi Britanya’sına kadar neredeyse her imparatorluk şu veya bu şekilde yabancı birliklerle anlaşma yapmıştır. Benzer şekilde hemen hemen her çağa ait edebi eserlerde bunların hikayelerine rastlanır. Bazı devirlerde, “paralı askerler” olarak bilinen ve en yüksek teklifi veren taraf için savaşan bu özel savaşçılar, yabancı güçlerin sinsi ve siyasi teşebbüslerin sonucu oluşmaktaydı. Günümüzde çok daha iyi biçimde örgütlenmiş ve eğitilmiş birlikler, kiralık katiller, kendilerini emperyalizmin hizmetine sunmaktadır. Her ikisinde de önemli unsur maddi amaçlarıydı: Yani savaşmakla elde edilen kazançlarıydı. Barbar Batının vahşet ve dehşet çağı olan günümüz dünyasında özel askeri endüstrisini anlamak için gereken altyapıyı, bunların faaliyet alanlarını ve sömürü sektörünün gelişmesine etki eden şartları özellikle ve derinlemesine incelemek lazımdı. Bu paralı askerler ve kiralık lejyonerler, emperyalizmin ve Siyonist sömürü düzenini önünü açan ve işini kolaylaştıran şeytanın savaşçılarıydı.

Askerlik tarihinin özelleştirme perspektifinden yeniden anlatılmasında kavranması gereken nokta bu tip aktörlerin her devirde zalim devletler, hain diktatörler ve işbirlikçi çevrelerce, masum ve mazlum topluluklara karşı kullanıldığıdır. “Bizim genel varsayımımız, savaşın Milli ordular tarafından, ortak ve meşru bir amaç için mücadele yapılması yolundadır. Oysa bu idealleştirme kılıfıdır. Çünkü tarih boyunca savaşçılar, kar amacı güden ve tek bir hükümete sadakat beslemeyen özel birliklerden oluşmaktadır” diyen, ABD Savunma bakanlığı ve Brookings Enstitüsü uzmanı Yahudi Peter Warren Singer, hem tarihi gerçekleri çarpıtıyor hem de NATO ve BRS (Askeri Destek Şirketi) gibi kurumlara meşruiyet kazandırmaya çalışıyordu. Bu maksatla Özel askeri kuruluşlar ve paralı ordular zaman içinde sistematik olarak gelişim gösteriyor, hükümetler güçsüz düşürülüyordu. Serbest piyasada askeri anlamda büyük imkanlar bulunabiliyor ve en etkin şekilde örgütlenmiş olan aktörler genellikle çok uluslu Yahudi şirketleri oluyordu. Kısacası, askerlikte özelleşmenin tarihi çoğunlukla, Soğuk Savaş sonrası günümüz dünyasını andırıyordu.

Milli Devletlerin ve merkezi denetimin zayıflatılması özel asker için uygun bir ortam yaratıyordu.  Paralı askerlerin çoğu kendilerini aslen bir kimseye bağlanmadan, hizmetlerinin karşılığında yeterli ücret ödeyen herkes için çalışan profesyonel askerler olarak görürken, er ya da geç paranın arkası kesileceğini veya savaşın sona ereceğini herkes biliyordu. Bu durumda da askerler işsiz kalırdı. Dönebilecekleri bir evleri ya da kariyerleri olmadığı için de, bu askerlerin çoğu Siyonist odaklarca birleştirilip kendi aralarında “şirketler” oluşturuluyordu. Bunlar, grup olarak askerlerin istihdamına olanak sunmak veya en nihayetinde birbirlerine destek ve koruma sağlamak için kuruluyordu; ama para kazanmaları içinde yeni savaşların kışkırtılması gerekiyordu.

Ancak özel askeri birliklerin Siyonist dünya sistemine entegre olması kademeli şekilde gerçekleşiyordu ve Avrupa birliği hedefiyle tamamlanıyor ve NATO’ya dönüşüyordu.  Böylece birçok profesyonel ordu, hizmet ettiği milletlerle milli ve manevi bağlarını fikren değilse de fiilen koparmış oluyordu.

BRS’nin amacı ve etkinlik alanı!  

“Ticaret, kendi silahımızın gücü ve koruması altında ve kutsal çıkarlarınız yararına başlatılıp sürdürülmelidir. Ne ticaretin savaşsız, ne savaşın ticaretsiz yürütülmesi mümkün değildir” diyen, Hollanda Doğu Hindistan şirketi genel başkanı Yahudi asıllı Jan KOHEN ve “Askeri Destek Şirketi: BRS’yi” kurup geliştiren diğer Siyonist Yahudi Herman Brown: “Gelişmeleri takip edin, yoksa siz farkına bile varamadan geri kalabilirsiniz. Kolay şeyleri herkes yapabilir. İlerlemek istiyorsanız zor olanı başarmaya girişin, savaşları ve barışmaları siz kontrol edin” derken aynı şeytani hedefle hareket etmektedir. BRS, savaşlara destek sektöründe ve paralı kiralık askerlikte en önemli şirketlerden birisidir. Brown&Root ismi soğuk savaş sonrası dönemde Amerikan ordusunu oldukça meşgul eden acil durum operasyonlarıyla anılır hale gelmiştir. Şirket 1992 yılından bu yana Irak, Afganistan, Arnavutluk, Bosna, Hırvatistan, Yunanistan, Haiti, Macaristan, İtalya, Kosova, Bosna, Kuveyt, Makedonya, Suudi Arabistan, Somali, Türkiye, Özbekistan ve Zahire’de faaliyet göstermiştir. Kısacası Amerikan ordusu nereye gidiyorsa Brown & Root da oraya gitmektedir. Şirketin eski CEO’larından olan dönemin Bakan yardımcısı Dick Cheney bu konuya ilişkin şunları söylemektedir: “Balkanlar’da ve Ortadoğu’da askerlerimizi ilk karşılayan ve onları en son uğurlayan kişiler bizim kardeşlerimizdir.” Hatta Kosova’daki Amerikan Barış Gücü askerlerinin kendi aralarında üniformalarında Brown & Root reklamının olması gerektiğine dair şakalar yaptığı bilinmektedir. Oldukça kapsamlı bir şirket olan BRS’nin personel sayısı ve gayri safi geliri askeri tedarik ve danışma sektörlerindeki benzer şirketlere kıyasla oldukça yüksektir. Şirket çalışanlarının sayısı 30,000 ve toplam gayri safi geliri ise yıllık 9 milyar Dolar seviyesindedir. Fakat BRS birçok yönüyle Executive Outcomes ve MPRI şirketlerine benzemektedir. BRS de diğer iki şirketle yaklaşık aynı zaman dilimi içinde, aynı şekilde orduların küçülmesi ve askeri müdahale ve operasyonların artmasıyla ortaya çıkan iş fırsatlarını önceden sezerek bu piyasaya girmiştir. Tüm askeri endüstrilerde olduğu gibi BRS çalışanlarının çoğu da emekli askerlerden meydana gelmektedir. BRS’nin şirket geçmişi de askeri tedarik ve danışma sektörlerinde son zamanlarda ortaya çıkan şirketlerin birleşmesini doğrular niteliktedir. Şirket yıllık geliri 26 milyar Dolar olan ve 100 ülkede 100,000’in üzerinde çalışanı bulunan dünya çağında Yahudi güdümlü bir inşaat ve elektrik şirketi sayılan, Haliburton Holding’e bağlı hizmet vermektedir.

Askeri destek şirketlerinin lojistik alanda dış kaynak hizmeti (outsourcing) gibi alanlara girmeleri yeni büyük bir pazarın oluşmasına işarettir. Lojistik, askeri malzeme, vasıta ve personeli temin, bakım ve ulaşımıyla uğraşan, kısacası sahadaki birliklere destek olan bir araçlar bütünü olarak tanımlanabilir. Lojistik faaliyetler askeriyelerin işleyişlerinde de belirleyici bir role sahiptir. Bu tür faaliyetlerin işleyişlerinde de belirleyici bir role sahiptir. Bu tür faaliyetler genellikle ikinci planda kalıyor gibi görünse de ordunun muharebe sahasındaki nihai başarısı açısından kritik öneme sahiptir. Tarih lojistiğin operasyonel ve stratejik düzeyde muharebelerin can damarı olduğunu göstermiştir. Askeri destek şirketleri bir bakıma NATO çerçevesinde kontrol altına alınan devlet ordularına altyapı imkanlar sağlayan özel organlar gibidir. Çatışma alanlarına yabancı yatırım getiren tedarik şirketlerine benzer olarak Brown & Root gibi destek şirketleri de askeri kuvvetlerin konuşlandırılmasına ve operasyonlarına hazırlık görmektedir. Şirketin sağladığı yardımlar o kadar önemli ki Amerikan askeri planlama uzmanları artık BRS veya lojistik hizmet sağlayan benzer şirketlerin varlığı olmadan kapsamlı bir askeri operasyon tasavvur edememektedir.

Paralı Asker Şirketlerinin Örgütsel Yapısı!

Brown&Root Services ve genel olarak Halliburton şirketinin ortaya çıkış hikayesinin; Avrupa haritasının yeniden çizilmesine yol açan ve yeni bir çatışma yüzyılının temellerini atan ve Avrupa Birliğini kurup güdümüne almayı amaçlayan Siyonist planı Versay Antlaşması’nın imzalandığı 1919 yılına dayandığı bilinir. Bu tarihte Erle P. Halliburton Oklahoma’ya bağlı Wilson’daki evinin tek odasında petrol kuyularını çimentolama şirketi olan New Method Oil Well Cementing Company’i hayata geçirmiştir. Bu sırada komşu eyalet Teksas’ta da Yahudi George ve Herman Brown kardeşler kayın biraderleri Dan Root’un finansal desteğiyle Brown & Root inşaat ve mühendislik şirketini meydana getirmiştir. Kardeşi Herman’ın 1963 yılında vefat etmesinden sonra George Brown, Brown & Root şirketini Halliburton’a 36,7 milyon Dolar karşılığında satıvermiştir. Oluşan bu şirketler grubu sonraki yıllarda büyük ilerleme kaydetmiştir. Bugün Brown & Root ABD’nin sayılı mühendislik ve inşaat şirketlerinden birisi haline gelmiştir. Şirket aynı zamanda Apollo 13 uzay aracında bulunan mürettebatın hayatını kurtaran geçici karbondioksit temizleme sistemi projeleriyle NASA uzay programı içinde de önemli roller üstlenmiştir. Günümüzde çalışan sayısı olarak Brown&Root 80,000 ve Halliburton 100,000 seviyesine geçmiştir. Körfez savaşının kışkırtıcıları: Bu Yahudi şirketi 100’ün üzerinde alt şirketiyle tüm dünyada faaliyet sürdürmektedir. Daha önce olduğu gibi bu seferde şirketin gelirlerinin büyük bir patlama yaşamasının ardındaki etken savaş sektörü ve sistemidir. Körfez krizinin arından 320 petrol kuyusundaki yangını kontrol altına almak için paralı Halliburton personeli görevlendirilmiştir. Ayrıca Kuveyt’teki hasar görmüş tüm kamu binalarının hasar tespiti ve onarım işleri de Brown & Root şirketine verilmiştir. BRS kurulduktan kısa bir süre sonra askeri piyasaya adım atmış. Şirket 1992 yılında Amerikan Ordusu LOGCAP (Lojistik Sivil Artış programı) çerçevesinde muhtemel durum harekatlarının planlama sürecinde ordu ile birlikte çalışmasını öngören bir sözleşme imzalamıştır. İmzalanan bu sözleşmeyle Amerikan ordusu ilk defa böylesine küresel çapta bir planlama sürecini özel bir kuruluşa aktarmıştır. Sonraki on yıl içinde Halliburton faaliyetlerini genişletip hızlandırmış ve tüm idari birimleri tek bir çatı altında toplayarak şirketini yeniden yapılandırmıştır. 1995 yılında eski ABD Savunma Bakanı Dick Cheney şirketin başına atanmıştır. Şirket 1996’da petrol piyasasındaki durgunluğa rağmen çok iyi bir ekonomik performans sağlamış ve bunu oldukça karlı askeri sözleşmeler sayesinde yakalamıştır. Şirketin yayınladığı faaliyet raporunda yaptığı işlerin ne kadarını askeri işlerle bağlantılı olduğu tam olarak açıklanmamakla birlikte, petrol ve gaz endüstrileri için ifade edilen rakamlar çıkarıldığında yıllık gelirin yaklaşık 8 milyar Dolarlık bir kısmını yürütülen askeri faaliyetler sonucu kazanıldığı sonucuna varılmaktadır. Üstelik bu rakamlar petrol piyasasındaki durgunluk nedeniyle diğer tüm rakip şirketler kriz yaşarken bile artmıştır. Brown&Root’un değeri Balkanlarda büyük çaplı askeri destek faaliyetlerine başlamasının ardından üç yıl içinde petrol endüstrisinde bulunan benzer şirketlere kıyasla yüzde 20 daha fazla çoğalmıştır.

İş Dünyası ve Siyaset: Brown & Root Şirketiyle Bağlantılı Siyaset Adayları!

Brown & Root’un başarısındaki faktörlerden birisi de siyasete olan yakın irtibatıdır. Şirketin 1937 yılında Büyük Bunalım’ın tavan yaptığı bir dönemde almış olduğu Mansfield Barajı projesi hem şirketin kendisi hem de sonraki dönemlerde ABD Başkanı olacak olan Lyndon Johnson’un kariyerini kurtarmıştır.

Eski ABD Savunma bakanı Dick Cheney’in 1995’te Halliburton’un CEO’su olmasının ardından Brown & Root’un siyasi bağlantıları kamuoyuna daha fazla yansımaya başlamıştır. Cheney önceki görevinden dolayı herhangi bir nüfuz kullanımının söz konusu olmadığını vurgulayabilmek için BRS’nin Amerikan ordusuyla imzaladığı sözleşmelere bilinçli olarak bizzat kendisi katılmamıştır.

2000 yılı yazında Cheney başkanlık seçimi için George W. Bush’un ekibinde aday gösterildiği için şirketten ayrılmıştır. Şirketin yönetim kurulunun Cheney için 33,7 milyon Dolarlık bir emeklilik ikramiyesi verme kararı aldığı yazılmıştır. Seçim kampanyası sürecinde Cheney Clinton yönetiminin balkanlara çok fazla Amerikan askeri göndermesine karşı çıkmıştır. Ancak burada ilginç olan nokta şu ki çok kısa bir süre sonra başında olduğu şirketin ekonomik gücünü sağlayan etken Amerikan askerlerinin ülke dışında görevlendirilmesini ve özel-paralı-kiralık asker şirketlerine büyük imkan ve imtiyazlar verilmesini bizzat kendisi sağlayacaktır.

Şimdi asıl sorulması, doğru ve doyurucu yanıtın alınması gereken şudur: Türkiye’nin, güya NATO bünyesinde ve ABD ile stratejik müttefiklik çerçevesinde; Afganistan’a, Lübnan’a, Libya’ya ve Sudan’a gönderdiği ve maalesef küresel zulüm ve sömürü sistemine alet ettiği Mehmetcikler, dış güçlerce bu paralı ve kiralık askerlerin en ucuzu ve en uyumlusu mu sayılmaktaydı?

TSK yenilmese açılım olmazdı!

Büyük İsrail’in küçük ortağı olacak Kürdistan’ın mimarlarından CIA uzmanı Yahudi Henry Barkey, Irak Üzerine Düşünceler isimli internet sitesine röportaj veriyordu. Türkiye'nin Kürt açılımının ve Barzani ile yakınlaşmanın ancak TSK'nın yenilgisi ve tasfiyesiyle gerçekleşebildiğini söyleyen Barkey, Kürtler üzerinde etkisini kaybetmemek için Barzani'yi fazla Erdoğan yanlısı bir tablo çizmemesi konusunda uyarıyordu.

Türkiye'nin Kürt sorununa bakışının 2005 yılı civarında, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Neçirvan Barzani ile görüşmeye çalışmasıyla başladığını söyleyen Henri Barkey bu çabanın Türk Genelkurmayı tarafından engellendiğini ve Türkiye-Kuzey Irak yakınlaşmasının uzun süre ekonomik kulvardan, AKP'nin Kuzey Irak'ta yatırımları teşvik etmesiyle ilerlediğini belirtiyordu. Türkiye'nin içindeki ve dışındaki Kürtlerle ilişkide en önemli yılın 2007 olduğunu vurgulayan Barkey, "Ordu Gül'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesini engellemeye çalıştı ve kaybetti. Ordunun yenilgisi belirleyici oldu; bu tarihten sonra Türkiye'nin Kürt politikasının dönüştüğünü görebilirsiniz" diyordu. Barkey, Başbakan Erdoğan ile Barzani'nin Diyarbakır buluşmasıyla ilgili olarak "Barzani, fazla Erdoğan yanlısı olmamaya dikkat etmeli. Türkiye Kürtleri üzerinde etkisini (ya da etkili olduğu algısını) koruması buna bağlı. İnce bir denge bu, ama başarabilir" diye uyarıyordu.

TSK’nın Yapısı ve Yıpratılması

Siyonist odakların Büyük İsrail hedefiyle kışkırtıldığı, Mason İttihatçıların ise balıklamasına atladığı I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu 7 cepheden saldırıya uğrarken 2.850.000 kişiyi silah altına alıyordu. 70 piyade, 2 süvari tümeninden kurulu 24 kolordulu 9 ordu birliğinden oluşan bu yapı Mondros Mütarekesi'nden sonra zorunlu terhislerle 50.000 kişiye indiriliyordu. Osmanlı Ordusu'nun kalan iki kolordusundan biri Suriye cephesinden Ankara'ya konuşlanan Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu, diğeri ise Kafkas Cephesinde Erzurum'da konuşlandırılmış Kâzım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu'ydu.

Şanlı Türk Kurtuluş Savaşımız sırasında ve sonrasında bu kolordular ve Kuva-yi Milliye oluşumları TBMM tarafından düzenli hale getirilerek bugünkü Ordumuzun temelleri atılıyordu. Kurtuluş Savaşı TSK’nın katıldığı ve kazandığı ilk savaş oluyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda bu ordular yeni bir yapılandırmayla Türk Silahlı Kuvvetleri adını alıyordu. Türk Ordusu Cumhuriyet tarihi boyunca birçok isyan bastırıyor, Kore Savaşı ve Kıbrıs Harekâtı'nda savaşıyor, PKK'ya karşı başarılı operasyonlar yapıyordu. Ayrıca Afganistan, Kosova, Lübnan, Somali gibi birçok ülkeye NATO ve BM güdümündeki uluslararası askeri kuvvetlere destek amaçlı asker gönderiyordu.

Şanlı Kurtuluş Savaşımız!

I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'nce işgali sonucunda Misak-ı Milli sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için çok cepheli siyasi ve askeri mücadele başlatılıyordu. Mustafa Kemal önderliğinde 1919-1922 yılları arasında yapılan gayretler sonucu 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile resmen sona eriyor ve Misak-ı Milli hedeflerine büyük ölçüde ulaşılıyordu. Ağustos 1922'de Türk kuvvetleri 200.000 askerle Batı, Doğu ve Güney cephelerinde savaşıyor, derken Sakarya Meydan Muharebesi, Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi'yle kutlu sona ulaşılıyordu.

Kıbrıs Barış Harekâtımız!

Kıbrıs Harekâtını, 20 Temmuz 1974'te Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yüksek dirayet ve cesaretiyle verdiği karar neticesinde Türk Silahlı Kuvvetleri başlatıyor ve zaferle sonuçlandırılıyordu. Harekâtın sonucunda tüm Haçlı Batının ve Amerika’nın desteklediği Rum birlikleri mağlup ediliyor,  ve Kıbrıs'ın kuzeyinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruluyordu.

PKK Terörü ile mücadele safhamız!

Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK ile 1980'li yıllardan beri mücadele yürütülüyor, defalarca bitirdiği bu kanlı ve kiralık örgüt, dış güçler ve Siyonist çevrelerce yeniden diriltilip karşımıza çıkarılıyordu. Millî Savunma Bakanlığı verilerine göre 1984-2009 arasında 5821 asker ve subayımız, 775 emniyet elemanımız, 1350 köy korucusu, 4.828 sivil vatandaşımız çatışma ve saldırılarda hayatını kaybediyor, yaklaşık 28.000 PKK militanı ise öldürülüyordu. Bu mücadele çerçevesinde PKK'nın iki numaralı adamı Şemdin Sakık 14 Nisan 1998'de, elebaşı Abdullah Öcalan ise 15 Şubat 1999'da yakalanıyor (veya çok sinsi maksatlarla ve dış odaklarca bize teslim ediliyor), yargılama süreçlerini takiben vatana ihanet suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılıp İmralı’ya konuluyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri 1991 yılından beri Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yönelik Süpürge, Kazıma, Atmaca, Çelik, Tokat, Çekiç, Şafak, Sandviç ve Güneş kod adlı sınır ötesi harekâtlar düzenliyor, büyük başarılar elde ediyor, ama sonunda PKK ile masaya oturuluyor, TSK yenilmiş gibi gösteriliyordu.

TSK Yapılanmamız: Genelkurmay Başkanlığı.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yöneten ve yönlendiren Türkiye'deki en üst düzey askeri birim oluyordu. Savaşta Başkomutanlık görevini Cumhurbaşkanı adına yerine getiriyordu. Kuvvetlere komuta etmek, bunların savaşa hazırlanmasında personel, haber alma, harekat, yapılanma, eğitim-öğretim ve lojistik hizmet ilkeleri ve programları yürütmek Genelkurmay Başkanlığının sorumluluğunda bulunuyordu.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı

Türk Kara Kuvvetleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en büyük birimi sayılıyordu. Bünyesinde 4 Ordu, 14 Kolordu, 8 Mekanize Tümen, 11 Zırhlı Tugay, 23 Mekanize Piyade Tugayı, 15 Motorize Piyade Tugayı, 8 Komando Tugayı, 4 İnsani Yardım Tugayı, 5 Topçu Tugayı bulunuyordu. Ayrıca Kıbrıs’ta Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri adı altında bir kolordu seviyesinde yaklaşık 60.000 Personel barındırıyordu. Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'nin korunması ve kollanması ile ilgili kendisine verilen görevleri yerine getiriyor. Türk Kara Kuvvetindeki asker (er ve erbaş) sayısı 550.000’e ulaşıyordu.

Jandarma Genel Komutanlığı

Jandarma Genel Komutanlığı, görev alanı il ve ilçe belediye sınırları dışında kalan yerler ile polis teşkilatı bulunmayan yerler olarak belirlenmiş olan kolluk kuvvetimizi oluşturuyordu. Savaş ve olağanüstü haller dışında İçişleri bakanlığına bağlı çalışıyor.  Türkiye yüzölçümünün %92'sinde görev yapıyordu.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı

Türk Deniz Kuvvetleri, Türkiye'yi denizden gelecek tehditlere karşı savunmak ve ülkenin denizle alakalı menfaatlerini korumak ve kollamakla görevli kuvvetimiz oluyordu. Deniz Kuvvetleri 27 Firkateyn, 14 Denizaltı, 9 Korvet, 108 Hücumbot, 23 Füze Saldırı Gemisi, 102 Sahil Güvenlik Gemisi ve 21 Mayın Gemisi ile Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de saygı duyulan bir güç konumunda bulunuyordu. 55.000 aktif çalışanı ile personel sayısı bakımında dünyanın 8. büyük deniz kuvveti sayılsa da envanter bakımından 3. sıradaydı. Donanma Komutanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Güney Deniz Saha Komutanlığı, Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı olmak üzere dört ana ast komutanlıktan oluşuyordu.

Sahil Güvenlik Komutanlığı

Görevi, deniz yetki alanlarında ulusal ve uluslararası hukuku etkin kılmak, can ve mal güvenliğini sağlamaktır. 1 Ocak 1985'de İçişleri Bakanlığı'na bağlanan komutanlık; bu tarihten önce Jandarma Genel Komutanlığı'na bağlıydı. 5.070 aktif personele sahip teşkilat TSK'da tümen seviyesinde temsil edilmektedir.

Hava Kuvvetleri Komutanlığı

1911 yılında kurulan ve şu anda envanterinde 2000'in üzerinde uçak barındıran, barışta Türk Hava Sahası'nı savunan, savaşta kara ve deniz kuvvetlerine destek sağlayan, dostlara güven, düşmana korku aşılayan kahraman ordumuzun çok önemli bir parçasıdır.

TSK’yı Yıpratma Operasyonları!

TSK, iç güvenliğin tehdit altında olduğunu ifade ederek zaman zaman sivil yönetime müdahaleler yapmıştır. Bu müdahalelerde temel hukuki dayanak Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinde yer alan "Madde 35 - Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır." hükmü sayılmıştır. Ancak 12 Eylül Darbesi'nin yargılanması için hazırlanan iddianamede bu maddenin darbeye meşruiyet kazandırmayacağı ve hiçbir kanun maddesinin Anayasa’nın üzerinde olamayacağı vurgulanmıştır. Devlet düzeninin temel kurumlarından TBMM ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak için 35. maddeyi gerekçe göstermenin hukuka aykırılığa kılıf bulma gayreti olduğu aktarılmıştır. TSK bu maksatla 1960 ve 1980 yıllarında ve maalesef dış güçlerin tertip ve teşvikine kapılarak iki kez darbe yapmış, 1971 ve 1997 yıllarında ise hükûmeti istifaya zorlamıştır.

2007 yılından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bazı muvazzaf ve emekli mensupları, darbe hazırlığı ve ülkeyi kontrol atına almak amaçlı kaos planlarına ilişkin davalarla ilgili olarak CIA-MOSSAD destekli derin Cemaatin uyarladığı sahte belgeler ve PKK’lı şahitlerle, maalesef yargılanmaya başlanmıştır. Bu davalar arasında Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven darbe teşebbüsü iddiaları, Balyoz darbe planı ve İrticayla Mücadele Eylem Planı, Ergenekon davaları bulunmaktadır. Bu davalar çerçevesinde 300'den fazla TSK mensubu tutuklu olarak yargılanıp, bir kısmı ağır mahkumiyetlere uğratılmıştır. Daha sonra patlak veren Hükümet Cemaat çatışması nedeniyle bu mahkemelere sunulan delillerin sahte olduğu, kasıtlı olarak uydurulduğu ve “TSK’ya kumpas kurulduğu” en yetkili ağızlarca itiraf edilmeye başlanmıştır.

Ülkesine, bölgesine ve bütün mazlum milletlere güven ve huzur kaynağı olacak güç ve yetenekteki şanlı ordumuzun, NATO emrinde fikren ve fiilen güdükleştirilen tarihi misyonu, şimdi haçlı AB’ye girmek gafletiyle resmen de karartılmaya çalışılmaktadır. Bir takım yanlış kafaları ve haksız dayatmaları bahane ederek bütün ordumuzu karalama ve etkisiz kılma çabaları elbette kasıtlıdır ve dış bağlantılıdır. Amerika’nın ve Avrupa’nın bize ne denli dost ve müttefik oldukları, Şanlı Kıbrıs hareketimizde ve PKK ile mücadelemizde açıkça ortaya çıkmıştır.

Danışmanın “kumpas” ifadesi Başbakan’ı ve Fetullahçıları suçüstü yakalatmıştı!

Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’ın yazdığı bir makalede “orduya kumpas kuruldu” şeklindeki ifadesi, Balyoz sanıklarına dayanak sayılmıştı. Sanıklar “kumpas” ifadesini ileri sürerek Başbakan’ın davada tanık olarak dinlenmesi talebinde bulunmuşlardı. Balyoz davasında yeniden yargılama talepleri ikinci kez reddedilen sanıklar, avukatları aracılığı ile bu karara itiraz haklarını kullanmıştı. İtiraz dilekçesinde “yargılamanın yenilenmesi isteminin reddine dair kararın görevli olmayan hakimler tarafından yapıldığı” iddiası yer almıştı. Dilekçede TÜBİTAK raporunun yeni delil niteliği taşıdığı ifade edilerek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tanık olarak dinlenilmesi gerektiği vurgulanmıştı. Balyoz davasından hükümlü bulunan emekli Orgeneral Çetin Doğan, emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz ve emekli Albay Hakan Büyük’ün avukatı Hüseyin Ersöz, yeniden yargılama talebinin oluşturulan yeni heyet tarafından reddedilmesi üzerine İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne dilekçe sunarak karara itiraz edilmişti. Avukat Ersöz tarafından mahkemeye sunulan 11 sayfalık dilekçede, Balyoz davasının Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından 9 Ekim 2013 tarihinde onandığı hatırlatılmıştı. Onama kararının ardından başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere yürütme ve yasama organına mensup kişiler tarafından kolluk ve yargı içinde örgütlenmiş yasadışı bir yapının TSK mensuplarına “kumpas” kurduğu şeklindeki değerlendirmeler yaptıkları anlatılan dilekçede, “Bu açıklamalar mahkemenizin 2010/283 E sayılı dosyası ile asker kişilerin yargılandığı diğer davalarda yaşanan önemli hukuka aykırılıklarla birlikte değerlendirildiğinde hukuki sürecin adil yargılanma hakkına aykırı olarak sonuçlandığı yönünde bir kanının kamuoyunda hakim olmasına neden olmuştur. Sayın Başbakanın yargı içinde örgütlenen ‘paralel devlet’, Başbakanın Siyasi Başdanışmanı Sayın Yalçın Akdoğan’ın ‘Milli orduya kumpas kuruldu’ ve eski Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin’in ‘Yargıtay’ın imamı var’ sözlerinden hareketle müvekkillerin yargılandığı 2010/283 E sayılı dosyada hakimlerin tarafsızlıklarını ortadan kaldıran karar ve uygulamalar birlikte değerlendirilerek yargılamanın yenilenmesi talep edilmiştir” ifadeleri yer almıştı.[1]

Fehmi Koru’ya gönderilen Genelkurmay’ın açıklaması nasıl okunmalıydı?

Genelkurmay Başkanlığı adına Basın ve Halkla İlişkiler Dairesi Başkanı Tuğgeneral Ertuğrulgazi Özkürkçü imzasıyla gönderilen açıklamayı şöyleydi:

Sayın Koru,

1. Kamuoyunca Poyrazköy davası olarak adlandırılan yargılamada, mahkeme tarafından bilirkişi olarak tayin edilen TÜBİTAK görevlileri tarafından, Donanma Komutanlığında 06 Aralık 2010 tarihinde yapılan arama sırasında bulunan ve 5 nolu hard disk olarak adlandırılan dijital veri depolama malzemesi üzerinde yapılan inceleme sonrasında hazırlanan bilirkişi raporunun mahkemeye verilmesini müteakip, basın yayın organlarında rapor içeriği ile ilgili değerlendirme ve yorumlar yer almıştır.

2. Söz konusu değerlendirme ve yorumlarda, 28 Temmuz 2009 tarihinden sonraki bir zamanda, söz konusu hard diskin kullanımdan kaldırılmasını müteakip, sistem saati değiştirilmiş başka bir bilgisayardan 5 nolu hard diske toplu veri aktarımı yapıldığı ve hard diskin delil bütünlüğünün bozulduğu anlaşılmıştır.

3. Muvazzaf ve emekli çok sayıda askeri personelin yargılandığı davaları ilgilendiren 5 nolu hard disk ile ilgili olarak, yargılanan askeri personel tarafından, 5 nolu hard diskin yasadışı bir oluşum tarafından sahte veriler yüklenerek bulunmasının sağlandığı iddiaları da soruşturma ve kovuşturma sürecinde sürekli hatırlatılmıştır.

4. TÜBİTAK bilirkişi raporunun söz konusu iddiaları destekler nitelikte olması da dikkate alındığında, Donanma Komutanlığında yapılan arama sonrasında bulunan materyallerin kim tarafından kötü niyetle düzenlenip konulduğunun ortaya çıkarılmasına yönelik soruşturma yapılması gerektiği değerlendirildiğinden, Donanma Komutanlığı Askeri Savcılığına söz konusu olayla ilgili soruşturma emri çıkarılmıştır. İyi çalışmalar dileriz…”

Konuyu biliyorsunuz: Taraf gazetesinin bavul içerisinde gelen ‘belgeler’ üzerinden yaptığı yayınlar sonucu yargılama süreci başlatılmış, sonunda ‘Balyoz’ genel başlığı altında tek bir dava yürütülmüştü. 361 rütbelinin yargılandığı davada 237 rütbeli 20 yıla varan cezalar aldı; mahkemenin kararı Yargıtay tarafından da onanmıştı. Davanın temelini oluşturan ‘kanıtlar’ yalnızca ‘bavul’ içerisindeki belgeler değildi; daha sonra Gölcük’teki Donanma Komutanlığı’nda zulada saklanan CD ve DVD’ler ile hard disklerde de aynı belgeler rastlanmıştı. Mahkeme ve Yargıtay, belgelerin ‘sahih’ olduğuna, kanıtların birbirinden farklı iki ayrı kaynaktan desteklenmesine bakarak karar vermiş olmalıydı. Ancak TÜBİTAK bilirkişi raporu, Gölcük’ten çıkan 5 nolu hard diskin ‘üzerinde oynanmış olabileceği’ izlenimi verince, yargılananlar, yakınları, avukatları ve taraftarları haklı olarak  “Balyoz davası çöktü” görüşü eşliğinde ‘yeniden yargılanma’ talebi seslendirmeye başlamıştı.

Bu arada garip olan ve kafaları karıştıran ve şimdilerde cemaatin tarafını tutan ve TSK aleyhine kampanya sürecini başlatan Taraf gazetenin belgelerin ‘sahih’ oluşunu savunmak yerine suskun kalmasaydı. Üzerine gidildiğinde ise, önce, bavulla boy boy resim çektirenin hâlâ kadrolarında bulunduğunu unutup “Ayrılan ekip yaptı” gerekçesine sığınmışlardı. Oysa benim beklediğim, yayınlarını savunan, ”Belgeleri sağlayan kaynağımız sağlam” türü bir cevaptı.[2]

Demokrasi jelatinli ‘Özel paket’te neler vardı?

Özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasından tutukluluk süresinin kısaltılmasına, kişisel verilerin korunmasından yasal dinleme kararının alınmasına kadar birçok alanda yeni düzenlemeler içeren “Ağır Ceza Mahkemelerinin Kaldırılmasına ve Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” TBMM Başkanlığı’na sunulmuştu. Yeni Demokratikleşme Paketi’nin ana başlıkları şöyle sıralanıyordu:

 * Özel yetkili mahkemeler ve özel yetkili savcılıklar kaldırılacak. (Olumlu)

 * Özel yetkili mahkemelerin baktığı davalara suçun işlendiği yerde bulunan ağır ceza mahkemelerinde bakılacak. (Ancak mevcut özel mahkemelerin açılmış ve yürümekte olan davalara hala bakacak olması adalete – eşitlik ilkesine aykırı ve çifte standart oluşturacağından sorunlu)

 * Kişisel verilerin korunması amacıyla, bu verileri hukuka aykırı olarak kaydedenlere, yayanlara veya ele geçirenlere verilecek cezalar önemli derecede artırılacak. (Çerçeve ve gerekçe olarak olumlu, ama iktidarın yolsuzluk davalarıyla ilgili araştırma ve yayınları yasaklama kısıtlama amacı sırıttığından kuşkulu)

 * Arama, telefon dinlemesi ve teknik takip gibi soruşturma işlemleri sırasında elde edilen kişisel veriler ile özel hayata ilişkin bilgileri yok etmeyenlere verilecek cezalar ağırlaştırılıyor. (Sadece hükümeti rahatlatma amaçlıysa sorunlu)

 * Müdafinin soruşturma aşamasında dosyayı inceleyebilmesi ve belgelerden örnek alması konusunda kısıtlama olmayacak. (Olumlu)

 * Özel yetkili mahkemelerin görevine giren suçlarda uygulanmakta olan azami 10 yıllık tutuklama süresi, 5 yılla sınırlandırılacak. (Olumlu)

 * Birden fazla suç işleyenler ile suçu meslek edinenler bakımından tutuklamayı kolaylaştırıcı düzenlemeler getiriliyor. (Olumlu)

 * Gözaltı, tutuklama, arama ve el koyma, dinleme, gizli soruşturma ve teknik takip işlemlerine karar verilebilmesi için “somut delillerin” bulunması zorunlu olacak. (Olumlu ama yandaşları koruma amaçlı kullanılmasını önleyecek kuralar yoktu.)

* iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması, teknik araçlarla izleme, gizli soruşturmacı görevlendirme ve taşınmazlara, hak ve alacaklara el koyma koruma tedbirleri bakımından karar verme yetkisi tek hakim yerine ağır ceza mahkemesine tanınacak ve mahkeme bu kararı oybirliğiyle alacak. (Tek hakimin vereceği keyfi kararları önleyelim derken, ağır ceza hakimlerinin oy birliği aranması, artık adalet ve devlet için çok hayati ve acil tedbirlerin alınmasını geciktireceği hatta erteleyeceği için kaygı verici bir durumdu)

 * İletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayada alınması, teknik araçlarla izleme ve taşınmazlara, hak ve alacaklara el koyma koruma tedbirlerinin uygulanacağı suçlar arasından; Türk Ceza Kanunu’nun 220. maddesi çıkarılıyordu. Böylece bu suç kullanılarak katalogda bulunmayan suçlar bakımından bu tedbirlerin uygulanma ihtimali ortadan kaldırılıyordu.

 * Suç nedeniyle taşınmazlara, hak ve alacaklara el konulabilmesi için ilgisine göre BDDK, SPK, MASAK ve Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan rapor alınması zorunluluğu getirilerek mülkiyet hakkının korunması amaçlanıyordu.

 * Arama kararı gereğince kişinin bilgisayarındaki verilere el konulduğunda bunların bir yedeğinin sahibine verilmesi zorunlu olacak, böylece bu verilerde sahtelik ya da değiştirme imkânı kalmayacaktı. (Olumlu)

 * Kolluk görevlileri telefon dinlenmesine ilişkin talepte bulunurken, “tedbir uygulanacak hattın sahibini gösterir belgeyi” de talebe ekleyecekti. Böylelikle dinleme kararı verilirken kimin hakkında verildiği açıkça bilinecekti. (Olumlu)

 * Telefon dinlemesine ilişkin süreler 6 aydan 3 aya indiriliyor. Örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili olarak sürenin müteaddit defalar uzatılmasına son veriliyor ve bu durumda en fazla 3 ay uzatılabilmesi imkânı getiriliyordu.

 * Teknik araçlarla izleme tedbirine ilişkin süreler 8 haftadan 4 haftaya indiriliyordu. Örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili olarak sürenin müteaddit defalar uzatılmasına son veriliyordu. Bu durumda süre en fazla 4 hafta uzatılabilecek” deniyordu.

 * Telefon dinlenmesine, gizli soruşturmacı görevlendirilmesine ve teknik takip yapılmasına karar verilmesi için yeni bir usul benimsendiğinden, daha önce bu işlemler için alınan kararların geçerliliğini devam ettirebilmesi için 15 gün içinde bu Kanun hükümleri uyarınca yeniden karar alınması zorunluluğu getiriliyordu.

Unutmayalım ki, Başbakanın TV yayınlarını ve yorumlarını bile telefonla yönlendirdiği bir dönem yaşanmaktaydı!

Tayyip Erdoğan Gezi olayları patladığı sırada Fas’a gidiyor, Türkiye ise çok gergin bir süreçten geçiyordu. Bahçeli ise olaylar karşısında Cumhurbaşkanı’nı göreve davet ediyordu. Erdoğan telefonda Haber Türk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Saraç’a şunları söylüyordu: “Fas’ta televizyon izliyorum Devlet Bahçeli’nin bütün konuşmalarını alt yazı olarak da geçtiğini görüyorum. Özellikle Cumhurbaşkanının birinci görevinin hatırlatılmasını gereksiz buluyorum.” diyor ve talimatla yayından kaldırıyordu. Oysa Devlet Bahçeli, 4 Haziran 2013 günü partisinin grup toplantısından sonra, bir gazetecinin, “Eylemlerle ilgili olarak Cumhurbaşkanı’ndan randevu istemeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna cevap olarak: “Sayın Cumhurbaşkanımızdan herhangi bir görüşme talebimiz söz konusu olmamıştır. Kendisi de bu manada bir davet yapmamıştır. Sayın Cumhurbaşkanımızın her gün öğleden sonra başlayıp, akşam saat 21.00’de Türkiye’nin her tarafında huzuru istikrarı ve kardeşliği tehdit eden gelişmeler karşısında vakit kaybedip görüşmelerle geçiştirmek yerine, sahiplenip hizmet etmesinde yarar vardır. Türkiye’yi huzura kavuşturmalıdır, birinci görevi budur” diyordu. 

“İşte Tayyip Erdoğan’ı Fas’tan telefon ederek bir televizyon kanalının alt yazısına müdahalede bulunacak kadar korkutan ihtimal, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bahçeli’nin önerisinin gereğini yerine getirip, “meseleyi sahiplenerek birinci görevini yapması” idi diyen Arslan Bulut haklıydı. Çünkü Anayasa’nın 104’üncü maddesinin birinci fıkrasına göre “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” hükmünü içeriyordu. Yine bu maddeye göre Cumhurbaşkanı “Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak” yetkisine sahip bulunuyordu. Cumhurbaşkanı, görevini yapacak olsa nasıl bir adım atacaktı? Olağanüstü bir durum söz konusu olduğu, üstelik Başbakan da Fas’ta bulunduğu için Bakanlar Kurulu’na başkanlık yapacaktı! Tayyip Erdoğan’ın “Ya Cumhurbaşkanı bu yetkisini kullanırsa?” korkusu bugün de bitmiş sanılmamalıydı. Çünkü Cumhurbaşkanı, görevini yerine getirmezse, hırsızlık soruşturmasıyla başlayıp, yürütmenin yargıya ve emniyete müdahalesine rağmen havuzlamanın ortaya çıkmasıyla gelişen olaylar Çankaya’yı da içine alacaktır! Çünkü devlet organları, artık düzenli ve uyumlu çalışmamaktadır!” tespitleri de anlamlıydı.

AKP’nin hazırlayıp kanunlaştırdığı yeni internet yasasıyla ilgili, Sabataist ve laikçi Kemalist yapılanması ve şimdilerde hükümete karşı koyu Cemaat yanlısı TÜSİAD baronları, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, “ne olursunuz veto buyurunuz!” mektupları döşeniyordu. Zaman yazarı ve Yahudi asıllı Hıristiyan Joost Lagendik “Sn. Cumhurbaşkanımız, bizi bu tuzaktan kurtar!” diye yalvarıyordu. Vatan gazetesi yazarı Hüseyin Yayman’a göre ise, “Sn. Abdullah Gül, “Cemaatin kışkırtmalarına kapılmıyor, oyunlarını bozuyordu!” Erdoğan’ın Tarzan’ı ve AKP borazanı Şamil Tayyar’a göre ise: “Global Ergenekon, yani Neo-con’lar, Cemaat eliyle Mustafa Sarıgül’ü çıkarıp kahraman Başbakan’ı düşürmeye çalışıyordu!”

 

--

Nisan 2014 - Milli Çözüm Dergisi



[1] Milli Gazete, 7 Şubat 2014

[2] Star Gazetesi, 05 Şubat 2014

Yorum Yaz