Aralık 04 03:15

ORDUYU PASİFİZE ETME VE PASİFİK ÖTESİNİN LEJYONUNA DÖNÜŞTÜRME ÇABALARI MIYDI?

ORDUYU PASİFİZE ETME VE PASİFİK ÖTESİNİN LEJYONUNA DÖNÜŞTÜRME ÇABALARI MIYDI?

Sn. Erdoğan’ın Başkan seçildikten sonraki ilk icraatı olarak “Genelkurmay Başkanını, Milli Savunma Bakanına bağlamasını” bir demokratikleşme süreci veyaasker vesayetini bitirme girişimi şeklinde sunanlar ya ahmaktı veya bile bile toplumu aldatmaktaydı. Çünkü bu talihsiz ve tehlikeli adım, AKP’nin kurduruluş gayelerinden birini oluşturmaktaydı ve yıllardır bunun alt yapısı hazırlanmaktaydı. Hatırlayınız Abdurrahman Dilipak gibi yandaş yazarlar bile, AKP’nin bir dış proje olarak ortaya çıkarıldığını ve bunun üç amaç üzerine kurgulandığını defalarca, hem TV ekranlarında, hem de gazete sütunlarında açıklamışlardı.

İktidara taşınmak karşılığı AKP kurucularına dayatılan şartlar şunlardı:

1- “Ilımlı İslam” safsatasıyla Yüce Dinimiz yozlaştırılacak, Türkiye AB kriterlerine uydurulacaktı.

2- “Demokratikleşme” kılıfıyla, TSK etkisiz konuma taşınacak, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanına bağlanacaktı.

3- Erbakan’ın “İslam Birliği ve Adil Düzen” projeleri rafa kaldırılacak, zahiren atılıp tutulsa da, İsrail’in Siyonist hedeflerine kolaylık sağlanacaktı.

Seçimlerin hemen arkasından, özel ödevini yapmış ve görevini tamamlamış bir talebe havası ve heyecanıyla Helsinki’deki NATO zirvesine katılanları, ABD Başkanı Donald Trump’ın “Sizin dışınızda hiç kimse işini doğru düzgün yapmıyor” diyerek kutlamasını ve yumruk tokuşturmasını nasıl okumak ve yorumlamak lazımdı?

Brüksel'deki NATO Zirvesi hem AB, hem de ABD basınında çok tartışılmıştı. CBS televizyonuna katılan ABD'li gazeteci Ian Bremmer, Trump'ın zirveye damgasını vuran anlarını kamuoyu ile paylaşmıştı.

ABD Başkanı Donald Trump'ın NATO Zirvesi'ndeki “üye ülkelerin, NATO savunma bütçelerine katkıları konusunda” yaptığı eleştiriler üzerine CBS televizyonuna konuşan gazeteci Ian Bremmer, zirvede ABD Başkanı Trump'ın dünya liderlerine hitaben Başkan Erdoğan ile ilgili sözlerini gündeme taşımıştı. Bremmer, ABD Başkanı Trump'ın toplantı sırasında çok sinirli olduğunu belirterek; "Trump toplantıda liderlerden daha fazla harcama için taahhüt alamadı. Birçoğu ‘parlamentodan izin almalıyız, devam eden bir sürecimiz var, size daha fazla harcama yapacağımız va’adinde bulunamayız!’ diyerek bu teklife karşı çıktı. Bunun üzerine Trump, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'a dönerek şu iltifatları yağdırdı: ‘Erdoğan dışındaki hiç kimse işini düzgün yapmıyor!’ Sonra da, Trump Erdoğan'la yumruk tokuşturup kendisini kutlamıştı…"[1]

Gizli itiraf niteliğindeki bu iltifatlar bir NATO zirvesinde yapıldığına göre, Sn. Erdoğan’a Trump’ın ve tabi Siyonist odakların memnuniyetini kazandıran ve “işini-görevini, doğru-düzgün yaptığı” iltifatına uğratan gelişme, Genelkurmay Başkanının, Milli Savunma Bakanlığına bağlanması olmasındı...

“TSK’da Devrim!” Çığlıkları ve Perde Arkası...

“Gündem hem içeride hem dışarıda o kadar yoğun ki, Türkiye tarihine “devrim” diye geçecek gelişmeler bile sanki gözden kaçırılmıştı. Bahsettiğim, onlarca yıldır Türkiye’nin karnını ağrıtan sivil-asker ilişkilerinde atılan tarihi adımdı. Bu yıl (2018) yapılan 15 Temmuz’un yıl dönümünde Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıkları, Milli Savunma   Bakanı’na bağlanmıştı. Zaten bundan birkaç gün önce de eski Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, yeni Milli Savunma Bakanı yapılmıştı. Böylelikle sivil-asker dengesi olması gerektiği gibi sonunda demokratikleşmeyi başarmıştı… Aslında sivil-asker ilişkilerinin 5 boyutu vardı. Bunlardan 1.si, ordu ile devlet/hükümet arasındaki irtibattı. AB ve NATO üyelerinde temel prensip; askerin hükümete hiçbir belirsizliğe yer vermeyecek şekilde tabi olmasıydı. 2. boyutu ise, yasamanın rolü. Bu da askerin sorumluluk alması ve şeffaf olması anlamını taşımaktaydı. Yani ne yapıldığını ve ne harcandığını Meclis’e açıklaması ve gerekçelerini sunması lazımdı. Bu ilişkinin 3. ayağını ise, ordu ve yürütme arasındaki ilişki oluşturmaktaydı. Yani askerin sivil siyasi yönetim altında olması kaçınılmazdı. Gelişmiş demokrasilerde bu kontrol bir Bakan, genellikle Savunma Bakanı tarafından yapılmaktaydı. İşte bu 3 açıdan; Genelkurmay’ın ve Kuvvet Komutanlıklarının Savunma Bakanlığı’na bağlanması, Türkiye için çok önemli ve geç kalınmış bir adımdı.”[2] şeklindeki yazılar ve yorumlar, askerin hizaya sokulmasının, NATO’nun-BATI’nın istediği kıvama getirilmiş olmasının sevincini yansıtmaktaydı.

Zaten eski Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ 26 Kasım 2012 tarihinde;Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasına yönelik girişimin AKP’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu öneriler arasında bulunduğunu açıklamıştı.“Mevcut anayasamıza göre Genelkurmay Başkanlığı idari yapılanmada Başbakanlığa bağlıdır. AKP'den Komisyon üyesi arkadaşlarımızın grubumuz adına hazırladıkları taslak metin içerisinde ise Genelkurmay'ın yeni anayasada Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması önerisi vardır” diyen Bekir Bozdağ, AKP’nin gizli kuruluş gayelerinden birisini de açığa vurmaktaydı.

Ve yine ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, 24 Haziran’dan hemen sonra;"Türkiye'de seçim sona erdi. (Artık) Daha da verimli bir müzakere sürecine girebiliriz" diyerek bu tür gelişmelerin yaşanacağını duyurmuşlardı. Bakan Pompeo’nun, Senato Tahsisatlar Komitesinde bakanlığın 2019 bütçesine dair senatörlerin sorularını yanıtlarken yaptığı konuşmada, "Türkiye'de seçim sona erdi. (Artık) Daha da verimli bir müzakere sürecine girebiliriz." ifadesini kullanması dikkatlerden kaçmamıştı. Türkiye ile varılan Münbiç mutabakatına da işaret eden Pompeo, "Sonuçta onlar (Türkler) siyasi çözümün önemli bir parçası olacaklar. Onlarla en iyi şekilde yan yana çalışmayı kabul etmemiz lazım." değerlendirmesini yapmıştı.

İşin daha da hayret ve endişe verici tarafı; hem muhalefet partilerinin, hem de solcu ve sağcı kesimlerin; bu tehlikeli, tahrip ve tahrik edici girişimler karşısında, tamamen sessiz ve tepkisiz kalmalarıydı!

AKP iktidarını ve onun şartsız ve kayıtsız destek ortağı MHP’yi bir tarafa bırakalım; ne sözde Ana Muhalefet olan CHP’den, ne İyi Parti’den, ne de SP’den Genelkurmay Başkanlığı’nın, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması konusunda gerekli ve yeterli hiçbir tepki ve tenkidin gelmemiş olması, bu konuda muhalefetin de uyarlanıp ayarlandığının bir kanıtı mıydı? Sivil ve demokratik PKK olan HDP’nin ise bu gelişmeden dolayı ağızlarının kulaklarına vardığını söylemeye gerek kalmamıştı.

Güya solcu ve sosyalist takılan “Türkiye’nin gerçek dostu İsrail’dir!”diyecek kadar aslını ve ayarını açığa vuran, TSK’ya hakaret suçundan GKB’lığınca hakkında defalarca mahkeme açılan ve aynen AKP gibi“Türkiye’nin tek kurtuluşunun AB’ye girmek” olduğunu savunan Erol Özkoray:

“Türkiye demokratikleş(e)miyor” başlıklı 21 02 2010 tarihli yazısında:

“AKP, Ergenekon ve benzeri hukuki süreçlerle demokrasiyi mi kurmayı hedefliyor? Koskoca bir hayır! Kendi İslamcı toplum normlarını inşa etmeye çalışıyor. AKP’ye rağmen Ergenekon’dan demokrasi çıkar mı? İmkânsız, çünkü siyasi irade olmadan hiçbir şey olmaz! Peki, TSK duruşuyla demokrasiyi mi koruyor? Mega bir hayır! Sadece kendi kast sistemini, oligarşik ve militarist iktidarını, halka düşman bir biçimde sürdürme peşinde. CHP sistemi ve statükoyu korurken (cumhuriyet, laiklik, ordunun vesayeti) demokrasi havariliği mi yapıyor, bununla sosyal demokrat yani sol parti olarak mı görülüyor? Kozmik bir hayır! Tipik bir faşist parti konumunda… Basını “medyatik tanıtım broşürü” olan, AB Projesi sahte, seçimleri göstermelik, iktidarı şizofrenik (seçilenler değil, atananlar iktidar), ordusu siyasi parti olan bir ülkede her şey yanlış/sahte/yalan deyince her kurum, kuruluş, yapı, organizasyon işin içine girdiği için listeyi de fazla uzatmanın bir anlamı yok. Neyi tutsanız elinizde kalan böyle bir ülkenin içinde bulunduğu durum için kullanılacak tek bir kelime var: İflas!

Şimdi gelelim bu ülkede demokratikleşmenin olmazsa olmaz şartına… Demokrasiyi kurmak için TSK’ya karşı açık bir biçimde cephe almayan, kamuoyuna doğrudan bu mesajı vermeyen ve bunu siyasi iradesine yansıtmayan bir siyasi kişi, grup, parti, hükümet Türkiye’de demokrasiyi kuramaz. Bunu açıkça yapmayan kişinin de samimiyetinden şüphe edilir. Bu konuda ikili oyun, insanı şaibeli yapar, bambaşka bir projesi olduğu yolunda kesin kanıt oluşturur. TSK’ya karşı, demokrasi lehine tavır almayanın durumu siyasi suçüstüdür. Siyaset bilimine göre de FAŞİST damgasını yer. Bu kadar berrak, saydam ve net… Öylesine çürümüş bir yapıdan bahsediyoruz ki, Genelkurmay hemen her gün darbe planı üretiyor. Bunun için gizli, yarı gizli birimleri oluşturmuş. Aslında en radikal çözüm TSK’nın lağvedilip (aynı Yeniçeriler gibi) yerine, sadece dış düşmana karşı organize edilecek, küçük ama kompakt ve profesyonel bir ordu kurulması; çünkü açıkça faşist, ırkçı ve darbeci olan TSK’nın bu yapısını adam etmek mümkün değil. Ordu sorunu ile bu kadar zaman uğraştıktan sonra artık bu noktaya geldim. Hastalığın boyutu ve seyri tedaviyi imkânsız kılıyor. Tek kelime ile umutsuz bir vaka. Bu TSK’dan olumlu hiçbir şey çıkartamazsınız. Gerçekten tek çözüm, lağvedip bu kurumu yeniden demokrasiye uygun olarak yapılandırmaktır.” diyecek kadar küstahlaşmıştı. Ama şimdi herhalde zil takıp oynaması lazımdı. Zira iktidar aynen onun dediği gibi yapmıştı, muhalefet de onun beklediği şekilde davranmıştı.

Oysa Türkiye’de, "darbeci temizliği" yapılıyor kılıfı altında, TSK pasifize edilmeye mi çalışılmakta ve "iktidara muhalefet eden, herkesi hizaya sokacak bir sinsi dönüşümün altyapısı mı hazırlanmaktaydı?" TSK’ya karşı, bazı odaklar tarafından yürütülmekte olan yıpratma kampanyaları, kamuoyu tarafından da pek algılanmamaktaydı. Artık dış ve iç şer odaklarının amaçları net ve açıktı ve bunları anlamak lazımdı. Devletimizin, Milletimizin ve Ülkemizin en sağlam sigortası olan TSK’yı yıpratma girişimlerinden rahatsızlık bile duymamak hepimizi korkutmalıydı. Değişen dünya dengeleri içerisinde, Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya ekseninde, Türkiye kilit ülke konumunu kazanmış ve jeostratejik önemi de artmıştı. Ortadoğu, Kafkaslar, özellikle de Orta Asya’nın, zengin enerji kaynaklarının, Batı tarafından kontrol altında tutulup, kullanılması hayati önem kazanmıştır. Nitekim Bill Clinton döneminde, "Yeni bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi" adı verilen belgeyi imzalamıştı. Belgenin özü "ABD çıkarlarına dayanan ekonomik milliyetçiliğin", gerekirse silah gücüyle dünyaya egemen kılınması üzerine kurgulanmıştı. Bu belgede: "İki yüz milyon varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi bölgesi dünyanın artan enerji talebini karşılamada önemli bir rol oynamaya adaydır... Kendi petrol kaynaklarımız tükeneceğinden bu bölgedeki kaynaklara ulaşmak, ABD’nin yaşamsal çıkarlarından biridir..." ifadeleri yer almıştı.

ABD ve AB, hedeflerini geçekleştirmede, bu bölgelerde engel teşkil edecek güçlü bir Türk devlet yapısından ve özellikle de güçlü bir TSK’dan rahatsızdı.

Bugün dışta ve içte bazı gelişmeler, Balkan ve İstiklal Savaşı’nda yaşananları hatırlatmaktadır. O yıllarda batı basını, tek taraflı propaganda ile ülkemizde ırki ve dini taassupları körüklemeye çalışmış, gelişmeleri de çarpıtarak aktarmıştı. Bugün de satın alınan bazı kalemler sayesinde, aynı senaryolar, Türkiye ve dünya gündemine taşınmıştır. Elbette TSK’nın görevi; Devletimizi, Ülkemizi ve Milletimizi korumak ve kollamaktır. Dün olduğu gibi, bugün de ve gelecekte de bu görevini yerine getirmek zorundadır. Çünkü TSK, varlığımızın ve bekamızın teminatıdır. TSK’nın da teminatı ve en büyük dayanağı, aziz milletimizin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyduğu, sonsuz itimat ve itibarıdır. Bu bağı zayıflatmaya çalışanlar, bir gün vatana hıyanetle yargılanacaklardır. Herkes sağduyulu, soğukkanlı, sorumlu ve yapıcı davranmak zorundadır. Ve elbette Türk Silahlı Kuvvetleri de; belli çevrelerin organize bir yapı içerisinde yürüttükleri, sinsi ve tehlikeli bir saldırıyla karşı karşıya olduğunun farkındadır.

Bir dönemler terörle mücadele değil müzakere edenlerin, İmralı ve Kandil hattında sürekli pazarlık masalarında PKK'ya tavizler verenlerin kim oldukları da unutulmamalıdır.

Bir zamanlar PKK eşkıyalarını Habur Sınır kapısında kahramanlar gibi karşılatanları hatırlayarak gelişmeleri yorumlamak lazımdı. PKK'yı koruyan ve besleyen ABD, Barzani, Talabani ile kol kola yürüyenlerin değiştiğine inanmak saflıktı. Sn. Recep T. Erdoğan’ın Rahmetli Erbakan’a karşı parlatılıp kışkırtılmaya başlandığı Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı döneminde, geçmişte PKK'nın kapatılan partisi HADEP'te Genel Başkan yardımcılığı yapmış Mehmet Metiner'e "Kürt Raporu" hazırlatıldığı da unutulmamalıydı. O raporda Özel Harekât'a yönelik şu ifadeler yer almıştı:

 1985'ten itibaren başlayan PKK saldırıları dolayısıyla bölge halkı bir yanda devlet terörü, öbür yanda da PKK terörü arasında sıkışıp kalmaktadır. Bölge halkı PKK'ya bir biçimde arka çıktığı gerekçesiyle sürekli baskı ve işkence altında tutulmaktadır. Özel Tim'in bölgedeki uygulamaları adeta hesap dışıdır. Bölgede yaşayan insanların ne mal ve ne de can güvenlikleri söz konusudur. İnsanlara bölgede gerektiğinde ‘bok’ bile yedirilmeye başlanmıştır. Devlet, kontrgerillasıyla, özel timiyle, harcadığı trilyonlarca lirasıyla, köy korucularıyla vs. bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğini artık anlamış bulunmaktadır. Kemalist Devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiş durumdadır.” (18 Aralık 1991/ Kürt Sorunu Raporu)

Daha sonra marazlı ve kötü maksatlı kişilere hazırlatılan ve sözde “sivil anayasa” taslağı diye sunulan, kurtuluş mücadelesiyle kazandığımız bağımsızlığı, işgalci emperyalistlere parça parça sunacağından kuşku duyulan o çalışmayı da lütfen hatırlayınız. İşte o maddeler:

• Egemenliğin kullanımında Türkiye’nin taraf olduğu “uluslararası sözleşmelere üstünlük tanıyarak” hâkimiyeti AB’ye devrediyorlardı.

• AB’nin hedefindeki TSK’yı pasifize etmek için, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına Yüce Divan yolunu açıyorlardı.

• GKB’nı, Milli Savunma Bakanı’na bağlama sözü veriyorlardı.

• Kapatılan siyasi parti mensuplarının milletvekilliklerinin düşürülmesini engelleyerek, dağdan siyasete geçiş yapmayı kolaylaştırıyorlardı.

Yani, AKP’nin hazırlattığı Richmond Anayasası ile Atatürk’ün “kayıtsız şartsız milletindir” dediği egemenliğimiz Avrupa Birliği’ne devredilmeye çalışılmaktaydı. Avrupa Birliği’nin dayatmaları ile şekillendirilen ve devletin temel kurum ve kuruluşlarını hedef alan taslak, maalesef adım adım uygulanmaktaydı.

Hazırlanan bu taslak Sapanca’daki Richmond Otel’de dönemin Başbakanına sunulmaktaydı. Tamamına yakını biten taslaktaki tartışmalı bazı konular ise Başbakan Erdoğan’ın takdirine bırakılmıştı. Bu anayasa taslağı aslında Türkiye’nin AB’ye teslimiyet programıydı. Oysa Avrupa Birliği’nin egemenlik haklarına karışmasına isyan eden İsveç halkının Birlik’ten çıkmak istediği anlaşılmıştı. Ülke genelinde yapılan ankete katılanların yüzde 55’i, AB üyeliğinden çekilmek istediğini belirtirken, yüzde 37’si AB’de kalmak istediklerini vurgulamışlardı. İsveç basını, AB’nin uzun süredir İsveç’in iç ve dış politikasına karıştığını ve bu durumun halkın tepkisine neden olduğunu belirterek, halkın “AB’nin ekonomik yardımlarına ihtiyacımız yok” dediğini aktarmıştı.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın Savunma Bakanı olmadan önce komutanlarıyla İncirlik’te inceleme ve denetlemelerde bulunması, Millet olarak bizleri onurlandırıcı ve umutlandırıcı bir tavırdı.

Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, Orgeneral Akar, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Güler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Küçükakyüz ile Adana İncirlik’teki 10’uncu Tanker Üs Komutanlığına uğramışlar, burada üs komutanlığından brifing alarak, üste unsurları bulunan ABD, İspanya ve Katar askeri yetkilileriyle buluşmuşlardı. Bu ziyaret, “Biz Türkiye olarak, istediğimiz an, İncirlik’i ziyaret edip denetleyebilir ve ülke çıkarlarımıza aykırı girişimleri engelleyebiliriz!” mesajı olarak algılanmıştı.

Ama ABD basınının, Finlandiya'nın başkenti Helsinki'de buluşacak ABD Başkanı Donald Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Suriye konusundaki yapması beklenen anlaşmayı yazması kafaları karıştırmıştı. Anlaşmaya göre, Rusya, Suriye'deki İran kuvvetlerinin çekilmesi karşılığında ABD'den kendi kuvvetlerini çekme sözü alacağı ve İran’ın da Suriye’den çıkarılacağı konuşulmaktaydı.

ABD'de yayınlanan The Washington Post gazetesinin haberine göre, İran’ın Suriye’den çıkması karşılığında ABD de askerlerini çekmeye hazırdı. İran'ın Suriye'den çekilmesi talebinin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından sıklıkla talep edildiği yazılmıştı. Trump’ın Suriye’nin kuzeydoğusundaki yaklaşık 2 bin 200 askerini çekeceğinin vurgulandığı anlaşmada, Putin’in ise karşılığında Suriye’nin Ürdün ve İsrail sınırlarındaki İran varlığını sınırlandıracağı, ayrıca, Pentagon destekli terör örgütü YPG/PKK’nın da Esed rejimi ile birlikte çalışma şartı koşulacağı vurgulanmıştı. Yani ABD ve Rusya, Suriye’de PKK-PYD’ye resmiyet kazandıracaklardı.

İşte tam bu süreçte, İsrail Parlamentosu, yedi yıldır hazırlık aşamasında olan ‘ulus devleti’ yasa tasarısını oylamıştı. ‘Yahudi Ulusal Devlet Yasa Tasarısı’ olarak bilinen tasarının kabul edilmesi halinde İsrail hukukunda boşluklar olması durumunda Yahudi şeriatı temel alınacaktı!

İsrail'in ulus devletçiliğe geçişi bölgeyi bütünüyle gerecek bir adımdı. Yasa tasarısındaki maddeler arasında 'İsrail’de Yahudilerden başka din ve mezhep üyelerinin yaşamasına izin verilmemesini öngören' bir madde yer almaktaydı. Bu tasarıyla artık İsrail resmen bir din devleti olacaktı. Katı kurallarla çevrelenecek olan İsrail'de sadece Yahudilerin girebildiği yerleşim bölgeleri oluşturulacak, Arapça resmi dil olmaktan çıkarılacak ve dünyadaki tüm Yahudilere İsrail’e dönme hakkı tanınacaktı. İlk kez 2011 yılında hazırlanmaya başlanan yasa tasarısı, onaylanması durumda herhangi bir anayasanın bulunmadığı İsrail’de ‘temel kanunlar’ içinde yer alacaktı. Bu arada AB'nin Tel Aviv Büyükelçisi Emanuele Giarufet, yasa tasarısının aleyhine oy vermeleri için Knesset üyelerine yönelik lobi faaliyetleri düzenlediği suçlamasıyla İsrail Dışişleri Bakanlığı'na çağırılmıştı. İsrail Başbakanı Netanyahu ise: "Anlaşılan hâlâ İsrail'in bağımsız bir devlet olduğunu anlamadılar" sözleriyle Büyük İsrail hayalini hatırlatmıştı. Bizdeki Başkanlık süreciyle aynı paralelde ve aynı dönemde İsrail'in ulus devlet sistemine geçişini sağlayacak yeni yasalar, oldukça tartışmalı maddeler barındırmaktaydı. İşte o maddelerden birkaçı:

- İsrail'in başkenti Kudüs olacaktır.

- İsrail bir Yahudi devletidir, dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi anavatanıdır.

- Yahudilerin dini günleri resmi tatil sayılacaktır.

- Tüm İsrail vatandaşları eşit haklara sahip bulunacaktır.

- İsrail Ordusu her türlü tepki ve tahrike karşı en üst seviyede hazırlıklı tutulacaktır.

Böyle bir ortamda TSK’yı fiilen ve moralman huzursuz bırakacak girişimlerin “demokratikleşme” olarak yutturulmaya çalışılmasına vicdan ehli asla kanmayacaktır. Siyonist İsrail AKP iktidarının suskunluğundan da yararlanıp açık hava cezaevine çevirdiği Gazze’nin son kapısını da kapatmıştı.

İslam coğrafyası içindeki tefrikalar ve iç savaşlarla oyalanırken ve AKP iktidarı kof çıkışlarla halkımızı avuturken, yıllardır zulüm ve abluka altında direnen Gazze’de, Siyonist kıskaç giderek artmaktaydı. Mavi Marmara anlaşması sonrası kalkacak denilen ambargo kalkmadığı gibi İsrail, Gazze’nin son kapısını da kapatmıştı. Ayrıca Müslümanlara her açıdan baskısını artıran Siyonist rejim, Gazzeli balıkçıların avlanma mesafesini de 9 milden 3 mile indirme kararı almıştı.

Artık Gazze’nin 7 kapısı da kapalıydı!

2 milyon Filistinlinin yaşadığı abluka altındaki Gazze Şeridi’nde 7 sınır kapısından 6’sı İsrail’in, biri ise Mısır’daki darbeci Sisi yönetiminin kontrolünde bulunmaktaydı. İsrail yönetimi, ordu güçlerinin giriş çıkışı için kullandığı Karare Sınır Kapısı’nı 2005’de, diğer 3’ünü 2007’de Gazze ablukasına başladığında kapatmıştı. Siyonist rejim, sadece ticari ürünlerin geçişi için Kerm Ebu Salim ve yolcu geçişi için Beyt Hanun Sınır Kapısı’nın çalışmasına izin veriyordu. İsrail, artık ticari mal girişinin yapıldığı Kerm Ebu Salim Sınır Kapısı’nı da tamamen kapatma kararı almıştı. Gazze halkının ihtiyaçlarını karşılayan tek ticari sınır kapısının da kapanması, kentte insani felaketlerin daha da artmasına neden olacaktı.

Bu insanlık karşıtı bir suç sayılmaktaydı.

Hamas tarafından yapılan açıklamada, uluslararası camianın işlenen ihlallere sessiz kalması ve bu konuda caydırıcı kararlar alınmaması nedeniyle İsrail’in böyle bir adım atmaya cesaret ettiği vurgulanmış, bu uygulamaların Gazze’nin maruz kaldığı zulmün boyutunu ortaya koyduğu hatırlatılmıştı. Gazze’deki ambargoyu her geçen gün arttıran ve Gazze’yi açık hava cezaevine çeviren İsrail’in, Gazze’deki balıkçıların avlanma mesafesini de 3 mile indirdiğini açıklamışlardı. Gazze Balıkçılar Sendikası Başkanı Nizar Ayyaş, yaptığı açıklamada, İsrail yönetiminin, Gazze Şeridi açıklarındaki avlanma mesafesini 9 milden 3 mile indirme kararının kendilerine tebliğ edildiğini aktarmıştı.

Trump ile Putin Türkiye'yi kızdıracak PKK formülü üzerinde anlaşmışlardı!

ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Helsinki zirvesinde, Suriye'nin kuzeyinde Irak'ta olduğu gibi Kürtler için bir özerk yönetim kurma konusunda anlaştıkları ortaya çıkmıştı. Habertürk Washington Temsilcisi Serdar Turgut'un yazısına göre Putin ile Trump, Suriye'nin kuzeyinde Irak'ta olduğu gibi Kürtler için bir özerk yönetim kurma konusunda anlaşmışlardı.

Rusya'nın desteği ile Suriye Kürtleri için 'Kuzey Irak Modeli' uygulanacaktı!

Washington kaynaklarına göre, Trump zirvede Kuzey Suriye konusunu, güvenlikli alanlar oluşturulması önerisiyle bağdaştırıp açmıştı. Serdar Turgut, Putin’in Ortadoğu uzmanı danışmanı Vitaly Naumkin’in hazırladığı "Kuzey Irak Modeli"ni Trump'ın önüne koyduğunu yazmıştı. Bu YPG’ye “siz Esed yönetimi ve Rusya ile koordineli çalışın”mesajıydı!

"Suriye’de İran’ın etkisinin azaltılması yolunda Rusya’nın aktif yardımını alabilirse Trump bu modele de daha sıcak bakıyor şu anda" diyen Serdar Turgut, planı şöyle aktarmıştı: "ABD, 2 bin 200 askerini çektikten sonra YPG/PYD’ye, 'Siz Esad Yönetimi ve Rusya ile koordineli çalışın' denilecek... Washington’da bunun anlamı, Irak’ta olduğu gibi Suriye'nin kuzeyinde de idari ve kültürel özerkliği bulunan ancak Suriye ulus devleti içinde kalan bir Kürt oluşumu olarak yorumlanıyor."

ABD'li yetkililerin "Buna Türkiye’nin tepkisi göz önüne alınıyor mu?" sorusuna verdikleri: "Türkiye ilk başlarda Kuzey Irak’taki otonom Kürt oluşumuna da karşıydı. Sert açıklamalar yapıyordu ama sonra birlikte çalışmaya başlayınca hem ekonomik çıkarları oldu hem de o oluşumu tamamen kontrolleri altına aldılar. Bunun Suriye’de de olmaması için bir neden yok." yanıtı ise, AKP iktidarına ne gözle baktıklarını yansıtmaktaydı.

Suriye’yi bitirdiler; yeni hedef İran’dı.

Sona yaklaşan Suriye iç savaşından ABD ve Rusya’nın “winner/kazanan” olarak çıktıklarını belirten dış politika uzmanları, süper güçlerin bundan sonraki planlarının, İsrail’in güvenliğini korumak, nüfuzlarını arttırmak ve İran’ı bölgeden çıkarmak olduğunu vurgulamışlardı. Dış politika uzmanları, ABD ve Rusya’nın Suriye’de ortak bir noktada anlaştıklarına yönelik iddiaları, ABD’nin muhtemel İran müdahalesini ve Türkiye’nin yeni süreçte Ortadoğu’da izleyeceği politikaları AA muhabirine değerlendirirken, Kadir Has Üniversitesi Enerji ve Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi Direktörü Prof. Dr. Volkan Ediger, ABD ile Rusya’nın, Suriye konusunda ortak bir anlaşmaya vardığını belirterek, şunları aktarmıştı: “DEAŞ’la başlayan bir süreç yaşandı, hatta Arap Baharı’na kadar uzatabileceğimiz 5 yıllık bir süreç vardı. ‘Proxy War’ dediğimiz bir vekalet savaşı yaşandı. Yani devletlerin bilfiil sahada olmadığı, birtakım işleri taşeronlara bıraktıkları bir savaştı bu. Örneğin DEAŞ’a bu kadar yıl kim destek çıktı, kim bunun finansmanını sağladı, insanları oraya kim yolladı, silahlar kimden alındı, stratejiyi kimler yaptı, beyin kimdi? Hâlâ muallakta. Dikkat ederseniz bütün bu kargaşa sanki birisi parmağını şıklatmış gibi pat diye sonlandı. Bitmesinin sebebi de bu anlaşmanın sağlanmış olmasıydı. Yani artık bizim uluslararası ilişkilerde ‘winner’ dediğimiz bir kazan-kazan durumu, büyük güçler açısından oluşmuş vaziyette.’’ Suriye’deki vekalet savaşında Rusya’nın en büyük kazancının sıcak denizlere inme hayalinin gerçekleşmesi olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Ediger, şöyle devam etti: ‘’Suriye’de birçok yerde üs sahibi olan Rusya, özellikle ülkenin deniz kıyısına yerleşerek dünya gücü olduğunu ispatlamış oldu. Kendisi olmadan bu bölgede hiçbir şey olamayacağını büyük devletlere göstermiş oldu. Irak savaşından sonra Ortadoğu’dan çekilme kararı alan ABD ise Suriye’de Rusya ile anlaşarak bölgede tekrar kalıcı hale geldi. Aslında ABD’nin Ortadoğu petrolüne ve doğalgazına ihtiyacı yok. Sadece kendisi çekildikten sonra yerine hangi gücün yerleşeceği ile ilgili ciddi endişeleri vardı. Fırat’ın doğusunda üslerinin olduğu bir bölgeye yerleşmiş oldu. Böylece hem bir ölçüde Rusya’yı kontrol altına alma imkânı kazandı hem de bölge başsız kalmamış oldu. Suriye ikiye bölünmüş durumda. İki devlet olacak. Batı Suriye’de Rusya egemenliğinde bir oluşum, doğu kısmında Amerikan egemenliğinde bir yapılanma olacak. Ve büyük olasılıkla bu iş böylece sonlanacak. Bir kısmı ABD, diğer kısmı Rusya hakimiyetinde kalan Suriye’nin ikiye bölünmesi, İsrail açısından memnuniyet verici oldu. Yani İsrail’in hem Rusya ile hem ABD ile arası iyi. İsrail eğer Suriye sınırına askeri yığınak yapıyorsa bu sistemi korumak içindir, bozmak için değil.’’

TSK’ya yönelik bütün tadilat ve tahribatların asıl gerekçesi olarak, 15 Temmuz hain FETO kalkışmasının gösterilmesi de; hem samimiyetten uzaktı, hem de artık kabak tadı vermeye başlamıştı!

Oysa bu işin uzmanlarına göre darbenin olacağı zaten biliniyor ve bekleniyordu. Aksini söyleyen bir kişi bile yoktu. Asıl soru şuydu: Bunca zayiat verilmeden önlenebilecek olan bu darbe neden önlenmiyordu? Çünkü darbenin geleceği biliniyorsa önlenmesi gerekiyordu. Kaldı ki darbeden sonra da kafa karıştırıcı gelişmeler yaşanıyordu. Örneğin, 15 Temmuz akşamı Adil Öksüz diğerleriyle beraber gözaltına alınıyor, FETÖ'nün imamı olduğu 2008'den beri, yani 8 yıl önceden biliniyordu. Ama ne hikmetse herkese ters kelepçe takıldığı halde, Adil Öksüz serbest bırakılıyordu! O sırada Başbakanlık Müşaviri olan, Ali İhsan Sarıkoca karakola gidip Adil Öksüz'le görüşüyordu. Kimse sokağa bile çıkamıyordu, ama Başbakanlık Müşaviri gidip Adil Öksüz'le görüşüyordu. Kaldı ki Adil Öksüz'e bir GPS cihazı takılmıştı ve uydularla yönünü bulabiliyordu. Bu özel cihaz ithal ediliyordu. 'GPS'i hangi kurum ithal etti ise ona niye sorulmuyordu? Darbe Komisyonuna gelmesi ve bilgi vermesi gereken 2 önemli kişi, MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı oluyordu. Peki Sn. Erdoğan, 'Sakın gitmeyin' diye bunlara niye talimat veriyordu?

15 Temmuz darbesinden 3 ay önce Nisan ayında, Abdullah Kurt isimli bir vatandaş, İzmir'de savcılığa gidiyor, darbe yapacakların tamamının isimlerini veriyordu. Ama nedense gereği yapılmıyordu. Yoksa “bu darbeyi fırsata çevirelim ve karşı darbe tertipleyelim” düşüncesiyle mi hareket ediliyordu? Darbenin en önemli elemanları, FETÖ’nün sivil imamları, Adil Öksüz, Kemal Batmaz, Hakan Çiçek, Nurettin Oruç, Harun Biniş gibi adamları, bunların hepsi takip ediliyordu. Hangi evde toplandıkları da biliniyordu. Ama nedense ciddi hiçbir tedbir alınmıyordu!

Sorularının samimi ve tatmin edici yanıtlarını ortaya koymak ve kamuoyunu rahatlatmak varken, neden susturmaya, saldırma ve suçlama yoluna gidildiği ise, artık düşünen kafaları iyice karıştırmaya başlamıştı.

İktidar yandaşlarından ve Başkan parlatıcılardan Ergün Diler gibi yazarlar, bilgiçlik taslarken ağızlarından kaçırdıkları da olmasaydı, bir takım gizli girişimlerden ve kirli ilişkilerden de habersiz kalacaktık.

Dünya tarihinin en çok konuşulan ailelerinden biri olan Rothschildler’in son prenslerinden Alaxeandre de Rothschild hanedanlığın kurallarını değiştirmeye mecbur kalmıştı. Rothschild Ailesi'nin son prensi Alexandre de Rothschild olmaktaydı ve artık Bankacılık sektörünün tek sorumlusu yapılmıştı. Alexandre de Rothschild, Baron Jacob Rothschild'e olan yakınlığı sayesinde bu özel pozisyona atanmıştı.

Alexandre de Rothschild'in babası David de Rothschild, 250 yıllık bankacılık sektörünü aile adına kurgulayan insandı. Kendi kurduğu sistemin devamı için görevini oğlu Alexandre de Rothschild'e bırakmıştı. Konuşulup yazılanlara göre aile içinde gün yüzüne pek çıkmayan sıkıntılar nedeniyle bu değişim yapılmıştı. Güya Alexandre de Rothschild, ABD'deki en güçlü patron Eveleyn de Rothschild'in etkisini kırmak için hamleler yapacaktı!? Ama bu çok kolay olmayacaktı. Çünkü aile içinde yaşanan kavganın ailenin servetine ve etkinliğine, yani Siyonist sermaye diktatörlüğüne zarar vermemesi lazımdı. Ailenin iki kolunun göstermelik savaşında iç dengelerdeki huzursuzluk artmamalıydı. Ailenin 7. kuşağının en iyi temsilcisi olan Alexandre de Rothschild, Eveleyn de Rothschild'in politikalarına karşıydı. New York merkezli yaşadığını ve dolayısıyla özünden koptuğunu düşündüğü Eveleyn de Rothschild'in artık kenara çekilmesi gerektiğine inanmaktaydı. Yani Alexandre de Rothschild güçlü yapıyı avuçlarının içine almayı planlamıştı. Ancak önce aile içindeki gizli mücadeleyi kazanması şarttı.

İngiltere'deki Daily Telegraph gazetesi, Eveleyn de Rothschild'in onayıyla baskıya sokulmaktaydı. Daily Telegraph, Amerika’daki Jacob Rothschild'e karşı bir kampanya başlatmıştı. İşte bu durumdan sonra, İngiltere'de herkes bir taraf seçmek zorunda kalmış ve kavga kızışmıştı. Tekrar hatırlatalım bu aslında kayıkçı kavgasıydı ve bu Siyonist sermaye hanedanlığından şikâyetçi olan çevreleri avutma ve ayarlama politikasıydı.

Her ne kadar Kraliçe II. Elizabeth çok yaşlanmış olsa ve cenazesi için prova yapılsa da, Rothschildlerin desteği ile hâlâ güçlü olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. Kraliçe II. Elizabeth NATO ile birlikte adım atmaktaydı. Bu gücü İngiltere için de kullanmak isteyen Kraliçe II. Elizabeth, tüm baskılara rağmen geri adım atmadı ve Boris Johnson istifa edip ayrıldı. Johnson, istifa için ağır adımlar atarken bir anda İngiltere Başbakanı Theresa May'in ofisinden bilgilendirme yapılmış ve Dışişleri Bakanı Boris Johnson’ın istifa ettiği açıklanmıştı. Oysa henüz Johnson istifasını sunmamıştı. Çünkü Johnson, NATO hakkında olumsuz fikirler taşımaktaydı. İngiltere'nin NATO'ya değil, NATO'nun İngiltere'ye bağlı olmasını savunmaktaydı.

İşte bu Boris Johnson Alexandre de Rothschild'in danışmanı olacaktı. Ailenin parasına yön verecek kişi olan Alexandre de Rothschild, İngiltere eski Dışişleri Bakanı Boris Johnson'a Avrupa danışmanlığı teklifi yapmıştı. Aile bu teklifleri stratejik olarak yapardı. Yoksa ailenin teklifleri İngiltere'de sorgulanmadan kabul görür ve emir sayılırdı. Boris Johnson da bu teklifi kabul ettiğini açıklamıştı. Tabii Boris Johnson'ın Avrupa'da sözü geçen bir güce sahip olması, ailenin Avrupa Birliği için planlarının başarıya ulaşmasını kolaylaştıracaktı.

Alexandre de Rothschild paranın gücünü en iyi kullananlardan biri olarak tanınmıştı. Boris Johnson da, stratejik adımları çok iyi bilen bir siyasetçi sayılırdı. Şimdi iki büyük gücün bir araya gelmesi, İngiltere için aslında büyük bir şanstı. Ancak bu şansın değerlendirilmesi ailenin, Boris Johnson'ı rahat bırakmasına bağlıydı. Güçlü olanın güçlü kararlar almasından yana olan Johnson şimdi daha güçlü bir pozisyondaydı.

Asıl patron Jacob Rothschild ise dünyanın her yerinde ve özellikle Rusya'da çok güçlü bir konumdaydı. Büyük bir akımın patronu makamındaydı. Ne olduysa İngiltere Kraliçesi ile biraz ters düşmeye başlamışlardı. İngiltere de Jacob'un adamı olan Abramovich'i ülkeye sokmamıştı. Malum ajanların zehirlenmeleri ile Rusya üzerinden süren bir kavga başlatılmıştı. Aslında İngiltere'nin Rusya'yı suçlamalarının altındaki gerçek neden Jacob Rothschild olduğu konuşulmaktaydı. Büyük patron Jacob el altından NATO'nun dağılması ya da başka bir fonksiyonla iş yapması için yeni planlar kurmaktaydı. Çünkü ellerinde Para vardı, Bilişim vardı, ama doğrudan kendilerine bağlıSilah ve Ordu yoktu. Bu nedenle en büyük rakip NATO'nun diskalifiye edilmesinde veya yeniden şekillenmesinde büyük fayda görüyordu. Ancak Washington ile Londra (yani Rothschildlerin iki kolu) bu konuda farklı düşünüyordu. (Ve rol icabı farklı ve aykırı bir tavır takınılıyordu.)

Hem aile hem de NATO'ya destek veren iki başkent aslında AKDENİZ için kapışıyordu. Buradaki petrol ve doğalgazın kimin olacağı hesapları yapılıyordu. Tekrar hatırlatıp vurgulayalım ki, aslında her iki taraf da aynı Siyonist amaçlara ama farklı kulvarlardan yaklaşıyordu.

Bütün bunları okuduktan sonra mecburen merak ediyoruz.

Bütün dünyada, vahşi kapitalizm adına korkunç bir zulüm ve sömürü saltanatı kuran Siyonist Yahudi sermayenin anaç baronlarından Rothschild’lerin İngiltere ayağı Alexandre de Rothschild ile ABD ayağı Jacop Rothschild arasındaki danışıklı NATO kapışmasının; Doğu Akdeniz, İsrail ve Suriye üzerinde, yani doğrudan ülkemizin çevresinde ve çıkar bölgemizde yoğunlaştığı bir ortamda, Türkiye’de gerçekleşen Başkanlık süreci ve son ana kadar kendilerinin bile bilmediği ve beklemediği yeni Bakanlar kabinesi ve özellikle GKB’nın MSB’lığına bağlanma girişimi… Ve hemen akabinde gidilen ve Trump’tan övgüler dizilen NATO zirvesi ile, Siyonist Rothschild’lerin şeytani projeleri arasında bir bağlantı var mıydı, yoksa sadece bir rastlantı mıydı?

Bunların üzerinden henüz bir hafta bile geçmeden 19.07.2018 tarihinde İngiltere, Fetullahçı Terör Örgütü “çatı davası”nın firari sanığı ve eski Koza Holding yöneticisi Hamdi Akın İpek’le ilgili sürpriz bir karar almış; Akın İpek’e ev hapsi verildiği açıklanmış ve pasaportuna el koymuşlardı. Bu jest, NATO’ya bağlılığı nedeniyle Türkiye’ye verilmiş bir ödül olmasındı!.. Yoksa Akın İpek’in resmen koruma altına alınması mıydı?

 


[1] Bak: http://www.internethaber.com/trump-erdogan-disindaki-hic-kimse-isini-duzgun-yapmiyor-1889139h.htm

[2] (18 07 25018 – TSK’da Devrim) - http://milliyet.com.tr/yazarlar/verda-ozer/tsk-da-devrim

 

Yorum Yaz