İlmi, imani ve ahlaki (ameli) hakikatlere, genellikle mektep ve medreselerde ve bir öğreticinin gözetiminde ders alınarak zekâ ve akıl yoluyla ulaşılır. Bu genel ve temel gayretler yanında, bazen gönül aynasına ve vicdan ekranına çok özel ilhamların yansıdığı da bir vakıadır. Nebevi tebliğ metotlarından olan ve Sahabe-i Kiram’ın olgunlaşmasını sağlayan sohbetlerin de, eğitim ve öğretimde çok önemli bir yeri vardır. Hem zahiri ve umumi (genel) yöntemlerle, hem Bâtıni ve hususi (özel) hizmetlerle kalplere doğan ve beyinleri aydınlatan birtakım ilhamları doğrudan aktarmak yerine, dolaylı biçimde ve şiir şeklinde anlatmak daha münasip sayılmıştır. Böylece herkes kendi kabına ve kapasitesine uygun miktarını kavrayacak, hem de bu hikmetli şiirlerin sahipleri, kaba saba insanların ve kötü niyet taşıyanların bir takım saldırı ve sataşmalarından korunmuş olacaklardır. Hatta bir kısım hikmet ve hakikatlerin rü’ya vasıtasıyla, Rahmani işaret ve beşaretler şeklinde ve birtakım misaller tasviriyle ruh ekranlarına aksettirildiği de, yine inkâr edilmez bir yaratılış harikasıdır; çünkü rüyaları halk eden de bizzat Cenab-ı Hak’tır. İşte hem zahir, hem batin ilimlerden yüksek derecede hissesi ve hazzı bulunan Ahmet Akgül Üstadımızın şiirlerini okurken de, bu Rabbani gerçekler dikkate alınırsa, verilmek istenen mana ve mesaj daha kolay anlaşılacaktır. İnşaallah.
Hz. Muhammed’in (SAV) Hakikati
Hakaik-ı Muhammediyye bilcümle hakaik-ın aslı ve hakikatıdır. Zahirde Hazret-i Muhammed (SAV), Adem’in evladı, hakikatte Adem ve Alem, Hazret-i Muhammed’in (SAV) evladıdır. (O’nun nurundandır.)
Ey hakikat yolcusu! Şunu çok iyi bilmek lazımdır ki: Yaratılışın en büyük amacı ve İslam’ın en büyük esası: Beşeriyetin Fahr-ı Ebedisi, beşeriyetin hakiki kurtarıcısı, nefs-i natıka-ı kâinatın kalbi, hılkatın masdarı, mevcudatın en meşhuru, düşmanlarının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı, en namdar hâkimi, belağatca en yükseği, akılca en parlağı, on dört asırdan beri rahmetiyle, faaliyetiyle ve elinde şahidi ve burhanı bulunan. Kur’an’ı ile kâinatı nurlandıran Hazreti Muhammed’i (aleyhisselatü vesselam) anlamak ve O’na iman ile hakikatını görüp tanımak için irfan tedarik etmektir… Ve tabi bu bir kısmet mes’elesidir. Ve bu öyle bir irfandır ki, bütün ilimlerin fevkindedir.
Hadisat ve tasavvurattan münezzeh olan, her şe’nde kayyumiyet-i zatiyyesi meşhud bulunan; bir şeyi her şey, her şey’i bir şey yapan, bu âlemlere geniş merhametiyle imdad buyuran; bütün ihtiyaçları giderip duran; vucüdu ile mevcut, sıfatı ile muhit, esması ile ma’lum, ef’ali ile zahir, asarı ile meşhud olan Cenab-ı Hak, bilinmesini diledi… Aşikâr olmayı murad eyledi…
Bütün mevcudat; Besmelede bulunan ALLAH, Rahman, Rahim, isimleriyle (esma-i ilahi) vücude gelip mevcuttur, ve de bütün mevcudat Allah’ın Cemal ve Celal denilen iki parmağının arasındadır.
İsm-i Celal olan “ALLAH” Lafzı; ism-i Zat’tır.
İsm-i Kemal olan “ERRAHMAN” Lafzı; ism-i Sıfat’tır.
İsm-i Cemal olan “ERRAHIYM” Lafzı; ism-i Ef’aldir.
Ve Cenab-ı Hak, Hazret-i Muhammed (aleyhisselatü vesselam)’ı kendi NUR’una ayine olmak üzere yaratmıştır.
“Küntü kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’refe lehalaktül halka leu’ref”
Ferman-ı sübhanisinde:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murad ettim, Zatımdan Zatıma vaki’ olan tecellide zulmetin mukabili olmayan muhabbet-ı ilahimin sureti olan Nurü’l – Envar zahir oldu, ismini “Hamd olmuş” ma’nasına “MUHAMMED” koydum. O Suret-ı Subhanimin mazharı, muhabbet-i ilahimin tecelligâhı oldu; kendisini Kendime ayine yaptım” buyurmaktadır ve sıfatlarının yansımasını orada tecelli ettirip bizlere tanıtmaktadır.
Yine Cenab-ı Hak, Habibi hakkında Kur’an-ı Azimüşşan’ında şöyle buyurmaktadır:
“Hüvelleziy ersele resulehu bilhüda ve dinil hakkı liyuzhirehu aledini küllihi velev kerihel kâfirun. Velev kerihel müşrikun” Bu ayetin Meal-ı alisi:
Bütün dinlerden (ve düzenlerden) üstün (ve hâkim) kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve Hak Din ile gönderen O’dur. (Bu hükmünü gerçekleştirmek ve kullarının Hak’tan mı batıldan mı taraf olduğunu imtihan edip seçmek üzere) Şahit olarak Allah (c.c) yeterlidir. (Fetih: 28)
Yani, “Ey Habibim Muhammedim!
Varidat-ı ilahimle Seni techiz ettim, vikaye-ı ilahimden zırh giydirdim ve Seni böylece alemlere rahmet olarak gönderdim. Kâfirler patlasa, müşrikler çatlasa, münafıklar çıldırsa, mürtedler kahrolup kıvransa… Yine de Sen, muhakkak galip geleceksin! Ben Senin azamet-i Ahmedini ila maşaallah devam ettireceğim. Bidayetsiz ezelden, nihayetsiz ebede kadar, Resulüm olarak Senin sözün ve hükmün geçecektir. Şanın, namın ebede kadar ilan edilecek ve yürüyecektir. Hak dinin, aklen ve ilmen her zaman galip gelecektir. Çünkü hilkatden gaye Sensin. Seni kendim için, hilkati ise Senin ma’nan münasebetiyle halk eyledim. Hem bütün kâinat irtidat (Seni inkâr) etse, niye mahzun oluyorsun ki? Sana ilk iman ve tasdik eden Benim. Allah’ın Senin risaletine şahid oluşu kâfidir… “Vefa kefa billahi şehiden” Allah’ın şehadeti kâfi değil midir?
Sana Kelime-i Şahadet getiriyorum! Ve işte: “MUHAMMEDEN RESULULLAH” diyorum!.. Esma-ı İlahimden bir İsmimi de: “MÜMiN” koydum. Peki Ben kime iman ettim? Ey Habibim Muhammedim! Sana ve aynanda tecelli eden Zatımadır!
Bu emirler ve hikmetler ile bütün mevcudata takdim edilerek seçilen ve aktar-ı cihanda günün beş vaktinde resmen “EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESULULLAH” nam-ı celili ile yâd edilen Peygamber-i Hak, Bizler gibi yüzünü hiç görmeden, fem-i saadetinden (mübarek ağzından ve dilinden) çıkan sedanın anını işitmeden bir habere gönül verdirerek, on dört asırdan beri gönüllerde yer alıp, milyarlarla beşeriyeti maddi hiçbir şey vermeksizin aşk ile peşinden götüren Hz. Muhammed Mustafa’yadır...
Her türlü selavat ve tehiyyat İsm-i Azam’ının taht-ı gehi, “Leumrek” sarayının hususi misafiri, Alem-i Arş minberinin hatib-ı muhteremi, her düşenin sığınacak melcei olan, Hazret-i Muhammed: (aleyhisselatü vesselama) mahsustur. O’na salat-ü selam ederiz. Sema-yı Lahut’un nücumu (Uluhiyet ve Nübüvvet Semasının Yıldızı) olan: Al’ine ve Eshabına tardiye eder, şefaat dileriz.”[1]
İç (Batıni) Gerçek Sırları
Sufi Necmeddin er-Razi “Birsadu’l-ibad” adlı eserinde şöyle diyor: “Bir ağacın oluşunda, nasıl ilk önce toprağa bir tohum ekilir, ardından bitki yeşerir, gelişir, ondan dallar, sonra yapraklar ve sonra da kendisinde tohum taşıyan meyveler oluşursa, aynı şekilde Peygamberlik dairesi de, Hz. Peygamberin beşeri tezahürüyle sonuçlanmak üzere, Muhammedi NUR’la, (yani Hz. Muhammed’in (SAV) batıni hakikatiyle başlamıştır. O böylece kendi varlığı ile sentezleştirdiği ve birleştirdiği Peygamberlik dairesinin, içte başlangıcı ve dışta sonuncusu (Hatemül Enbiya) olmuşlardır. O (zahirde) dışta beşeri bir varlık ve (Batında) içte ise “evrensel insandır”, her manevi mükemmelliğin örneği ölçüsü ve zirvesi konumundadır. Bizzat Hz. Peygamber, şu hadiste olduğu gibi, kendi tabiatının bu içsel yönüne imada bulunmuşlardır. “Ben “mim”siz Ahmed’im (yani birlik’i ifade eden ahad), ayn’sız bir Arab’ım (yani Cenab-ı Hakk’ı ifade eden Rabb), Beni gören Hakk’ı görmüş sayılır!”
Bu sözler, Hz. Peygamber’in Cenab-ı Hakk’la, manevi irtibat ve ittihadını anlatır. Bu gerçek, Gülşen-i Raz’dan alınan farsça şiirde olduğu gibi, asırlar boyunca nice defalar tasavvuf şeyhleri tarafından tekrarlanmıştır.
“Ahmed’le Ahad arasında, yalnız bir “mim” farkı vardır.
Bütün alem ise; işte bu bir tek mim’de gark olmuşlardır!”
Hz. Muhammed’in (SAV) Batıni ismi olan Ahmed’i, Allah’tan ayıran bu mim, aslımıza (öz fıtratımıza) dönüşü, ölümü ve ebedi gerçeklere uyanışı sembolize eder bir sırdır. Onun sayısal eşdeğerliliği, İslam’da Peygamberlik yaşını sembolize eden kırktır. Hz. Peygamber (SAV), dışta Allah’ın insanlara elçisi iken, içte ve hakikatte ise Cenab-ı Hakk’la sürekli vuslat (Refik-i Alâ) halinde bulunmaktadır.
İslam’da Peygamberlik denebilecek şeye ayrılmaz şekilde bağlı “kâmil insan” kavramını, İslam üzerine sonradan yapılan tesirlerden kaynaklanmış olduğunu sananlar, aldanmaktadır. O daha çok, Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu sahabeleri arasında, takvaca kendisine tabi olanların yanında, batıni mesajının da mirasçıları olanların kendisinde şahit oldukları tarza dayanmaktadır. İslam’ı manevi ve entelektüel boyutundan mahrum etmek isteyenler, bu temel doktrini sonradan yapılan bir taklitmiş gibi göstermeye çalışmaktadır. Sanki “Hz. Peygamber (SAV), gerçek tabiatı içinde böyle olmasaydı, sadece kendisine böyle bir durum atfedilesiyle, etkin ve yetkin bir “kâmil insan” olabilecekmiş” yaklaşımı tam bir yanılgıdır. Halbuki bir kütleye güneş demek onun ışık saçması için asla yeterli olmayacaktır. Hz. Peygamber, Efendimiz (SAV), daha sonra “kâmil insan” ismini alan bu realiteye bizzat kendisi sahip bulunmaktadır. Yani bir şeyle “isimlendirilen” kendisine bu ismin verilmesinden önce, bu sıfatlara ve hakikatlere sahip olmalıdır. Vahyin kaynağından uzak olmaları nedeniyle daha etraflı bir açıklamaya muhtaç bulunan gelecek nesiller ise mürşid, müceddid ve mehdi vasıtasıyla bu sırrın gerçeğine ulaşacaktır.
Sonuç olarak denebilir ki, Hz. Peygamber Aleyhisselam hem sosyal ve siyasal hayatın öncüsü ve ölçüsü hem de ahlaki ve manevi hayatın kılavuzu, yani en güzel ve en mükemmel örneği durumundadır.”"B"
Kapının kör deliği ve Şeytanın “gör” dediği!? cinsinden; “Ya Başkanlık koltuğuna Ahmet oturursa...” kuşkuları
(Bir site referandumla ilgili endişelerini ve muhtemel gelişmeleri şöyle paylaşmıştı:)
Anayasa değişikliği (Gazi Meclis'in 1924 anayasasında Atatürk'e bile vermediği) uçuk yetkileri hem resmen parti üyesi olup hem de "görevimi tarafsızlıkla yerine getireceğime namusum ve şerefim üzerine and içerim" diye yemin ederek baştan günah riskine girmesi öngörülen Cumhurbaşkanına vermekle kalmıyordu. Bunun yanında ülkenin eşi görülmedik bir antidemokratiklik timsali olarak, hiç seçilmemiş, bir oy bile almamış birisi tarafından aylar boyunca, belki de yıllarca yönetilebilmesine de kapı açıyordu. Nasıl mı?
Madde 106'ya göre Cumhurbaşkanı, bir veya daha fazla Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabiliyordu. Cumhurbaşkanı yardımcısı olabilmek için ilkokul mezunu olmak, 18 yaşını doldurmuş olmak ve "askerlikle ilişkisi olmamak" yeterli sayılıyordu. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu kişinin millet tarafından seçilen veya seçilmeyi bırakın, bilinen ve tasvip edilen bir kişi olması da gerekmiyordu. Hayatı boyunca resmi ve önemli bir görev yapmış olmasına veya Cumhurbaşkanında arandığı gibi yüksek öğrenim yapmış olmasına falan da bakılmıyordu. Cumhurbaşkanının aksine "tarafsız olacağım" diye yemin de etmiyordu. Diyelim Cumhurbaşkanı böyle birini yardımcılığına atadı, sonra da hastalandı. Bakınız neler olacaktı?
Madde 106, "Cumhurbaşkanının hastalık ve yurt dışına çıkma gibi sebeplerle geçici olarak görevinden ayrılması hallerinde, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cumhurbaşkanına vekâlet eder ve Cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanır" diyordu. Çünkü devlette devamlılık esas alınıyordu. Yani belki de 18 yaşındaki (diyelim) Ahmet, bir anda Sayın Ahmet oluyor ve büyük yetkilerle donatılıyordu. Genelkurmay Başkanı'ndan rektörlere, hakimlerden başka Cumhurbaşkanı yardımcılarına, istediği makama istediği atamayı yapabiliyordu. Sayın Ahmet bir kez iktidarı tattıktan sonra kendisini oraya yıllarca yapıştırmasını engelleyecek hiçbir şey yoktu. Sayın Ahmet, TBMM'nin istemediği herhangi bir kararı almasını da çok basit bir yöntemle engelleyebiliyordu. Tek yapması gereken, aleyhine oy kullanacağını düşündüğü milletvekillerini Cumhurbaşkanı yardımcılığına atamak oluyordu! Bakın Madde 106 ne diyordu:
"Cumhurbaşkanı yardımcıları ve Bakanlar, Milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olanlar arasından Cumhurbaşkanı tarafından atanır ve görevden alınır. ...Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Cumhurbaşkanı Yardımcısı veya Bakan olarak atanırlarsa üyelikleri sona erer."
(Unutmayın, Sayın Ahmet vekil olarak Cumhurbaşkanına ait her yetkiyi kullanabildiği gibi bu Cumhurbaşkanı yardımcısı atama yetkisini de kullanabiliyordu.) Sayın Ahmet sevmediği milletvekillerini bir günlüğüne Cumhurbaşkanı yardımcılığına atayabiliyor, o anda vekilliği düşen zavallılar ertesi gün Cumhurbaşkanı yardımcılığı görevinden de alınınca işleri bitiyordu. Artık sorun çıkaracak milletvekili falan kalmıyordu!
Daha rahat çalışabilmek için OHAL ilan etme yetkisini de kullansın mı Sayın Ahmet, ne buyurursunuz?
Yeni anayasamızın bir heyecanlı tarafı daha bulunuyordu. Yeni Osmanlı merakından olacak, "Yeni Fetret Devri" imkânı da unutulmuyordu. Şöyle: Yukarıda belirttiğim gibi, Cumhurbaşkanı birden fazla Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabiliyordu. Diyelim üç kişiyi atadı. Sonra da (Allah korusun) geçici veya kalıcı bir şekilde makamı boşaldı. Bu durumda hangi Cumhurbaşkanı yardımcısı vekaleten göreve bakacaktı? Bunun yanıtı hiçbir yerde yazmıyordu!
Bilindiği gibi, ilk taslakta yer alan "yedek milletvekilliği" sistemi, AKP'li milletvekillerinin "yedeklerimiz bizim yerimize geçmek için bizi öldürebilir" itirazı nedeniyle tekliften çıkarılıyordu. Çok daha önemli bir makam olan Cumhurbaşkanlığına vekaleti bu üç kişiden hangisi alacaktı? Hangi kurala göre atanacaktı? Yoksa güreş mi tutacaklardı? Kısa çöp mü çekip oturacaklardı? İnsanın aklına kötü şeyler geliyordu!”[2]
Fatma Betül Erişkin’in Rüyası - Konya / 15.02.2017
Rüyamda:
Neslihan Hanım ve Başaran ailesinin, Topçu ailesinin, Çelik (Osman Nuri Bey) ailesinin hanım ve çocukları ile birlikte Aziz Erbakan Hocamızın Kabr-i Şeriflerini ziyarete gitmiş oluyoruz. Ziyaret sürerken Merkez Efendi Camii tarafından Erbakan Hocamız yürüyerek Kabr-i Şerife doğru çıkageliyorlar. Arkadaşlara: “Erbakan Hocamız geliyorlar!” diye sesleniyorum. Çocuklar dâhil hep birlikte hürmet ve hasretle Erbakan Hocamıza doğru yürüyoruz. Çocuklar Hocamızla kucaklaşıyor, biz de Erbakan Hocamızın mübarek ellerini öpüyoruz.
Enise kardeşimiz şaşkın bir ses tonuyla: “Aziz Hocam, biz sizi ziyaret ediyorduk ama siz makamınızda yokmuşsunuz!” diyor. Erbakan Hocamız: “Evet. Birkaç gündür kahraman askerlerimizle El-Bab’daydık!” buyuruyorlar. Ben: “Hocam, El-Bab neyse de, şimdi bunlar ‘Rakka’ falan diyorlar. Nasıl bir oyunun içindeyiz, Türkiye’yi karanlık bir batağa çekiyorlar! Nasıl olacak ki böyle? Bunlar bu kadar mı gafil ve hain, bu kadar mı işbirlikçi?” diye soruyorum. Erbakan Hocamız: “Allah bunların planlarını başlarına çevirecek inşaallah. Suriye, Kıbrıs başta olmak üzere diğer bütün bölgeler ve ülkelerle ilişkilerinde işbirlikçilikleri ve ihanetleri ayyuka çıkmış durumda. Kimse anlamasa da bu gerçekleri herkese anlatacağız, yazacağız, dualar edeceğiz. Bunun için de önce ilgili yazı ve yorumları dikkatle okuyacağız ve tüm bu planları öğreneceğiz. Neyi nasıl yapmak istiyorlar, bu yaptıkları ihanet ülkemizi ve en önemlisi tüm insanlığı nasıl etkileyecek? Nasıl bir oyun içindeyiz görüp, bunu bertaraf etmek için ne yapmamız gerekiyor? Bütün bunları bileceğiz, öğreneceğiz ve bu oyunu bozacağız. Öğrenmeden anlatamayız, ibadetlerimizi yapmadan da dua edemeyiz. Öğrenmeye, ibadete ve duaya sarılın! Tüm bunlar için ise sağlam bir imana sahip olacağız, gereğini yapıp Allah’a havale edeceğiz. Kadere iman edip kederden emin olacağız!” buyurdular.
Sonra çocuklara bakıp: “Uçakta çok korktunuz mu?” diye sordular. Çocuklar: “Biraz korktuk Hocam, ama daha ölmeyiz herhâlde, çünkü Adil Düzen Medeniyetinin kurulduğunu daha görmedik!” dediler. Erbakan Hocam gülümseyerek: “Ya görmeden öleceksek!” (Yani Allah’ın rızasına ve kutlu Cennet hayatına ulaştıktan sonra ne fark eder…) buyurdular. Çocuklar: “Ama Hocam biz de görmeyi istiyoruz, hem de bunu görmeyi hak ediyoruz. Biz daha çocuğuz.” dediler. Erbakan Hocam: “Siz samimiyet ve teslimiyetle istemeye devam edin, inanın ve bekleyin göreceksiniz!” buyurdular. Sonra Neslihan Hanıma ve bana bakarak: “Ne zaman gidiyorsunuz?” diye sordular. Ben: “Hocam, malum bizim uçakta sıkıntı çıktı, o yüzden bir türlü gidemedik” dedim. Erbakan Hocam gülümseyerek: “Ee ne yapacaksın. Uçakta sıkıntı çıktı diye buraya mı yerleşeceksin?” buyurdular. Ben: “Yok Hocam, buraya yerleşme değil de, bize de kardeşlerimizle biraz daha fazladan beraber olmamıza bahane oldu!” dedim. Erbakan Hocam: “Allah bahanenize (safiyetinize ve muhabbetinize) bağışlasın sizi. Bu kardeşlik cennetle taçlanacak inşallah!” buyurdular.
Sonra: “Bu gece de bizim misafirimiz olun, eşlerinize de seslenin onlar da gelsinler. Odalarınıza geçin, dinlenin. Yatsı namazında camide buluşalım!” buyurdular ve yürüdüler. Arkalarından: “Hangi cami Hocam?” diye sorduk. Erbakan Hocam bir taraftan yürürlerken diğer taraftan: “Siz hangi cami olduğunu biliyorsunuz” buyurdular. Erbakan Hocamızın bize “Odalarınıza yerleşin!” diye talimat buyurdukları tarafa baktım, Kabr-i Şerifin ana girişi yanındaki görevli odası olduğunu gördüm. Şaşkınlıkla: “Acaba buraya mı yerleşeceğiz?” diyerek yürüdük (Çünkü orası küçücük bir yerdi.) O küçücük odaya girince baktık ki, odanın içinde camdan odalar, küçük büfeler, konuşma salonları, mescitler falan varmış. En şaşırtıcı tarafı da bir ucu alabildiğine deniz manzarasıymış. Camdan odalara eşyalarımızı koyduk, çocuklar camdan olan mescitte oyunlar kurdular. Biz de deniz kenarına, taşların üzerine oturduk, sohbet edip dertleşirken eşlerimiz ve İstanbul Milli Çözüm Ekibindeki diğer kardeşlerimiz de eşleriyle geldiler. O halde ne kadar süre kaldık bilmiyorum ama hava kararmıştı. “Yatsı ezanı vakti” diye anons edildi ve ardından ezan okundu. Oklarla işaret edilen tarafa doğru yürüdük. Önce denizden abdest aldık sonra mescide girdik. Ama nasıl bir mescit! İçine girince o küçücük mescidin dünya olduğunu gördük. Her direk ve her sütun, bütün şehirleri ve özellikleri ile birlikte bir ülkeymiş. Aziz Erbakan Hocamız ve Muhterem Ahmet Hocamız birlikte içeriye girdiler. Gençlerden birisi hemen gamet getirdi. Erbakan Hocamız bir adım geri çekilip: “Ahmet, geç imamete. Artık Dünyanın dayanacak gücü kuvveti kalmadı!” buyurdular. Ahmet Hocamız yatsı namazını kıldırdılar. Duayı Erbakan Hocamız yaptılar. Erbakan Hocamızın dualarına hepimiz gözyaşları ile “Âmin” dedik. Erbakan Hocamız ayağa kalktılar, biz de ayağa kalktık. Erbakan Hocamız: “Arkanıza dönüp bir bakın!” buyurdular. Arkamıza dönüp baktığımızda, her ülkenin ve her şehrin, dalgalanan bir bayrak şeklinde Ahmet Hocamızın arkalarında namaz kıldıklarını ve Erbakan Hocamızın dualarına “Âmin” dediklerini gördük. Her milletten, her dinden insanlar sırayla ve tek tek, önce Erbakan Hocamızın sonra Ahmet Hocamızın mübarek ellerini öpüyorlar ve yeniden ülkelerine, şehirlerine dönüyorlardı. Sadece Milli Çözüm Ekibi olarak biz orada kalıyoruz, onun haricinde herkes ülke ve şehirlerine gidiyorlardı. Erbakan Hocamız hepimizle tek tek göz göze geldiler ve: “Bu gece misafirimizsiniz. Sabaha kadar zikir, sohbet ve muhabbet edeceğiz, sabah herkes odalarına çekilecek ve dinlenecek. Öğleye doğru da Konya’ya gideceğiz. Kendinizi ona göre hazırlayın!” buyurdular. Ahmet Hocamızın söyledikleri “Zikr-ü Devran” ilahisi ile Erbakan Hocamız ayakta zikri başlattılar. Çocuklar ve beyler öndeki halkada bizler de en son halkada durduk. Erbakan Hocamız iki ellerini dua eder şekilde tamamen havaya kaldırmışlar, (Cem Karacanın söylediği şekilde) “Allaah yaar yar, Allaah yaar yar, Allaah yaar yar, Allaah yaar” diye dönüyorlardı. Zikre devam ederken Erbakan Hocamız ülkelerin isimlerini tek tek söyleyip: “Kardeşlerimiz kurtulmuşlardır!” diye müjdeler verip yeniden zikre başlıyorlardı. Zikir devam ederken bu sefer başka bir ülkeden kardeşlerimizin kurtulduğunu müjdeleyip yeniden zikre koyuluyorlardı. Bu hal ne kadar sürdü bilemiyorum, ama o huşu ve heyecan içinde uyandım.
Te’vili: a) Aziz Erbakan Hocamızın, ruhaniyeti ve manevi himmetiyle halâ yanı başımızda bulunduklarına… b) Kahraman Ordumuzun EL-BAB harekâtının lüzumuna ve başarısına, ama Rakka macerasının bir tuzak olduğuna… c) AKP İktidarının yanlışlık ve haksızlıklarını tenkit gayretimizin yararına ve doğruluğuna… ç) Milli Çözüm Dergisi ve Ekibinin zorlu ama onurlu ve nurlu bir hizmet yaptığına… d) Aslolan Allah’ın rızasını ve sonsuz cennet hayatını kazanmak olduğuna, ama özlenen ve gözlenen ZAFER’in de yakınlığına… e) Milli Çözüm Ekibinin muhabbet ve uhuvvetinin çok önemli ve gerekli sayıldığına… f) Milli Çözüm’ün Şahs-ı Manevisinin, Aziz Hocamızın sadık takipçisi ve layık talebesi olarak, büyük Mehdiyet inkılabında öncü rolü oynayacağına… g) Adil Düzen’in ve Milli Görüş projelerinin, Milli Çözüm gayretiyle, bütün İslam coğrafyasının ve mazlumlar dünyasının kurtuluşuna, huzur ve refaha kavuşmasına vesile olacağına… h) Edep ve hürmet ölçüleri içinde, halis niyetli ve salih şekilde Kadiri ve Mevlevi zikrini çekmenin cevazına ve huzuruna… Ve yine kalpleri uyarıcı ve ferahlandırıcı ilahilerin feyiz ve bereket aşılayacağına… i) En önemlisi ise inşaallah Türkiye Merkezli ve Adil Düzen eksenli büyük inkılabın çok yakında gerçekleşip, va’adi İlahinin açığa çıkacağına… İşaret ve beşaretlerdir! En doğrusunu elbette Allah bilir.
Nabi Avcı İsrail’de: “Cumhurbaşkanımızla birlikte; Türk Yahudileri veya Yahudi Türkleri olarak bizler, her an hizmetinizdeyiz!” (07 Şubat 2017 https://www.youtube.com/watch?v=qC-fF89yQCc)
ŞİİR:
İŞTE BUNLARIN AYARI
İsrail’e gidip: “Hizmetindeyiz!”
Diyenler borudur, isale bunlar!
Nabi, avcı değil; keklik bilesiz
Ülke için sorun, mesele bunlar!
Ekonomi harap, adalet bitap
Halkı avutuyor, boş ve kof hitap
Değil hakikatli; hikmetli kitap
Vallahi yazamaz, risale bunlar!
Amerka Allah’tan, büyük tanıyor
İslam’ı angarya, bir yük tanıyor
Kâbe’yi de -haşa-, höyük tanıyor
Ahmaktır kapılır, her sele bunlar!
Pırasadan çıkmaz, çelik karakter
Münafıkın gayzı, olur krater
ABD tağutu, AB kriter
Bağlanmaz Kur’an’a, Mürsele bunlar!
Dindar ve kahraman, diye anılır
Dönekler akreptir, ANKA sanılır
Kur’an’ı terazi, tutmaz yanılır
İnanmaz mahşere, visale bunlar!
Haddin bilmeyenin, edebi olmaz
Kalbi körlenenin, erdemi olmaz
Her insan fanidir, ebedi olmaz
Girer kabir denen, parsele bunlar!
Kiralık hocalar, hin doruğunda
Din iman harcarlar, dünya uğrunda
His vicdan kalmamış, o taş bağrında
Benziyorlar Bel’am, misale bunlar!
Makam tanrıları, çıkar putları
Fırsatı bulunca, döker kurtları
Ofsayttan atar, bütün şutları
Aldırmaz esasa, usüle bunlar!
Her kim elin vermez, Nebi Ahmed’e
Erişir mi sandın, Rabbi Ahed’e
Zalim hain elbet, düşer zahmete
Ezilmeden gelmez, husule bunlar!
[1] Şemseddin Yeşil Hz.lerinden. (Allah kendisinden razı olsun)
"B" Milli Gazete. (Bilal Davut. 18/Tem/1989)
[2] 25.Ocak.2017 / Cem Say / Odatv.com