Sabancı Üniversitesinde Tarih hocası ve KARAR yazarı Sn. Hakan Erdem, bizim“Küresel Fesatçılık ve Fetullahçılık” Kitabımızdaki Sultan Fatih’in zehirlenmesiyle ilgili kanaatlerimize yönelik “Gebze Üzerinden İtalya” başlıklı bir tenkit yayınlamıştı.[1] Öncelikle, kitabımıza ilgisinden ve yanlış bulduğu bir konuyu düzeltme gayretinden dolayı kendisine teşekkür ederek başlayalım. Sn. Hakan Erdem 3 mesele üzerinde durmuşlardır:
1- Fatih’in zehirlenip zehirlenmediği
2- Aşıkpaşazade’nin Fatih’e özel yakınlık peyda edip etmediği
3- Moiz Kohen Tekinalp Türkçülüğünün takipçisi Nihal Atsız’ın Aşıkpaşazade’ye özel ilgisi…
Fetullah Gülen’in perde arkası, gizli bağlantıları ve kirli hesaplarıyla ilgili 20 yıl önce yazmaya başladığımız, sonunda Ekim 2010 yılında kitaplaştırıp Togan Yayıncılık (Bizim Avrasya y.y.) 824 sh. olarak piyasaya çıkardığımız ve bu sene (2017) okuyucuya kolaylık olsun diye, 180 sh. kadar ayrıntıları ayıklayıp 640 sh. olarak yeniden yayınladığımız bu kitabımızdaki; geleceğimiz, güvenliğimiz, Milli birlik ve dirliğimizle ilgili tarihi tespit ve tahlillerimizin nasıl aynen çıktığının, gerekli tedbirlerin alınması durumunda 15 Temmuz gibi felaketlerin yaşanmayacağı hususlarının Sn. Hakan Erdem’in dikkatinden kaçması ve hiç gündeme taşımaması, onun fıtratı ve tarafıyla alakalıdır. Herkesin Cemaate yaranmak için yarıştığı, AKP İktidarının ve Erdoğan’ın da bütün imkânlarıyla hizmetlerine koşmayı şeref ve görev saydığı bir dönemde; Fetullah Gülen’in gerçek mahiyetini, gizli ve kirli niyetini, Yahudi Lobileriyle münasebetlerini, iktidarın gaflet ve dalaletini açıkça yazan, ilgilileri ve yetkilileri uyaran, bu yüzden nice iftiralara uğrayıp tutuklanan bir insanın; İman cesaretiyle, Kur’an ferasetiyle ve Erbakan marifetiyle dile getirdiği bu gerçekler karşısında bir tebrik ve teşvik ifadesini bile ağzına alamamak, nasıl bir vicdan marazıdır, okurların iz’anına bırakalım..
Sultan Fatih’in Ölüm Nedeni ve Neticeleri..
Hz. Peygamber Efendimizin özel müjdesine ve mesajına ve Nebevi iltifatına mazhar olmuş bu kutlu Türk Hakanının ölüm nedeni olarak, genelde şu 3 ihtimal üzerinde durulmaktadır:
a) Uzun zamandır muzdarip olduğu “NİKRİS” (Gout ve damla) hastalığının ilerlemesiyle vefat etmiştir.
b) Kasıtlı ve planlı olarak zehirlenmek suretiyle hayatına son verilmiştir.
c) Doktorunun, onu rahatlandırmak niyetiyle, ama bilmeden yanlış bir ilaç vermesi neticesi ahirete göçmüşlerdir.
Meşhur tarih araştırmacımız Yılmaz Öztuna bu konudaki mütalaaları şöyle özetleyip aktarmaktadır:
“Fatih, Venedik tarafından zehirletilerek ölmüştür. Bu Venedik’in Padişahın şahsına tevcih edilmiş on beşinci ve sonuncu suikast olup, diğer on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedik nihai teşebbüsü, Fatih’in hususi hekimlerinden Venedikli bir Yahudi olup güya ihtida eden ve Yakup Paşa adını alan Maestro Lacopo vasıtasıyla yapmıştı. Venedik muvaffak olduğu takdirde Lacopo’ya bugünkü rayiçle 1.450.000.000 TL gibi pek muazzam bir meblağ vaat etmekle kalmıyor, Lacopo’nun kendisi ve neslinden gelecek bütün ahfadı için Venedik vatandaşlık hukuku tanıyor, bunları Venedik Cumhuriyetindeki bütün vergi ve mükelleflerinden muaf tutuyordu. Fatih Üsküdar’a geçtiği gün yani 25 Nisan’da zehirlenmeye başlamış sonra tedavi yapıldığı iddiasıyla zehrin dozu artırılmıştır. Fatih’in ölümünü yakından bilen Aşıkpaşazade, padişahın ciğerinin doğranarak kan kustuğunu yazmaktadır. Hakanın suikasta maruz kaldığı derhal anlaşılmış, Maestro Lacopo nam-ı diğer Yakup Paşa, hükümdarın ölümünden az sonra Türk askeri tarafından parça parça edilmiş, milyonlara kavuşamamıştır.”[2]
Aşıkpaşazade bile, Fatih’in zehirlendiğini vurgulamaktadır!
Asrının en büyük adamı, Osmanlı hükümdarlarının en şanlısı, çağ açıp çağ kapayan, ikisi imparatorluk olmak üzere, büyüklü küçüklü on yedi devlet ve 200’den fazla şehir fethedip Osmanlı’ya katan yüce Sultan Fatih II. Sultan Mehmet Han, 1481 yılının 3 Mayıs günü Gebze civarındaki Sultançayırı mevkiindeki otağında 49 yaşında vefat ettiği zaman, Avrupa Hristiyan aleminin bütün kiliselerinde çan çalıp, şükür duaları yapılmıştı. Üstelik Sn. Hakan Erdem’in sahip çıktığı ve kaynak saydığı Aşıkpaşazade Tarihi bile; Fatih’in ayağındaki ıstırabı için kan alındığını ve kendisine “Şarab-ı fariğ” verildikten sonra vefat ettiğini yazmaktadır. Aşıkpaşazade bu münasebetle yazdığı şiirlerinde; bu şerbetin Fatih’in ciğerini doğradığını aktarmaktadır. Maalesef o devirde Fatih’in bazı doktorları, Yahudi veya Yahudi dönmesi insanlardı. Bunların Fatih’in ölümünden sonra “dirlik”lerinin ellerinden alınmış olması ve padişahın ölümünü öğrenen askerlerin Yahudi mahallelerini yağmaya kalkışmaları da yüce Hakanın Yahudilerin alçak bir suikastına kurban gittiğinin ayrı bir kanıtıdır.
Aşıkpaşazade Fatih Sultan Mehmet’in ölümü hakkında duyduğu şüpheyi şu şekilde anlatmıştır:
Tabibler şerbeti kim verdi Hana
O Han içti şarabı kana kana
Ciğerin doğradı şerbet o Hanın
Hemin-dem zari etti yana yana
Dedi niçün bana kıydı tabipler
Boyadılar ciğeri canı kana
İsabet etmedi tabip şarabı
Timarları kamu vardı ziyana
Tabibler Hana çok taksirlik etti
Budur doğru kavil düşme gümâna
Dua et Aşıkı bu Han hakkında
Ki nur-ı rahmete canı boyâna[3]
Fatih’in asıl hedefini gizli tutması ve sonuçları!
Fatih Sultan Mehmet’in 25 Nisan Çarşamba günü Üsküdar’a geçmesiyle sefer başlamıştı. Gebze civarında Hünkâr Çayırı’nda konaklanmıştı. Sultan burada 1 Mayıs’ta şiddetli karın ağrıları çekmeye başlayınca hekimler çağırıldı. Eski hastalıklarının, yanidamla ile romatizmanın yanı sıra yeni hastalıklar da ortaya çıkmıştı. Sultanı ilk tedavi etmeye çalışan hekim, Laristanlı Acem Hamideddin el-Lari’nin, Sultana istemeden yanlış bir ilaç verdiği rivayetleri vardı. Bu yüzden el-Lari’nin öldürülmesinin nedeni muhtemelen ya sultanı öldürme girişimine tanıklık etmiş olması ya da Mehmed’in ölümünden bizzat sorumlu tutulmasıydı. Hekim Lari başarısız olunca, Sultanın hasta yatağına eski dostu Maestro Jacopo (Yahudi Yakup) çağırılmıştı. Ancak Jacopo artık bir şey yapamayacağını, çünkü daha önceki hekimin yanlış bir ilaç kullandığını ve bu ilacın etkilerini gidermenin artık mümkün olmadığını hatırlatmıştı. Sultan dayanılmaz acılar içinde kıvranmaktaydı. Can çekişen Sultana verilen ilaç veya zehir, bağırsaklarını tamamen tıkamıştı.
Bu konuda Babinger şunları vurgulamıştır:
“Mehmed’in ölüm nedeninden emin değiliz. Çok sayıda düşmanının oluşu ve ölümüne ilişkin bazı ayrıntılar, muhtemelen zehirlendiğini gösteriyor. 25 Nisan’da başkentinden ayrıldığında sağlığı yerinde olmalıydı. Zaten görgü tanıkları da o ölümcül bağırsak sancılarının ertesi Salı günü ansızın başladığını söylemiştir. Bütün bunlar Mehmed’in yola çıktıktan hemen sonra zehirlendiği ve hiçbir ilacın hayatını kurtarmaya yetmediği iddiasını desteklemektedir. Eğer zehirlenmişse bunun kimin işi olduğunu bilmiyoruz. Bu işte Venediklilerin parmağı olduğu söylense de Sultanı kendi oğlu Bayezid de zehirlemiş olabilir” Aynı Babinger, eserinin başka yerlerinde Yakup Paşa’nın (Maestro Jacopo) Fatih’i öldürmek veya zehirlemek konusunda birtakım girişimlerde bulunduğunu iddia etmiş ve ölümünden onun sorumlu olduğunu söylemiştir. Ona göre zehirleyen konumunda hekim Lari, zehirleten ise Şehzade Bayezid’dir. Ama Yakup Paşanın da ilgisi ve bilgisi dâhilindedir.
Biz bu olayın sonuçlarına, kimlere yaradığına, daha önce, İnsanlık ve İslam tarihi boyunca bu tür hadiselerin perde arkasına ve günümüzdeki yansımalarına bakarak; bir araştırmacı olarak Sultan Fatih’in ölüm nedeniyle ilgili farklı iddialar içinden kendi akli ve vicdani kanaatimize en uygun olanı tercih hakkına sahip insanlarız. Yeri gelmişken hatırlatalım: Kim, hangi kriterleri esas alır, karışmayız, ama biz: ●Kur’an’ın sarih ayetlerini ve temel hükümlerini… ●Resulüllah’ın sahih hadislerini ve genel tavsiyelerini… ●İslam Ulemasının icma ettikleri Külli kaidelerini… ●Müsbet bilimin (Faraziye ve nazariyelerinin değil) verilerini… ●Selim aklın ve vicdanın gereklerini… ●Ve İnsanlık ve İslam Tarihinin ibretli öğretilerini ölçü alarak ve sadece Allah’ın rızasını, ahiret hesabını ve halkımızın hatırını ve yararını amaçlayarak bir karar ve kanaate varmaya çalışırız.
Âşıkpaşazâde’nin aslı ve astarı!
Âşıkpaşazâde, 15. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinin en önemlilerinden sayılır. Sultan II. Murad (1421-1451) ile Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) devrinde Balkanlara yapılan çok sayıda sefere derviş-gazi olarak katılmıştır. Dolayısıyla pek çok olayın görgü şahidi konumundadır. Âşıkpaşazâde, Osman Gazi’nin İnegöl tekfuruna karşı zaferle sonuçlanan gazasıyla (684/1285) başlattığı Osmanlı tarihini 908/1502 yılına kadar ulaştırır. O böylece, Osmanoğulları’nın iki yüz on yedi yılını kapsayan genel Osmanlı tarihini yazmıştır. Menâkıb-ı Âl-i Osman adını verdiği eseri daha çok Âşıkpaşazâde Tarihi olarak tanınır.
Âşıkpaşazâde Tarihi, konusu sadece Osmanoğulları olan ve uzunca bir dönemi Türkçe anlatan ilk Osmanlı tarihi olma özelliğini taşır. Dolayısıyla onun bu eseri, kuruluş ve yükseliş dönemlerine ait Osmanlı tarih yazıcılığının en iyi modelleri arasındadır. Âşıkpaşazâde, eserinde Anadolu’da Türk-İslâm kültürünün yerleşmesinde ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli hizmetleri geçen “Abdalân-ı Rum” (Anadolu abdalları/dervişleri), “Gaziyân-ı Rum” (Anadolu gazileri), Ahiyân-ı Rum” (Anadolu ahileri) ve “Bacıyân-ı Rum” (Anadolu bacıları) olmak üzere dört organizasyonun varlığından söz eden ilk tarih anlatımcısıdır. Âşıkpaşazâde Tarihi, ilk dönemler Osmanlı yer adlarının verilişi ve doğru olarak tespiti için önemli bir kılavuzdur. Onun, 15. yüzyılın sade Türkçesiyle yazdığı eseri Türk dilinin gelişim aşamalarını ortaya koyması açısından da önemli bir kaynaktır. Özetle, 14-15. yüzyıl Osmanlı siyasi, sosyal ve kültür tarihini merak eden okurlar için kılıç ve kalem erbabı Âşıkpaşazâde’nin Osmanlı tarihi ilk başvuru kitabıdır. (Bak: Prof. Dr. Necdet Öztürk – Mayıs 2013) tesbitleri önemli ve anlamlıdır. Ancak Aşıkpaşazade’nin bir de gizemli ve şaibeli bir yanı vardır. Önce soybağı olarak, Selçuklu ve Osmanlı döneminde pek çok isyanlara karışmış büyük fesatlıklar çıkarmış bir aileden gelmiş olması üzerinde durmak lazımdır.
Aşıkpaşazâde (283’te Bahşi) Fakih’in evinde konakladı. Fetret Devri’nin bazı olaylarına ve II. Murad’la Düzmece Mustafa arasındaki mücadeleye tanıktı. Bir süre Konya’da Sadreddin Konevî Zâviyesi’nde misafir olarak kaldı ve Şeyh Abdüllatîf el-Kudsî’den el aldı. 1437’de hacca gitti, dönüşte Mısır’a uğradı. Daha sonra Paşa Yiğitoğlu İshak Bey’in himayesinde bir müddet Üsküp’te kaldı. II. Murad’ın bazı seferlerine katıldı ve onun iltifatını kazandı. Fâtih Sultan Mehmed’in, şehzadeleri Mustafa ve Bayezid’in sünnetleri münasebetiyle 1457 yılında Edirne’de yaptırdığı şenliklere özel davetli olarak katıldı; bu sırada Fâtih’ten bazı ihsanlar gördü. 874’te (1469-70) kızı Râbia’yı müridi Şeyh Seyyid Velâyet’le evlendirdi. Meşhur tarihini tamamladığı 1484 yılında yaşı seksen beş civarındaydı. Âşıkpaşazâde daha çok Tevârîh-i Âl-i Osmân adlı eseriyle tanınmaktadır. Hayatının sonlarına doğru yazmaya başladığı tarihinin Yıldırım Bayezid devrine kadar gelen kısmını Yahşi Fakih’in menâkıbnâmesinden, bu padişahın 1391’de Macarlar’la yaptığı savaşı Kara Timurtaş’ın oğlu Umur Bey’den, 1402’deki Ankara Savaşı’nı bu savaşta solak* olarak bulunan birinden aktarmıştır, II. Murad ve Fâtih dönemlerini ise bizzat kendi gözlemlerine dayanarak kaleme almıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fâtih devri sonlarına kadar gelen bu eserde konular bâblar ve soru-cevap şeklinde ele alınmıştır. Müellifin yaşına ve muhtemel ölüm tarihine bakılırsa 166. bâbdan sonraki kısımların başkaları tarafından eklenmiş olabileceği kanaati oluşmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ilişkin kaynakların çoğu 15. yüzyılda yazılmıştır. Bu kaynakların yazılması Osmanlının özellikle Timur felaketini atlattıktan sonra geriye dönüp tarihini ve kimliğini tanımlama ihtiyacını hissettiği bir döneme rastlamaktadır. Kaynaklarda bu tanımlama girişiminin yarattığı bazı tarihsel çarpıtmalar yer almaktadır. Bu kaynaklar içinde bizim burada faydalanacak olduğumuz Âşıkpaşazâde tarihi 1476’da II. Mehmed’in Boğdan seferi için ayrıldığı sırada yazılmaya başlanmıştır (İnalcık, 2000: 126). Âşıkpaşazâde; bir resmî tarih yazıcısı olmaktan ziyade, Fatih döneminin vergilendirme, toprak tasarrufu gibi devlet maliyesini güçlendirmeye dönük uygulamalarından huzursuz olan, siyasi ve iktisadi statüleri sürekli gerilemeye başlayan seçkin sınıfın temsilcisi konumundadır. Bu durumun yarattığı kızgınlığın izlerine söz konusu eserde rastlanmaktadır. Âşıkpaşazâde, Vefai tarikatına ve dedeleri Baba İlyas’ın ve Aşıkpaşanın düşünce mirasına mensup olup, Şeyh Edebali gibi zatları da kendilerinden sayıp bu tarikatın ileri gelenlerinin Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki rolünü ortaya koymak çabasındadır.[4] Hatta Âşıkpaşazâde eserinin I. Beyazıt’a kadar olan bölümünü Yahşi Fakih isimli Orhan Bey’in imamının oğlu olan bir kimsenin yazdığı Menâkıbnâme’den aldığını yazmaktadır. Ancak, Âşıkpaşazâde’yi önemli kılan, anlatılan dönemlerin bizzat tanığı olan bir kimsenin kaynağını kullanmış olmasından ziyade, hikâye ettiği dönemin koşullarında hâkim havayı oluşturan bir geleneğin yakın tanığı hatta, bizzat taşıyıcısı olmasıdır.[5] Çünkü Âşıkpaşazâde yaşamı boyunca pek çok gazi ve dervişle görüşmüş, pek çok sefere bizzat katılmıştır. Dolayısıyla I. Beyazıt döneminin anlatımına kadar olan bölüm için kullandığını söylediği menkıbe dışında kendi sözel kaynakları da böyle bir geleneğin devamıdır. Bu geleneğin eserde yansımasını bulması Osmanlı kuruluş döneminin sosyal ve politik irtibatlarını ve anlayışlarını anlamak için önemli bir kaynaktır.
Hatta, Sn. Hakan Erdem’in kendi saptama ve yorumlarına göre:
Aşıkpaşazâde tarihindeki bazı bölümler, onun dervişlerine menkıbe anlatan bir şeyh olmanın ötesinde, içinde yaşadığı toplumun kavgasına gürültüsüne karışmış kanlı canlı bir kişi olarak tanımamıza da kolaylık sağlamaktadır. Örneğin, fetihten önce zaten düşüşte bir kent olan, fetihte ise iyice hasar alan İstanbul’un nasıl tekrar imar edildiği üzerine Aşıkpaşazâde ilginç şeyler anlatmaktadır. Değil bugün, 17. Yüzyılda bile zor inanılırdı ama Fatih, vilayetlere şöyle bir haber yollamıştı: “Hatırı olan ve eli iş tutan gelsin. İstanbul’da evler, bağlar, bahçeler edinip yerleşin!” Aşıkpaşazâde’ye göre: “Her kim ki İstanbul’a geldiyse yardım edilmiş.. Gelenlere evler, bahçeler verilmiş. Şehir, mamur olmaya başlamış ama bu kez de evler için “mukata‘a” (yıllık kira) istenmiş... Haklı olarak insanlar şöyle itiraz etmiş: “Bizi mülkümüzden sürgün ettiniz. Bu kâfir evlerine kira vermek için mi getirdiniz?”Aşıkpaşazâde, “Ve bazısı avratın, oğlanın bırakıp kaçıp gitti” dediğine göre Fatih’in İstanbul’u zorla iskân projesinin hiç de kolay yürümediği anlaşılmaktadır.
Buraya kadarı bazı çağdaş kaynaklarda da bir şekilde var ama Aşıkpaşazâde’nin daha sonra anlattıkları hiçbir yerde olmadığı gibi, kurgusu ve kullandığı dilin uzağından yakınından geçeni de yok. Çünkü etnik boyutu devreye sokuyor, hem de olanca vahametiyle. Telaffuzu biraz günümüze yakınlaştırarak aynen veriyorum:
“Sonra padişaha bir vezir geldi kim ol bir kâfirin oğlu idi. Padişaha gayet de mukarrib (yakın) oldu. Ve bu İstanbul’un eski kâfirleri bu vezirin atası dostlarıydı. Yanına girdiler kim: ‘Hay! Neylersin’ dediler. ‘Bu Türkler gene bu şehri mamur ettiler. Senin gayretin hani? Atan yurdunu ve bizim yurdumuzu aldılar. “Gözümüze karşı tasarruf ederler. İmdi, sen hod padişahın mukarribisin’ dediler. ‘İmdi cehd eyle (çalış) kim bu halk bu şehrin imaretinden el çekeler. Ve geri evvelki gibi bu şehir bizim elimizde kala’ dediler. Vezir dahi eydür: ‘Bu şol mukata‘a kim evvel komuşlar idi, anı geri koduralım. Bu halk dahi mülkler yapmaktan çekileler. Bu şehir ol nesneyle gene haraba yüz tuta. Âhır gene bizim tayfamız elinde kala’ dedi. Bir gün bu vezir padişahın kalbine bir münasebet ile ilka etti. Gene mukata‘a ihdas ettirdi. Ve bu muğvî (aldatan, yoldan çıkaran) kâfirlerin birisiyle bir adı Müsülman kul bile koştular. Ve bu muğvî kâfir her ne kim dediyse öyle etti, anı yazdılar. Sual: Ol vezir kimdir? Cevap: Rum Mehmed Paşa’dır kim, sonra anı padişah it gibi boğdurdu.”
Bu aktarımlarla ilgili olarak: “Şu yukarıdaki kurgu fazlasıyla komplo teorisi kokmuyor mu? Tekrar mukataa (kira bedeli) koydurarak Türkleri şehrin imarından vazgeçireceklermiş, şehir de sonunda onlara kalacakmış. Peki, harap bir şehir kimin işine yarardı? Ayrıca, Aşıkpaşazâde’nin bu tanım gereği gizli olması gereken komplo planlarına nasıl muttali olduğu da bir soru değil mi? Bir de ortalıkta henüz Fatih’in Rum Mehmed adında bir veziri yokken ilk mukataayı kimin koydurduğu sorunu var tabii ki…” diyen Hakan Erdem Bey:
1- Fatih’in gizli kalması gereken komplo planlarına Aşıkpaşazade’nin nasıl muttali olduğunu sorgulamaktadır.
2- Aşıkpaşazade’nin henüz ortada bulunmayan Rum Mehmet Paşa gibi vezirin nasıl halka kira vergisi uyguladığını sormakta, yani onun asılsız bilgiler aktardığını vurgulamaktadır.
Ve farkında olmadan her iki durumda da, bizim kanaatimizi haklı çıkarmaktadır.
Sn. Yusuf Hakan Erdem’in Bilimsel duyarlılığı ve tutarlılığı işte bu kadardı!
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Yusuf Hakan Erdem, katıldığı programda “Soner Yalçın tarihçi filan değil” diye çıkışmış, Murat Bardakçı ise “Benim ayrıldığım Hürriyet'e tarih yazarı olduğu için yanlış anlaşılmamak için susuyorum.” buyurmuşlardı. Murat Bardakçı "Soner Yalçın benden sonra Hürriyet'e tarih yazarı olduğu için ben susuyorum, ama bir konuşsam neler anlatırım..." itirafında bulunmuşlardı. Sn. Hakan Erdem dönüp de:“Ya hu, bu nasıl bilim namusu ki, sırf Hürriyet Gazetesinde yazarlık yaptığı için, bir sürü yalan-yanlış kurgularla toplumu aldatan ve gerçekleri çarpıtan bir şarlatanın tahrifat ve tahribatlarına ses çıkarmıyorsun?” diye uyarmamıştı.
Baba İlyas ve Baba İshak İsyanları ve Aşıkpaşazâde’nin Ataları!
Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in saltanatı sırasında Asya’daki Moğol yayılışı etkisini artırmıştı. Doğudan gelen Moğol tehlikesi nedeniyle pek çok Türkmen de kaçıp, Türkiye Selçuklu Devleti’ne sığınmıştı. Türkiye’ye sığınan Türkmenlerin ilk geldiği yer, Güneydoğu Anadolu bölgesi olmaktaydı. Selçuklu, Harzemli ve Eyyûbi askerlerinin sık sık faaliyet gösterdiği Güneydoğu Anadolu’da ekonomik şartlar oldukça zorlaşmıştı. Ayrıca Türkmenlerin İslamiyet’i kabul etmekle beraber, eski inançlarını tamamıyla terk edememeleri, beyliklerin kötü yönetilmesi, Türkmenlerin otlaklar yüzünden yerli halkla geçinememesi gibi sebepler bir isyana zemin hazırlamıştır. Böyle bir ortamda Horasanlı Baba İlyas’ın müritlerinden olan Baba İshak Türkmenleri kendisinin peygamber olduğuna inandırmış ve yeteri kadar kuvvet topladıktan sonra Kâhta Adıyaman’da isyan başlatmıştı. Taraftarları, başta Sivas olmak üzere şehirleri ve köyleri yağmalamış hatta Selçuklu ordularını yenilgiye uğratmışlardı. Tokat ve Amasya’ya doğru ilerlerken, Amasya Subaşısı Armağanşah, ayaklanan Türkmenler gelmeden Amasya’yı kuşattı. Baba İshak’ı zaviyesinden çıkararak öldürdü. Baba İshak’ın ölüm haberine inanmayan asîler, yeniden saldırıya başlamıştı. Bu çarpışmalarda Armağanşah şehit oldu. Konya’ya doğru ilerleyen Babaîler, Kırşehir yakınlarında Selçuklu ordusu karşısında yenilerek tamamen ortadan kaldırılmıştı (1240).
Bu isyan hareketinin manevi lideri Baba İlyas, fiili lideri ise Baba İshak’tır. Baba İlyas, İsmaili Şiiliğinin etkisini taşıyan, henüz kökleşmemiş İslami cila altında, eski Türk inançlarıyla (özellikle Şamanizmle) karışık fikirler telkin eden bağdaştırmacı bir Türkmen şeyhi konumundaydı. İsyanın savaşçı lideri Baba İshak ise (bugünkü Adıyaman yakınlarındaki) Samsat Kalesi’ne bağlı Kefersud bölgesinde yaşayan Yahudi asıllı bir zaviye sahibi idi. Hokkabazlık ve sihirbazlık sanatında çok ilerlemişti. Bunlarla cahil Türkmenleri etkiliyordu. Bir iddiaya göre de ihtida etmiş bir Rum olan Baba İshak, Baba İlyas’a intisap etmeden önce İran’da bulunmuş bir İsmaili ‘dâî’sinden Batıniliğin esaslarını öğrenmişti. Böylece Hıristiyanlık, Mazdekçilik ve Müslümanlıktan oluşan karma bir inanç sistemi geliştirmişti. Bu da muhtemelen Kürtler ve gayrimüslimler arasında etkili olmasını sağlamıştı. Rus araştırmacı Gordalevski, Baba İlyas ile Baba İshak arasındaki ilişkiyi, 1416 veya 1420’de Çelebi Mehmet’e karşı isyan eden Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin ile müritleri Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa arasındaki ilişkiye benzetir. Bilindiği gibi Torlak Kemal Yahudilikten Müslümanlığa geçmişti. Börklüce Mustafa ise Müslümanlık, Yahudilik ve Hıristiyanlık karışımı bir doktrinin propagandasını yapmıştı.
Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad 1237'de vefat edince, yerine İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev geçmiş bulunmaktaydı. Fakat, babası gibi dirayetli olamayınca, Moğol istilasından kaçarak Anadolu'ya gelen göçebe Türkmenler, bölgede büyük bir karışıklığın çıkmasına yol açmışlardı. Bu fırsattan istifade etmesini bilen Baba İlyas Resul adında birisi, Sultan'ın zulme kaydığını, Allah yolundan ayrıldığını, kendisinin bu zalim ve yolsuzluklara son vermek üzere Allah tarafından peygamber olarak atandığını söyleyerek halkı isyana kışkırtmıştı. Adamlarından Kefersutlu bir Yahudi olan Baba İshak'ı da Türkmenleri isyana teşvik için Güneydoğu Anadolu'ya yolladı. Baba İshak'ın Müslüman ve zahid olarak kendisini göstermesi, cahil halkı aldatmış ve Batıniliğe ait sapık fikirlerini Türkmenler arasında yaymıştı. Amasya dolaylarında geleceği beklenen peygamberin çıktığını söyleyerek halkı ayaklandırdı. Baba İshak ve taraftarları geçtiği yerleri yağma ve talan ederek, Amasya'ya ulaşmıştı.
Yahudi Dönmesi Pavlus ve Hristiyanlığın Yozlaştırılması!
Hristiyanlık tarihinde büyük bir öneme sahip Saul (Pavlus)'da Kabalist eğitimden geçmiş bir Yahudi olmaktaydı. Koyu bir Ferisi olan Saul, Hristiyanları cezalandırmak için Şam'a giderken güya Hz. İsa'nın görüntüsüyle karşılaşmış ve tevbe edip O’nun dinine sarılmıştı. Saul'la birlikte Kabalist öğreti de Hristiyanlığın içine karıştırılmıştı. Nitekim Pavlus, Hz. İsa'yı ilk gördüğünde O'na 'Rab' diye hitap ettiğini anlatmıştır. Hz. İsa işte bu tarihten itibaren bir peygamber değil Tanrı'nın oğlu olarak anılmıştır. Hz. İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğunu ileri süren Yahudi Pavlus'tur ve bu inanış çeşitli şekillerde günümüze kadar uzanmıştır. Pavlus; Roma, Doğu Avrupa ve Anadolu'ya yaptığı ziyaretlerde Havari Petrus'un kendisine öğrettiklerinin dışına çıkarak sünneti ve domuz eti yemenin haram oluşunu kaldırmış, 'Teslis' inancının Hristiyanlığa yerleşmesini sağlamıştır. Pavlus, Hristiyanlığın öğretilerini bütün kurallarını kendisi uyarlamıştır ve Hristiyanlık Havarilerin yaşadığı ve Hz. İsa'nın getirdiği din olmaktan çıkmıştır.
Şiilik ve Haricilik gibi akımların arkasında da Yahudi parmağı vardır!
Şiilik ve Hariciliğin ortaya çıkışında Yahudi iken Müslüman olan Abdullah İbni Sebe'nin etkisi vardır. Ve İbni Sebe'nin öne sürdüğü görüşler Tevrat kaynaklıdır. Daha sonra Endülüs'te rahat bir yaşam imkânı bulan Yahudiler, burada sinsi çalışmalar yapmışlardı. Kabalist Yahudiler, Pisagor'un felsefe ile ilgili görüşlerini yaymışlardı. Bu nedenle Müslüman Endülüs’ten Yahudi kabalizmi gizli-açık şekilde İslam coğrafyasına yayılmaya başlamıştı.
“Batınılik” de Kabalist Kökenli Safsatalardır!
Batınilik, İslam aleminde ortaya çıkan Kabalistlere, Kabalist etkiyle oluşan cemiyetlere-cemaatlara verilen isimdir. Batıniliğin İsrailiyattan İslamiyet’e girdiği açıktır. Batınilerin en çok kullandıkları yöntem Kur'an-ı Kerim'deki birtakım harflere anlamlar yükleyerek İslam'ı ve Kur'an-ı Kerim'in evrensel mesajını bozmaktır. Batıniler 'harflerin manalarını buluyoruz' diyerek zamanla yorumlarının sınırını artırmışlar ve İslam dinine bu bozuk fikirleri sokmayı başarmışlardır. Batıniliğin bir kolu olan İsmailiye kolunun savunduğu fikirler ile Kabalistlerin savunduğu fikirler birebir aynıdır. Yani Kabala'da bulunan inanışlar aynen İsmailiye’ye aktarılmıştır.
Türkler arasında Kabala görüşlerinin yayılması
Kabalistlerin etkisi sonucu ortaya çıkan Batınilik, Türklerin Anadolu'ya gelişleri sırasında da etkisini yaygınlaştırmıştır. Asıl Horasan Erenleri, sınır boylarında, uç bölgelerde fetihlerle meşgul olurken; Batıni şeyhleri iç bölgelere yerleşerek etraflarında taraftar toplamaya ve saf İslam inancını bozmaya başlamışlardır. Batıni dervişlerin en önemlilerinden birisini Kalenderiler adı verilen grup oluşturmaktaydı. Anadolu'ya gelen ve Kalenderilerle aynı inançları paylaşan diğer Batıniler arasında Haydariler ve Vefailer vardır. Bu Batıni akımların bazı düşünceleri Babailer hareketinin türevi olan Bektaşiler ve Aleviler'e mal edilmek suretiyle hem Osmanlı döneminde hem de Cumhuriyet sürecinde Milli birlik ve dirliğimizi bozma aracı olarak kullanılmaya, halkımız Alevi-Sünni, solcu-sağcı, Türkçü-Kürtçü, Laik-Dinci diye ayrıştırılmaya ve birbirine karşı kışkırtılmaya çalışılmıştır.
Siyonist bir Yahudi olan, Hahamlık eğitimi alan, şimdi de bir kilise bahçesindeki Yahudi mezarlığında yatan Moiz Kohen (Munis Tekinalp)Türkçülüğün takipçisi, hatta tetikçisi Nihal Atsız’ın Aşıkpaşazâdehayranlığının altında ne yatmaktaydı?
Aziz ve asil Milletimizi, birlik ve dirlik mayamız olan İslam’dan koparmak, ve İslam’ı sadece Türkçülüğün bir aksesuarı olarak kullanmak isteyen Nihal Atsız’ın bu Aşıkpaşazâde’ye özel alakası ve sahip çıkması üzerinde de durmak lazımdı. Ve tabi bu konuyu anlatmak için önce kendisini Müslüman Türklere ve Türkçülere Munis Tekinalpdiye yutturan Moiz Kohen Yahudi hainini tanıtarak işe başlamalıydı.
Munis Tekinalp takma adını kullanan, sürekli Türklüğü öne çıkaran, Kemalizm’e vurgu yapan, İslam’ın emri olan Şeriat’a “kahrolsun” diye saldıran, Türklerin çağdaşlaşması için İslam’dan kopmasını savunan ve sonunda Fransa’da Yahudi mezarlığında yatan bir Yahudi olan Moiz Kohenbüyük tahribatlar yapmıştı. Tekinalp ve Munis Tekinalp imzalarıyla “Türkçülük” yapan, önce Ziya Gökalp’i ve İttihatçıları etkisine alan; sonra “Kemalizm”in Avrupa’da tanıtılmasıyla vazifeli kılınan; bu maskeler altında bütün Anadolu’yu bir “Siyon yurdu” yapmayı hedef alan, Yahudi asıllı Moiz Kohen, bir Türk adı takınarak Selanik ve İstanbul’da neler yapmış, neler yazmıştı? Türkçülük ve Kemalizm davası güderken, İslamiyet’e ve Müslümanlara nasıl saldırmış, milli ruhu zehirleyen telkinlerini nasıl rahatça yayınlamıştı? soruları üzerinde maalesef ciddiyet ve cesaretle durulmamıştı.
Moiz Kohen (1833-1961), Selanik’te Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğmuşlardı… Babası bir Hahamdı, kendisi de Haham eğitimi almıştı… Masonluğa kayıt yaptırmış, Atatürk’ü yozlaştırmak üzere uydurulan Kemalizm’i tanıtan çeşitli kitaplar ve yazılar yazmıştı. Halkevleri’nde konuşmalar yapmış, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bağlı bir yandaşı olarak Türk Dil Kurumu üyeliğine atanmıştı. 1928’de, kendi gibi “Yahudi” olan Nissim Masliyah ve Dr. Samuel Abrevaya ile birlikte “Milli Hars Birliği”ni (Ulusal Kültür Birliği) kurmuşlardı. 1934’de ise yine kendi gibi “Yahudi” olan Hanri Soriano ve Marcel Franco ile birlikte “Türk Kültür Cemiyeti”nin kurucuları arasında yer almıştı. Yani Yahudiler, “Türk Kültür Cemiyeti” kurmaktaydı ve kimse “ne oluyoruz?” diye sormamıştı. Tekinalp, 1961’de Fransa’nın Nice şehrinde ölmüş, vasiyeti gereği bir kilise bahçesindeki “Yahudi mezarlığına” gömülmüştü.
Moiz Kohen ilk yazılarını 1904’te, Selanik’te çıkmakta olan “Çocuk Bahçesi” mecmuasına yazmıştı. Bu mecmua, Mehmed Emin’in (Yurdakul) hece ile yazdığı “Türkçe Şiirler”i ve meşhur İttihatçı ve ihtilalci hatip Ömer Naci’nin yazılarını neşreden bir dergi olmaktaydı. Tekinalp Meşruiyetten sonra, Yunus Nadi’nin Selanik’te çıkardığı, Rumeli gazetesi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin fikirlerini yayan İttihat ve Terakki gazetelerinde yazmaya başlamıştı. 1912’de İstanbul’a taşındı. Selanik’te başladığı Türkçülük faaliyetlerini hızlandırdı. Yazılarında kendi adını kullanmıyor, “Tekinalp” imzasını atıyordu. Ziya Gökalp ve Türkçülerle beraber bulunuyordu. Moiz Kohen, asıl adını ancak bir kitabında ve birkaç yazısında kullanmıştı. Sayısı hayli kabarık olan eserlerinin çoğunda, “Tekin Alp” ve bazılarında da “Munis Tekinalp” takma adını kullandığı için, Türk okuyucuları kendisini Türk ve Müslüman zannetmişler ve bu Yahudi Musevi yazar tarafından aldatılmışlardır. Tekinalp, 1944’te çıkan “Türk Ruhu” adlı 287 sayfalık eserinde, daima Ziya Gökalp’ten bahsetmekte ve ona: “Türkçülüğün hakiki peygamberi”, “Türkçülüğün mübeşşiri” gibi sıfatlar vermekte, “Üstad” diye anmaktadır. Ziya Gökalp’ın, “Türkiye gibi büyük bir imparatorluğun gizli akıl hocası” oluşunun sebebini “Türkçülük hareketini yaratmış”olmasında bulmaktadır.
Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma” adlı kitabında bu konuyla ilgili şunları aktarmıştır: “Türk ulusçuluğu fikrini Batı’da ileri sürenler arasında tanınan Lumley Davids, Leon Cahun, Arminius Vambery gibi Musevi asıllı kişiler olduğu halde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni destekleyenler arasında Emmanuel Carasso (Karasso) daha sonra Moses (Moiz) Cohen, Abraham Galanti gibi yerli Museviler vardır. Genel olarak “Jön” Türklerin, özel olarak İttihat ve Terakki önderlerinin Bektaşilik, Masonluk, Musevilik ve Siyonistlikle ilişkileri üzerine yazılan yazıların hemen hepsi kasıtlı olarak din, siyaset ya da ırk görüşleri ile yazıldığından bu ilişkilerin niteliği ve hedefi, nedense objektif olarak belirtilmekten kaçınılmıştır. Garip olan, bu yönde en aşırı iddialarda bulunan Türkçü, Irkçı ve Turancı denen yazarların asıl Türkçülük ve Turancılık akım ve fikirlerinde 19. ve 20. Yüzyıllarda Avrupalı ve yerli Musevilerin oynadığı büyük rolü bilmezlikten ve görmezlikten gelmiş olmalarıdır.”