Aralık 04 02:11

“TAPE” SAHTE İSE, TELAŞ GERÇEKTİ!

“TAPE” SAHTE İSE, TELAŞ GERÇEKTİ!

“TAPE” SAHTE İSE, TELAŞ GERÇEKTİ!

Bazılarına göre: Sn. Recep T. Erdoğan’la oğlu arasında geçtiği iddia edilen, milyarlarca liralık kara parayı “aklama ve saklama telaşını” yansıtan telefon görüşmelerinin sahteliği, yani suni olarak üretildiği kesindi; iyi ama Başbakan’ın ve kurmaylarının telaşı gerçekti!? Madem söz konusu “tape”lerin (telefon dinleme kayıt dökümlerinin) sahteliği, sırıtacak derecede belirgindi. Sn. Başbakan’ın Konya’da bulunduğu halde “Ankara’dayım…” demesi, tam aynı saatte TV çekimlerinde izleneceği gibi, resmi açılış konuşması yaptığı halde oğluyla “kayıt dışı kara paraları kaçırma” görüşmeleri yapmış gösterilmesi, kızının çok öncelerden kalma görüntülerinin eklenmesi, özellikle son bölümlerdeki sesin Erdoğan’a hiç benzememesi, bu “tape”lerin alelacele ve acemice tertiplenip internete servis edildiği kanaatini güçlendirmekteydi; o halde bu telaş şaşkınlığın sebebi neydi? Peki, bunu kimler ve niye yapmış olabilirdi?

Benim tahmin ve tahlilim, eğer öyleyse bu sahte tape’lerin Başbakanın yakın çevresince ve herhalde kendilerinin bilgisi dahilinde hazırlanıp piyasaya sürüldüğü yönündeydi. Çünkü bu konularda oldukça ustalaşmış ve kadrolaşmış olan Cemaatin böyle basit ve bariz hatalar yapması düşünülemezdi, onlar profesyonelleşmişti. Günlerdir yerli ve yabancı basında, “Mart’ın ilk haftasından itibaren, Cemaatin elindeki bomba kasetleri ve tapeleri, Erdoğan ve iktidarı aleyhine, deşifre edecekleri” konusu sürekli işlenmekteydi. İşte suçluluk psikolojisi ve gizli-kirli çamaşırlarının ortaya dökülme endişesiyle, Sn. Başbakan suniliği sırıtan bu tapeleri yayınlatarak, yakında gündeme düşecek gerçek ve geçerli kaset ve tapelerin de böyle sahte ve düzmece olduğu kanaatini yerleştirmek ve kendilerine mazeret üretmek üzere bu yola başvurulmuş olabilirdi.

İşte bu tedirginlik ve gerginlikle, Türkiye İstihbarat Cumhuriyeti’ne çevrilmeye çalışılmaktaydı!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 17 Aralık soruşturmalarını “Dış Güç”lere bağlayarak, yolsuzluk iddialarına “hafifletici sebepler“ araması… “Benim yolsuzluktan anladığım devletin dolandırılmasıdır!” (Yani doğrudan ve kılıfına uydurularak, örneğin rüşvetleri havuzda depolayıp yandaş vakıflara paylaştırarak yapılan vurgun, yasal bir gelir kaynağıdır ve ganimet kaymağıdır!?) yorumuyla, hırsızlıkları gözü açıklık gösterme çabaları yetmemiş olacak ki, suçluluk psikolojisini yansıtan derin kuşkularını bastırmak için, internet ve HSYK düzenlemelerinden sonra şimdi de yeni MİT yasasını hazırlatmıştı. Asıl korkunun, Cemaatin kaç oyu var? konusu olmadığı 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmasıyla anlaşılmıştı. Başbakanın AKP’li kadınları ‘Ev ziyaretine gelen Cemaatçi ablalar‘ konusunda uyarmasıyla durumun vahameti ortaya çıkmıştı. Erdoğan ilk kez tabanını tehdit altında görmeye başlamış, 30 Mart yerel seçimlerinin ve özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminin çantada keklik olmadığının farkına varmıştı. Bu nedenle AKP Genel Merkezinde “Yüzde 40’ın altına düşersek Cumhurbaşkanlığı senaryosu değişir“ kanaati yoğunlaşmıştı. Çünkü Genel Merkez biliyordu ki Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hedefi; Gezi olayları, yolsuzluk tartışmaları ve Gülen kapışmaları ile ağır bir yara almıştı. Bu durumda ilk akla gelen Erdoğan’ın bütün üst perde söylemine rağmen “Üç Dönem” kuralından çark edip başbakanlığı garantiye almaya çalışmasıydı. Malum yüzde 40–45 ile Cumhurbaşkanı olunmazdı ama tek başına hükümette kalınırdı!

  Erdoğan ve yandaşları soruşturmalardaki iddiaları yanıtlamak yerine cemaate sataşmaya, ilgili emniyet ve yargı mensuplarını susturmaya çalışmaktaydı!

  Benzer bir şekilde Gülen cemaati de, Erdoğan ve AKP hükümetine yönelik suçlamalarını meşrulaştırmak için bunların İslami çizgiden uzaklaşmış olduklarını ve “Neo-Kemalistler”e dönüşüp askerle işbirliği yaptıklarını yaymaktaydı.[1]

İngiltere’de yayımlanan Financial Times gazetesi, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmayla “17 Aralık soruşturmasına karşı zafer kazandığı” edasının yanıltıcı olduğunu yazmıştı. Haberde görüşüne yer verilen RBS Bankası uzmanı Abbas Ameli Renani ilginç bir yorum yapmıştı. Renani’ye göre önümüzdeki haftalarda yolsuzluk ve ses kaydı ifşaatları artacak ve Recep Bey iyice köşeye sıkışacaktı. Evet, kulislerde gizliden gizliye konuşulan senaryoya göre; Mart’ın ilk haftasının ardından ve seçimlere kısa bir süre kala öyle bir bomba patlatılacak ki, artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. 30 Mart 2014 seçim hesapları sil baştan bozulacaktı. Bu günlerde kendilerine şans tanınan belediye başkan adayları bir anda tuz buz olacak, farklı bir siyasi tablo ortaya çıkacaktı. “Bomba“ denen şey muhtemelen birçok kasetlerden oluşacaktı! Ve kamuoyunda tanınan, bilinen belediye başkan adayları hakkında da bu türden kasetler piyasaya çıkacaktı.

Bu senaryoyu ileri sürenlerin tezi de şuydu: ”Mevcut iktidar işte bu ve benzeri girişimlerin önüne geçmek için o çok tartışılan “internet yasası”nı TBMM’den çıkarmıştı. Bu yeni kanuna göre, internette yayınlanan bir kaset mahkeme kararı olmadan anında kaldırılacaktı”

Acaba bütün bu korkulardan ve dedikodulardan kökünden kurtulmak, her girişimi ve her kesimi kontrol altına alıp “ileri demokrasiyi oturtmak(!?)” üzere mi yeni internet, HSYK ve MİT yasaları kaçınılmaz bir ihtiyaç halini almıştı? Sn. Erdoğan son Barak Obama görüşmelerinde; “Kıbrıs’ın peşkeş çekilmesi, Suriye’de ABD–İsrail çizgisine gelinmesi, Kuzey Irak Petrollerinin Türkiye üzerinden Akdeniz’e ve İsrail’e iletilmesine Barzani ile birlikte Bağdat’ın da razı edilmesi” tavsiyeleri dışında, Yeni MİT yasası Konusunda da bir ayarlama ve MİT’i MOSSAD ve CIA’ya uyarlama ricası yapılmış mıydı? 

Mevcut Devlet Kurumlarına “Paralel Yapılar” mı oluşturulmaktaydı?

Hatırlayınız, Türkiye’den Yemen’e silah taşırken el konulan gemilerin MİT’le alakası tartışılmıştı… Libya Muhalefetini İstanbul’da eğitip örgütleyen MİT çıkmıştı ve şu anda Libya’da tam iç savaş ve kardeş katliamı yaşanmaktaydı… Suriye Muhalefetine destek çıkılmasının ve radikal İslamcı denen Amerika’nın kiralık adamlarına silah ve mühimmat sağlanmasının aracısı yine MİT olmaktaydı… Yani şimdiye kadar zaten ABD stratejileri doğrultusunda önemli(!) ve tehlikeli işler başaran MİT, şimdi CIA ve MOSSAD’ın resmen bölge şubesi yapılmaya çalışılmakta, buna karşılık da, Başbakan’a saltanat yolu mu açılmaktaydı? Görünen o ki, Türkiye’de mevcut devlet kurumlarına “paralel oluşumlar” hazırlanmakta ve ülkemiz adım adım İstihbarat Cumhuriyetine kaydırılmaktaydı. Daha önce kurulan “Kamu Güvenliği Teşkilatı”, Emniyet ve TSK İstihbaratına alternatif “Paralel bir yapı” mıydı? Yeni HSYK Kanunu; bağımsız yargı erkine alternatif olacak ve Hukuk sistemini siyasetin güdümüne sokacak “Paralel bir yapı“ mıydı? Ve yeni yasayla MİT, Milli Güvenlik Kuruluna (MGK’ya) alternatif “paralel bir yapı”ya mı kavuşturulacaktı? Çünkü yeni yasayla:

* İç ve dış tehdit durumları

* Terörle mücadele konuları

* Ve Milli Güvenlik sorunları, MİT’in görev alanına sokulacaktı; hem de MİT mensupları yargı, hatta Meclis denetimi dışında tutulacaktı. Artık savcı, polis ve jandarma hiçbir şekilde MİT’e karışamayacaktı. Evet bu yasayla, hem Milli Güvenlik Kurulu (MGK), hem de TSK, dolaylı şekilde bay-pas edilerek, direk Başbakan’a bağlı bir “İSTİHBARAT REJİMİ” kurulmaktaydı. Bu yasa geçerse, MİT Başkanı ve elemanları açık bir dokunulmazlık zırhına alınmış olacaktı. Bu durum “Cesaret madalyalı ve BOP eş başkanı” Başbakanlara demokratik diktatörlük yolunu açacak ve Türkiye artık telefon talimatlarıyla değil, internet ve istihbarat bağlantılarıyla yönetilmeye başlanacaktı.

Bu tespit ve tenkitlerle, ne MİT Başkanını ne diğer asker ve sivil bürokratları hedef alıyor sanılmamalıydı. Herhalde onlar da, “ülke menfaatleri ve bölge dengeleri” açısından bu girişimlerin doğru ve olumlu olduğu kanaatini taşımakta, “Başbakanımız ve iktidarımız elbette bizden iyi bilir” mantığıyla yaklaşmakta, ama “devletin dinamitlendiğinin “farkına varamamaktaydı. Üstelik “Milli iradeyi, sadece çoğunluğu elde eden iktidarın temsil ettiği” kanaati tam bir safsata ve saptırmacaydı. Çünkü Milli iradeyi ve Milli egemenliği temsil makamı sadece iktidarın değil, Meclis içindeki ve dışındaki tüm muhalefetin ve siyasi partilerin, yargı erkinin, başta Cumhurbaşkanı tüm devlet müesseselerinin ve yüksek bürokrasinin ortak sırtında ve sorumluluğundaydı. Bütün bunlar, Amerika’nın Cemaat ve Hükümeti kapıştırarak, iktidarı; görünüşte AKP’ye, gerçekte ise ABD’ye yarayacak düzenlemelere mecbur bırakmak ve TSK’yı etkisiz ve yetkisiz kılacak “demokratik tedbirleri“ aldırmak amaçlı olduğunu da açığa vurmaktaydı.

  İHH Gizli Dünya Devletinin resmi yapısı olan BM ile işbirliği anlaşması yapmıştı!?

Birleşmiş Milletlerin, Siyonizm’in Gizli Dünya Devletinin, resmi ve sözde insani gayeli bir çatı teşkilatı olduğunu herkes biliyordu. İyi de, İHH gibi İslami duyarlı bir vakfın, böylesine sinsi ve Siyonist bir teşkilatla ittifak ve irtibatını nasıl yorumlamalıydı? BM organları ve kurmayları mı gafil ve cahil davranmıştı, yoksa İHH mı şeytani odaklara yanaşmıştı? Ve hele İHH’nın, MİT’le ortaklaşa, Suriye Muhalefeti görünümlü ABD tetikçilerine silah ve mühimmat taşıdıkları iddiaları, BM ile yapılan anlaşmanın bir parçası mıydı?

Hatırlayacaksınız İHH (İnsani Yardım Vakfı) tarafından düzenlenen “Mültecilik Sempozyumu” yoğun bir katılımla yapılmıştı. Sempozyumda; mülteci kampların daha iyi şartlara kavuşturulması, mültecilere bazı yasal hakların tanınması çağrıları tekrarlanmıştı. Sempozyumda ayrıca İHH ile BM arasında Türkiye’de beraber çalışmayı öngören işbirliği protokolü de imzalanmıştı. Topkapı Eresin Otel’de yapılan sempozyuma katılan konuşmacılar, mültecilik sorununun nasıl çözüleceğini konuşurken Iraklı, Filistinli, Somalili, Doğu Türkistanlı ve Çeçen mültecilerin yaşadıkları insani durumu ve dramı anlatmış ve Türkiye’ye “Sorunlarımızı çözün” çağrısında bulunmuşlardı. Sempozyumda konuşan Birleşmiş Milletler (BM) Türkiye Temsilcisi Michel Gaude ise mültecilik sorununun çözüme kavuşması için mülteciliği ortaya çıkaran etkenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini vurgulamıştı. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Üyesi ve AKP Samsun Milletvekili Cemal Yılmaz Demir ise 20 Haziran tarihinin “Dünya Mülteciler Günü” olarak kabul edildiğini hatırlatıp, 20 Haziran’ın arifesinde Mültecilik Sempozyumu düzenleyen İHH’yı kutlamıştı.

  İHH İnsani Yardım Vakfı Genel Başkanı Bülent Yıldırım da “Türkiye’nin mülteciler için bir geçiş ülkesi olduğunu hatırlatmış” ama her nedense bu kararın Türkiye’yi karıştırmak ve dengeleri bozmak için alındığı gerçeğini anlatmamıştı. Bu Sempozyumda, İnsani Yardım Vakfı (İHH) Başkanı Bülent Yıldırım ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Türkiye Temsilcisi Michel Gaude arasında, İHH ve BM’nin Türkiye’de birlikte çalışmasını öngören işbirliği protokolü imzalanmıştı.[2]

Yeni MİT Yasasında “Bit yeniği” arayanlar haksız mıydı?

Başbakan Erdoğan’ın uçan kuştan yer altındaki karıncaya kadar her şeyden haberdar olmak istemesinin altında ne yatıyordu? Bu MİT yasasını seçimlerden önce niye ille de çıkarmak istiyordu? Böylece MİT’in Bakanlar Kurulu üyelerinden bürokrasiye, herkesi izleyip Başbakan’a bilgi aktarmasına yarayacak bu düzenleme, devletin ve Milletin güvenliğini mi, yoksa Erdoğan’ın kendisini mi korumayı amaçlıyordu? Çünkü yeni yasayla birlikte MİT Başbakan’a bağımlı ve tüm devlet organlarından bağımsız bir yapıya dönüşüyordu.

 * Mahkeme izni olmadan araştırma, önleyici tedbirler alma, gözaltı ve geçici tutuklama yapabilecekti.

 * TİB. MİT’e bağlanacak: Sınırsız bir dinleme, görüntüleme ve arşivleme yetkisi verilecekti.

 * Emniyet ve Jandarma İstihbarat örgütleri, MİT’e lojistik destek sağlamakla görevli hale getirilecekti.

 * Mahkeme kararı olmadan gözaltı yetkisi verilen MİT, bir anda kaybolan bir daha haber alınamayan kişilerin ve yeni faili meçhullerin sorumlusu durumuna düşecekti.

 * MİT, gerekli görürse terör örgütleriyle bile ilişkiye geçebilecekti.

 * MİT “görev gereği yaptılar” derse, savcılar MİT mensuplarına karşı soruşturma yürütemeyecekti.

 * MİT, tüm kamu kurumları ve bankalardan istediği her türlü belge / bilgiyi alabilecekti.

 * MİT mahkemelerden de belli suçlara ilişkin soruşturmalarda, her türlü belge ve bilgiyi talep edebilecekti.

 * MİT, her türlü elektronik dinleme ve izlemeyi yapabilecekti.

 * MİT ile ilgili haberleri ve belgeleri yayınlandığında, sadece gazeteci ve editör değil, medya patronunun da en az 3 yıla kadar hapsi istenecekti.

 * Milli İstihbarat Teşkilatı mensuplarına ilişkin bilgi ve belgeleri ele geçiren, sahte olarak üreten, bunlar üzerinde sahtecilik yapan, bulunduran, kaydeden, bir başkasına veren veya yayan kişiye üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilecekti.

 * MİT yurtdışında da dinleme yapabilecek, gerekirse, yurtdışında ankesörlü telefondan yapılan konuşmalar bile dinlenecekti.

 * MİT hem mevcut elemanlarını, hem de MİT’e yeni başlayacakları yalan makinesine sokabilecekti.

 * MİT, yabancılara ilişkin her türlü işlem için “talepte” bulunabilecekti.

 * Dış güvenlik, terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulunca verilen her türlü görevi yerine getirecekti.

 * Dış istihbarat, milli savunma, terörle mücadele ve uluslararası suçlar ile siber güvenlik konularında her türlü teknik istihbarat ve insan istihbaratı usul, araç ve sistemlerini kullanmak suretiyle bilgi, belge, haber ve veri toplamak, kaydetmek ve analiz etmekle yetkiliydi.

 * İstihbarat kapasitesini, niteliğini ve etkinliğini artırmak amacıyla, yabancı istihbarat teşkilatlarının kullandığı usul, yöntem, imkân ve kabiliyetleri ile teknolojik gelişmeleri takip etmek, uygun görülenleri temin etmek, kullanmak veya uygulamak görevi verilecekti. (Bu madde CIA ve MOSSAD’ın dolaylı güdümüne ve denetimine girmeyi gerektirecekti)

Bütün bunlar yasalaşırsa, şu sonuçlar ortaya çıkacaktı:

 * Yargı kararı olmadan “muhtemel iç tehdit” algısıyla asker–sivil herkese ve her kesime operasyon yapabilecekti.

 * Halihazırda yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre TBMM’nin izniyle silahlı kuvvetler tarafından kullanılabiliyorken, anayasa bir yana bırakılarak başbakanın onayıyla bu yetki de MİT’e verilecekti.

 * Hazırlanan tasarıyla MİT’e psikolojik istihbaratta bulunma yetkisi de verilerek, MİT yeni andıçlama, karalama, gayrimeşru internet siteleri kurma görevi üstlenecekti.

 * Devlet üst kademesi ve yüksek bürokrasi artık MİT’in vereceği rapor kapsamında atanabilecekti. Bu madde, istihbarat devleti ve fişlemelere hukuki dayanak oluşturulma girişimiydi.

 * Tasarıyla temel hak ve hürriyetler MİT söz konusu olduğunda artık hiç hükmündeydi. AKP’nin bugüne kadar yaptığı kişisel özgürlüklerin korunması bu kanun ile anlamını yitirecekti. Anayasanın 20. maddesinde güvence altına alınan “Özel hayatın gizliliğinden” yine anayasanın 22. Maddesinde teminat altına alınmış “Haberleşme Hürriyeti”nden artık söz edilemezdi.  

Tasarı yasalaşırsa her kamu kurumu mecburi istihbarat kaynağı ve MİT ajanı konumuna getirilecekti.

*  MİT’e tüm kamu kurum ve kurumlarına tanınmış istisnaların toplamından çok daha fazla dokunulmazlık giydirilecekti.

 * MİT personeline her alanda ayrıcalıklar getirilecek, hatta yargılamada bile ayrı mahkemeler icat edilecekti.

* MİT’e tüm kolluk yetkileri verilecekti. Böylece MİT, bu tasarıyla Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) benzer bir yapıya dönüştürülecekti. Artık adam öldüren, eylem düzenleyen, provokatörlük eden MİT elemanları hesaba çekilemeyecekti.

 * Bu kanun ile her türlü suçun işlenebilmesi mümkün ve muhtemel hale gelecekti. Daha da tehlikelisi MİT kanununda değişiklik öngören bu tasarı meclisten geçerse MİT’e yurtdışı operasyon yetkisi verilecekti. MİT halen bu tür görevleri gizli yönetmeliklerle yürütebilmekteydi. Tasarıya göre ayrıca, Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu toplantılarına da MİT müsteşarı yerine Başbakan başkanlık edecekti.

Bu ucu açık ve amacı Karanlık maddelerle MİT kanununu değiştirmeye; BAASÇI rejimlere benzer bir muhaberat devleti yerleştirmeye çalışanları; Eski Yargıtay Başkanı ve bir zamanlar AKP hayranı Prof. Dr. Sami Selçuk şöyle uyarmaktaydı: “Kopenhag ölçütleri hoyratça çiğnenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çiğnenmiştir. Anayasa çiğnenmiştir. Kısaca hukuk çiğnenmektedir ve hükümet ne yazık ki bu yanlışlıklarına devam etmektedir. Hukukun üstünlüğü ilkesi gereğince hukuk içinde olması gereken “devlet hukuku” terk edilmiş, bu hukuksuzluk girişimine hukuksal bir kılıf aramaya girişilmiştir! Bu gidişle Çoğunluk iktidarı, önce otoriter devlete, daha sonra da faşist devlete her an evrilme eğilimini ve riskini içermektedir. Bundan herkes gibi ben de tedirginim. Hükümete akıl veren Sümbül Ağalar’ın çok olduğu bu ülkede çıkış yolu da gittikçe daralmakta ve tükenmektedir. “Kişilere göre ve kişileri kurtarmak amacıyla mevcut yasalar değiştirilmekte, ‘yok yasa, yap yasa’ ilkel anlayışıyla hukuki düzenlemelere yönelmektedir.”

Fetullahçı Yalakaların TSK Düşmanlığı!

“Türkiye yakın ve çok yakın tarihinin özeleştirisini yapmadıkça, düzenli aralıklarla nöbetine yakalandığı sara illetinden asla kurtulamayacaktır. Türkiye’nin üç hayati meselesi ise: Ermeni Büyük Felaketi, Kürt kimlik inkârı ve Kıbrıs Adası’nın işgalidir! İŞGAL kelimesini kasten kullandım. Çünkü bu nesnel bir tespittir! Durumu objektif biçimde saptayan tarafsız bir ifadedir. Kıbrıs’ta ne zaman ki 1974. Barış harekâtından on dokuz gün sonra ikinci operasyon devreye girdi ve TSK bağımsız bir ülkenin topraklarını gasp etti, buradan itibaren adıyla sanıyla işgal dönemidir”[3] diyecek kadar aslını ve ayarını ortaya koyan, 1978-79 Aydınlık Brüksel temsilciliği yapan ve Doğu Perinçek’i evinde ağırlayan Saint Joseph Fransız Lisesi kaçkını ve şimdi Taraf Yazarı Hadi Uluengin, Uludere faciasının suçunu Amerika’nın kasıtlı istihbarat tuzağına değil, TSK’nın sırtına atacak kadar tövbekâr olmuş(!) ve koyu bir Fetullahçı olup çıkmıştı.

“Çok saygın bir kanaat önderi Gülen Hoca efendiye ve Camia’sına yönelik eleştirilerdeki haklılık veya haksızlık payı ne olursa olsun, eğer iktidar ezkaza TC devletinin diplomatik mekanizmasını kullanarak dünyanın dört bir tarafına yayılmış bu okullara karşı da girişimde bulunmak bedbahtlığına düşerse bizzat Türkiye’nin ayağına ateş etmiş olacaktır... Zira yukarıdaki hem Türkiye’nin çıkarları açısından, hem de kültürel Türklük halesi diyebileceğimiz bir etkileşim sahası açısından sonsuz derecede önemli bulunmaktadır... Şunu asla unutmayalım: Hükümet ne olduğu anlaşılmayan neo-Osmanlıcı-Sünni merkezci bir yaklaşımla ve zücaciye dükkanına giren fil hoyratlığıyla dış politika üretmeye çalışmadan çok önce Camia, uhrevi bir misyon ruhuyla nadide bir dantel örmeye başlamıştır... Zaten inkar eden çarpılır, aynı hükümetin kah memur, kah STK, kah diplomat olarak dış aleme gönderdiği kadrolar dahi onların varlığından ve alt yapısından yararlanmıştır… Yani okullar gerek yukarıdaki Türkiye ve Türklük bağlamlarında, gerekse yeryüzü sathındaki İslamofobyayı dizginlemek babında evrensel bir atılım ve medar-ı iftihar sayılmalıdır… O halde, büyükelçilere az çok hissettirdiği anlaşılan Talimat uyarınca Hizmet mensuplarını farklı ülkelerde ispiyonlamaya kalkışmak ve kurumlarını kapattırmak için söz konusu başkentler nezdinde girişimlerde bulunmak ancak gaflet ve delalet olacaktır”[4]diyecek kadar Cemaati savunan, aklı ve ahlakı hakkında[5] internet sitelerinde acayip şeyler yazılan bu Hadi Uluengin daha önce Çanakkale Zaferimizi ve Mustafa Kemal’in meziyetlerini inkâra ve istihfafa kalkışmış ve ağır tenkitlere uğramıştı.[6]

Oysa Filipinler’de ilk ve ortaokul öğrencisi 2000 çocuğa sözde eğitim verilen Mountaintor Christian Acedemy (Hristiyan Akademisi) adlı özel Kilise okulunda, çocuklarla porno film çekilip piyasaya sürüldüğü, federal polis baskınıyla ortaya çıkarılmıştı. Papaz olan okul müdürü ve 9 porno çekimcisi suçüstü yakalanmıştı. İşte Hadi Uluengin’in hayran olduğu Fetullah Gülen bu Haçlı Papalık Misyonunun gönüllü bir parçasıydı!

Bu arada PKK’nın ak saçlı rehberlerinden Ahmet Türk, 19 Mayıs 2013’te Fetullah Gülen ile Pensilvanya’da görüşüyor ve KCK operasyonlarıyla ilgili BDP’nin kaygılarını Hoca efendi Hazretlerine iletip himmetini bekliyordu. BDP Genel Başkan Yardımcısı Nazmi Gür de kendisine eşlik ediyordu. Güya görüşme talebi de Cemaatten geliyor ve tabi Ahmet Türk cemaat kılıflı CIA ve MOSSAD’la görüştüğünü çok iyi biliyordu. Bir zamanlar Recep Tayyib’i hararetle alkışlayan, ama şimdi şiddetle karşı çıkan Cengiz Çandar Radikal Gazetesinde Kürtlere ‘çözüm sürecinden çekilin’ imasında bulunuyordu. Yolsuzluk iddialarını gündeme getiren Çandar, “Kürtler, Tayyip Erdoğan’ın anti-demokratik iktidarının payandası olurlar mı?” diyerek kışkırtıcılık yapıyordu.

Bu arada Fetullahçılarla Mesut Barzani’lerin arasının çok iyi olduğunu da belirtmek lazımdı!

Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan UCLA öğretim üyesi Prof. Yona Sabar, yazdığı kitapta Barzanilerin Yahudiliğini doğruluyordu. Hürriyet’ten Sefa Kaplan’ın haberine göre Tarihçi Ahmet Uçar da, Osmanlı arşivlerinde, Sallum Barzani adlı bir hahamın önce Selanik’e, arkasından da Kudüs’e sürgün edildiğine dair bir belge yayımlıyordu. Bilindiği gibi, Molla Mustafa Barzani ile oğlu Mesut Barzani, İsrail’le kurduğu iyi ilişkilerle tanınıyor ve İsrail öteden beri Irak Kürtlerinin bağımsızlığını destekliyordu. 1982 yılında Yale Üniversitesi tarafından yayımlanan “The Folk Literature of the Kurdistani Jews: An Anthology” (Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji” başlıklı kitap, başlangıçta sıradan bir antropolojik çalışma muamelesi görüyordu. Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan ve Los Angeles’teki California Üniversitesi’nde (UCLA) görev yapan Prof. Yona Sabar tarafından kaleme alınan kitap, büyük çoğunluğu Kuzey Irak’ta yaşayan Kürt Yahudilerinin hayatına ışık tutuyordu.

Ancak, Prof. Yona Sabar’ın kitabında daha ilginç bilgiler de yer alıyordu. Bunlardan en önemlisi de Barzani Ailesi ile ilgiliydi. Prof. Sabar’ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibar görüyordu. Öyle ki, başta Mısır olmak üzere Ortadoğu’nun muhtelif ülkelerinden buraya öğrenci akını oluyordu. Hatta, Haham Nathanel Barzani, bölgede nadiren görülen zenginlikte bir kütüphaneye de sahipti ve kitapların büyük çoğunluğu da el yazmalarından oluşuyordu. Bu kitaplar, yine haham olan oğlu Samuel Barzani’ye miras kalıyordu. İşin daha da çarpıcı yanı, Amerikan reformcu Yahudileri tarafından tam bir yüzyıl sonra kabul edilecek olan ilk kadın haham da Samuel Barzani’nin kızı oluyordu ve Asenath Barzani ismini taşıyordu![7] İşte Fetullahçı Cemaat, ABD Yahudi Lobilerinin özel ricası ve arka çıkmasıyla, Kuzey Irak’ta Barzani Kürdistan’ında her seviyeden okullar açıyor, yatırımlar yapıyor ve Barzanilerin devlet statüsü kazanması için her türlü desteği veriyordu!?

 

--

Nisan 2014 - Milli Çözüm Dergisi



[1] Yolsuzluk İddiaları – Ruşen Çakır / Gazete Vatan / 18.02.2014 

[2] 8 sütun / 15.06.2008

[3] Taraf-19.02.2014

[4] Taraf.20.01.2014-Okullar ve İntikam

[5] 11-12-1999 / otisabi-ekşi sözlük

[6] Bak. Fikret Bila / Bu Yazara Çanakkale’yi öğretemedik / 21.03.2010

[7] Hürriyet / 18 Şubat 2003

Yorum Yaz