AKP’NİN TAHRİBATLARI ve ADİL BİR DÜZEN İNKILABI
Erbakan Hocamız fabrikalar yaptı, ülkeyi yatırımlarla donattı. Ama Erdoğan tek tek arsa fiyatının altında hepsini sattı, kapattı. 90 yıllık birikim, haraç mezat elden çıkarıldı. Türkiye ekonomisi iflasın eşiğine dayandı. Erdoğan iktidarı bütün milli kazanımları yabancılara kaptırdı. Üretmeden, sadece borçla günü kurtarma politikaları uygulandı. Sadece savunma sanayi teknolojilerinde olumlu bazı gelişmeler var; o da hükümetin değil, devletin programıdır. Bu bozuk düzen değişmediği sürece, her sene cari açık daha da artacaktır. Şimdi ülkede; devlet, işçi, esnaf, işveren, vatandaş herkes borçlu durumdadır. Şirketler bir bir konkordato ilan ediyor, alacaklarını toplayamıyor. Bunlar birbirleriyle bağlantılıdır, böyle giderse en sonunda devlet konkordato ilan etmek zorunda kalacaktır.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Amerikan Kongresi’ne katıldığı ve kapalı kapılar ardındaki özel görüşmelerde, Cemal Kaşıkçı cinayeti hakkında kongre üyelerine bilgi aktardığı basına yansımış ve çok tartışılmıştı. Hakan Fidan’ın kendi inisiyatifiyle mi yoksa davetli mi ABD Kongresi’ne gittiği konusundaki sorular henüz yanıtlanmamıştı. Zaten CIA Başkanı Gina Haspel cinayetten kısa süre sonra, bir gece yarısı Türkiye’ye uçmuş ve hem MİT yetkililerinden hem de devlet üst yönetiminden olayla ilgili delilleri almıştı. Hatırlayınız, 2015-2016 yıllarında Türkiye’deki 33 bombalı saldırıda, 363 kişinin hayatını kaybettiği olaylarda, o dönemde Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu bilgi alınması için Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Hakan Fidan’ı defalarca çağırdığı halde gidip bilgi aktarmamıştı. TBMM’yi hiçe sayan, Güvenlik ve İstihbarat Komisyonunu hiçe sayan, muhalif parti liderlerini hiçe sayan Fidan, Amerikan Senatosu’nda önünü ilikleyip bilgi sunmuşlardı. Sanki onun üstü Erdoğan değil de Amerika’ydı, onun için Amerikan Senatosu’na koşup bülbül gibi konuşmaktaydı.
Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan kendisine, MİT Başkanı Fidan’ın Amerikan Kongresi’nde sunum yapmasının sorulması üzerine: “Latin Amerika seyahatlerinden sonra, MİT Başkanımız oradan Kanada’ya ayrıldı. Kanada’dan sonra, böyle bir gelişme varsa haberdar olmadım” diyerek zafiyetini itiraf buyurmuşlardı. Aslında:
1- Sn. Erdoğan’ın stratejik dış politika kararlarından haberi olmamaktadır.
2- Buna karşılık Milli Savunma Sanayi teknolojilerinden de haberi bulunmamaktadır. Erbakan Hocamızın tabiriyle, at yarışı spikeri gibi son aşamayı halka duyurmakta ve sadece hava atmaktadır.
AKP’nin Ekonomik Talanları
Sayıştay, çoğu AKP’li belediyelerde olan büyük çaplı yolsuzluklar tespit ediyor, ama savcılar harekete geçmiyordu!
Çoğu AKP’li belediyelerdeki yolsuzluklarla ilgili Sayıştay’ın 2013 raporlarını ve tespitlerini ihbar kabul eden savcılar 1522 belediyeye soruşturma başlatmıştı. Ancak Sayıştay’ın 2017 raporlarından dolayı hâlâ harekete geçen olmayışı kafaları karıştırmaktaydı. Sayıştay, belediyelerdeki yolsuzluk ve usulsüzlükleri bir bir gün yüzüne çıkardığı halde savcıların sessizliğini koruması “yargının siyasallaşması” olarak yorumlanmıştı.
Evet, yolsuzluklar ortaya çıkmıştı ama harekete geçen yoktu! Son günlerin en dikkat çeken gündemi, hiç şüphesiz Sayıştay’ın raporlarıydı! Sayıştay, çoğu AKP’li belediyelerdeki yolsuzluk ve usulsüzlükleri bir bir ortaya koyarken, savcılar ise harekete geçmek yerine sessiz kalmayı tercih ediyorlardı! Bundan 5 yıl önce (2013) Sayıştay’ın raporları savcılar tarafından ihbar kabul edilirken, Sayıştay’ın 2017 raporlarında tespit ettiği milyonlarca liralık usulsüzlük ve yolsuzluklar hakkında hâlâ işlem başlatılmaması nasıl okunmalıydı? Sayıştay’ın kamu kurum ve kuruluşları denetleyen raporları Türkiye’nin gündemindeki yerini korumaktaydı. Özellikle belediyelerle ilgili yolsuzluk ve usulsüzlüklerin öne çıktığı raporların konuşulduğu dönemde, aniden Sayıştay Başkan Yardımcısı Fikret Çöker’in görevden alınması kafalarda soru işaretlerine yol açmıştı. Yerel seçimlere kısa bir süre kala Sayıştay’ın belediyelerdeki kirli çamaşırları ortaya dökmesi, AKP iktidarını zora sokarken, savcılar şimdilik sessiz kalmaktaydı.
AKP iktidarı Şeker Fabrikalarını satıp, yerine cezaevi kurmaktaydı!
AKP Yozgat Milletvekili’nin yaptığı açıklamayı, önemine binaen dikkatlerinize sunuyorum. AKP’li Vekil diyor ki; “Yakın zamanda açılışını yapacağımız Yozgat Cezaevi’nin inşaat alanında incelemelerde bulunduk. 4 bin kişinin yatacağı, 2.700 personelin istihdam edileceği ve bacasız fabrika gibi çalışacak cezaevinin hayırlı olmasını diliyorum.” Dikkat buyurun yapılacak cezaevinde 4 bin kişi yatacak, 2.700 personel çalışacak ve böylelikle Yozgat; 4 bin suçluyu barındıran il olarak kalkınmış olacakmış. Yozgat’ta, binlerce insanı ilgilendiren şeker fabrikası, Nisan ayındaki özelleştirmede 275 milyon liraya satılmıştı. Şimdi 110 milyon liraya Yozgat Cezaevi yaptırılmaktaydı. Kırşehir şeker fabrikasını 330 milyon liraya satan hükümet, aynı Kırşehir’e KDV’si içinde 338 milyonluk cezaevi konduracaktı. Bu yamuk kafalara göre, Kırşehir, Yozgat’a bakarak daha fazla kalkınmış olacaktı! Fabrika satmayı başarı, cezaevi açmayı yatırım sanan bir iktidarımız vardı. Ne kadar övünsek azdır değil mi?[1]
AKP, IMF Kâhyalığı ve Sömürge Tahsildarlığı Yapmaktaydı!
Hele şükür ki kabinede aklı zevzek ağzı gevşek kimseler vardı da, ağızlarından kaçırdıkları sayesinde bazı şeylerden haberimiz olmaktaydı.
Berat Albayrak: “IMF Ülke Grubunun İcra Direktörlüğünü devraldıklarını”açıklamıştı. (14 10 2018 – Gazeteler ve Siteler)
Erbakan Hoca ise: “AKP’nin, IMF’nin sömürge tahsildarı” olduklarınıdefalarca vurgulamışlardı. Böylece bir kerameti daha ispatlanmıştı.
McKinsey IMF’nin alt ve yan kuruluşu gibidir. Yapılan yoğun tenkitler üzerine, Erdoğan iktidarı McKinsey’e teslimiyetten zahiren vazgeçti ama gerçekte başka yöntem ve sistemlerle IMF ile irtibatlar devam etmektedir. Küresel sermaye (Siyonist sömürü) merkezleri, IMF gibi garantörler ve McKinsey gibi şirketler üzerinden ağlarına düşen ülkeleri denetleyip yönlendirmektedir. Bunların çalışma prensipleri ve sömürü taktikleri şöyle özetlenebilir.
“Beslenen inekleri, bir süre bol süt verdirecek, ama sonra hastalandırıp öldürecek yemleri biz satıvereceğiz, elde edilen süt ürünlerinin piyasasını ve sömürü payımızı da biz belirleyeceğiz. Hastalanıp ölen ineklerin yerine, yenilerini de istediğimiz ücret üzerinden yine biz göndereceğiz! Böylece bütün ülkeler bizim çiftliğimize, bütün hükümetler de bizim kâhyamıza dönüşecektir.” gerçeklerini yazdığımız için bize çok kızan Yandaş Takımının, Damat Berat paşanın; “Türkiye IMF’nin İcra Direktörü oldu!” açıklaması karşısında yüzleri bile kızarmamıştı.
Direktör; Patronlarının çıkarları ve talimatları doğrultusunda, bir şirketi veya ekibi yönetip yönlendiren idareci (müdür) anlamındadır. Yani AKP Türkiye’si, Siyonist sermaye baronlarının sömürü çarklarını daha kolay döndürmek üzere, resmen ve fiilen kâhyalık görevini devralmışlardı. Böylece Erbakan’ın: “Bu AKP Siyonizm’in sömürü tahsildarıdır!” benzetmesi de aynen ortaya çıkmıştı.
Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası'nın yıllık toplantıları için bulunduğu Endonezya'nın Bali adasında görüşmeler gerçekleştiren Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak, sosyal medya hesabından bu açıklamaları yapmıştı. Bali'de Yeni Ekonomi Programı'nın sunumunu yaptıklarını belirten Albayrak, “IMF ülke grubunun İcra Direktörlüğü görevini Türkiye olarak devraldıklarını” vurgulamıştı. IMF’nin bir küresel faktöring yapılanması, yani Siyonist bankaların kefalet sigortası olduğunu bizden başka söyleyen de çıkmamıştı.
Büyük Şirketler Tek Tek Batmaktaydı!
Fikirtepe'de büyük projeleri olan inşaat sektörünün devlerinden Nuhoğlu İnşaat, konkordato ilanına mecbur kalmıştı. İstanbul Anadolu 1. Asliye Ticaret Mahkemesi Nuhoğlu İnşaat için üç aylık geçici mühlet kararı almış ve konkordato komiseri atamıştı. 1986’dan bu yana inşaat sektöründe olan firma, konkordato kararı almıştı. Firma bu kararla, mahkemenin koruması altına alınmıştı. 100’ün üzerinde projeye imza atan Nuhoğlu İnşaat’ın; İstanbul Akvaryum, Aqua Florya Alışveriş Merkezi, Küçükkuyuport, Sinan Erdem Arena, Bursa Hayvanat Bahçesi, Bayrampaşa Şehir Parkı gibi büyük projelerde imzası bulunmaktaydı.
Tam bu hengâmede, (27 Ekim 2018’de) bünyesinde Aslan Çimento, Adana Çimento, Bolu Çimento, Mardin Çimento, Ünye Çimento, Denizli Çimento bulunan, Türkiye’nin en büyük çimento üreticisi OYAK Çimento’nun yüzde 40’ı, Siyonist Yahudi sermayeli Tayvanlı Taiwan Cement Corporation’a satılmıştı. OYAK ve Uzakdoğulu çimento üreticisi Taiwan Cement Corporation (TCC), çimento sektöründe ortaklık kurma kararı alırken; taraflar arasında mutabık kalınan anlaşmaya göre, OYAK Çimento’nun yüzde 40 hissesi yaklaşık 640 milyon dolar bedelle TCC’ye devredilmiş olacaktı. OYAK Çimento’nun iştirakleri tarafından Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) yapılan açıklamada, Türkiye’nin en büyük çimento üreticisi konumundaki OYAK ve Uzakdoğu’nun önde gelen çimento üreticilerinden Taiwan Cement Corporation’ın, uluslararası çimento pazarında güçlerini birleştirmek amacıyla ortaklık kurmaya karar verdiği açıklanmıştı.
Artık yandaşlar bile feryat etmeye başlamıştı ve özelleştirilen fabrikaları İsrailli iş adamları satın almaktaydı!.. Ama görünürde Türk iş adamları taşeron olarak kullanılmaktaydı.
Kovancılar-Yarımca Ferro Krom Fabrikasının özelleştirildiği süreçte; Elazığ’a gelen Erol Bilbilik, yerel bir televizyonda, “Kromun çok stratejik bir maden olduğunu, dünya krom piyasasının Yahudilerin elinde bulunduğunu, Elazığ’daki krom cevherinin yüksek kalitede olması nedeniyle özellikle İsrail tarafından alınmak istendiğini” açıklamıştı. Bu konuşmadan bir müddet sonra Ferro Krom Fabrikası özelleştirilmesi yapılmış ve Elazığ (Palu’lu) iş adamı Gıyasettin Demirtaş, bütün servetini teminat olarak yatırıp bu tesisleri almıştı. Ancak uzun zaman geçmesine rağmen Fabrika’nın parasını yatıramamış, dolasıyla ihale iptal edilmiş ve teminatı da yanmıştı.
Kovancılar-Yarımca Ferro Krom Fabrikasının özelleştirildiği süreçte ilginç olaylar yaşanmıştı. Rahmetli Gıyaseddin Demirtaş’ın acı itirafları kanımızı dondurmaktaydı.
Elazığ’ın Yerel Televizyonuna çıkan Gıyasettin Demirtaş, “Yahudiler beni aldattılar, İsrailli iş adamları taahhüt ettikleri parayı bana ulaştırmadılar. Bir tezgâh kurup bütün servetimi bağladığım teminatımı yaktılar ve ardından çok ucuza Ferro Krom Fabrikasına başka bir taşeron üzerinden sahip oldular!” diye ağlamıştı. İş adamı Gıyasettin Demirtaş, Elazığ sokaklarında perperişan ve beş parasız olarak dolaşmış ve herkes onun haline acımıştı. Ferro Krom daha sonra görünürde Sivaslı bir iş adamına satılmıştı.
AKP’nin Ahlaki ve Ailevi Tahribatları
16 yıldır AKP iktidardaydı. Ama muhafazakârlık arttıkça, ahlaksızlık da azıtmaktaydı.
“Esra Erol programında bir kadın, kendisine ve kız kardeşine ağabeylerinin tecavüz edip, gebe bıraktığını açıklamıştı…”
“Kendi kızına küçük yaştan itibaren yıllarca tecavüz eden baba yakalanmıştı.”
“Beş çocuklu kadın, öz kaynıyla kaçmıştı…”
“Kayınvalidesiyle gizli aşk yaşayan damadı, karısını boşamıştı…”
“Mahalle imamı, caminin özel odasında Suriyeli kadınla basılmıştı.”
“Altı yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden 60 yaşındaki adam tutuklanmıştı…”
“Bakım yurdundaki kız ve erkek çocuklara tecavüz eden idareci aranmaktaydı…”
Yengesine, gelinine, teyzesine ve küçük talebesine tecavüze kalkışanlar, kurbanlarını öldürüp, parçalayıp çöp bidonlarına atanlar çoğalmıştı…
“Batman kent merkezinde sağanak yağmur sonrası kanalizasyondan 1 aylık bebek cesedi çıkmıştı!”
“Adana’da meslektaşlarına ve öz ablasına fuhuş yaptıran kadın polis gözaltına alınmıştı!”
İnsanın kanını donduran, vicdanını sızlatan ve yüzünü kızartan bu tür haberler, her geçen gün artmakta, gazete ve TV haberlerinde sıklıkla yer almaktaydı. Toplum hızla yozlaşmaktaydı, ahlaki ve ailevi tahribat yaygınlaşmakta ve daha da beteri bu korkunç gidişat karşısında ilgili ve yetkili makamlar duyarsız kalmaktaydı.
İşin daha da kötüsü, görünüşte muhafazakârlık ve din istismarcılığı, yani sahte ve sözde dindarlık arttıkça, toplumdaki ahlaki ve ailevi yozlaşma daha da azıtmaktaydı!
“Gündelik tartışmaların ve yandaş medyanın sihirbazlığı arasında-içinde gözden kaçan bir haber yayınlanmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2017-2021 yılları için hazırlanan stratejik planda, Türk toplumunda dine olan ilgi arttıkça, ahlaki değerlerin aşındığı vurgulanmıştı. Maalesef toplumun ahlaken korkunç bir yozlaşma sorunu yaşadığı saklanmaktaydı. Resmi rakamların gösterdiği üzere hırsızlık, gasp, tecavüz, cinayet vb. adi suçlar nüfus artış hızından çok daha yüksek bir oranda artmaktaydı. Kadın cinayetlerinde ve “iş kazası” diye geçiştirilen ihmal ölümlerindeki artışlar, artık normal karşılanmaktaydı. Okullarda, öğrenci yurtlarında ve ıslahevlerinde çocuk tacizinin, sanılandan daha yüksek düzeyde olduğu konuşulmaktaydı.
Ama muhafazakârlık yani şekilci ve şuursuz Müslümanlık ve din istismarcılığı ise sürekli tırmanıştaydı. Yani AKP iktidarları boyunca aslında muhafazakârlaştıkça ahlaksızlaştığımız ortaya çıkmıştı. Türk toplumu Özal’dan bu yana üretimden kopan, borçlanan, dışarıdan bulduğu sıcak para ile içeride tüketimi pompalayan, kolay kazancı, bedavacılığı, devleti soymayı ve faizli kredi alıp, üstüne yatmayı gözü açıklık sayan bir bozuk düzene alıştırıldı. Devletin elindeki kamu iktisadi teşebbüsleri satıldı ya da kapatıldı. Eğitim sistemi laçkalaştı. İnsan kaynaklarının nitelikçe yükseltilmesine yönelik hiçbir çaba harcanmadı.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi, son bir buçuk yılda (2017-2018 arası) 21 bin 957 çocuğun kayıtlara 'hamile' olarak geçtiğini açıklamıştı. Kayda girmeyenleri de hesaba katınca rakamlar daha korkunç boyutlara ulaşmaktaydı!
CHP Milletvekili Ali Şeker'in 'istismar sonucu hamile çocuklar' hakkında bilgi almak için yaptığı başvuruya aldığı yanıtla, Türkiye'nin kanayan yarası 'çocuk anne'lerle ilgili korkunç rakamlar ortaya çıkmıştı. Resmi verilere göre, 18 ayda 21.957 çocuk gebe kalmış ve hastanelerde kayıt altına alınmıştı. İstanbul Küçükçekmece'de bulunan Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 18 yaş altı gebeliklerin, adli makamlara bildirilmemesi skandalının ortaya çıkması üzerine, konu çeşitli soru ve Meclis araştırma önergeleri ile Meclis gündemine taşınmış, ancak gündeme alınmamıştı. Kendisi de doktor olan Milletvekili, bu sefer de bilgi edinme yasası çerçevesinde CİMER'e başvurmuştu. CİMER'den verilen yanıta göre, 2017 yılı genelinde ve 2018 yılının ilk 6 ayı içerisinde, yani toplamda 18 aylık bir süre zarfında, 21.957 çocuk gebe sayısının kayıtlara geçirilmiş olduğu anlaşılmıştı. Bu verilere göre, ne yazık ki her gün 40'tan fazla çocuğumuz, daha kendileri birer çocukken, okul sıralarındaki derslerini dinlemeleri gerekirken anne olmaya zorlanmışlardı. Ne yazık ki CİMER vasıtası ile edindiğimiz bilgilerde de bazı gerçekler gizlenmeye çalışılmıştı.
AKP Dış Politikası tıkanmıştı ve günübirlik kararlarla yönetilmeye çalışılmaktaydı.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu; “ABD FETÖ’ye operasyon başlattı” diye palavralar savurmakta, yandaş yazar-yorumcular: “Yakında Fetullah Gülen yakalanıp Türkiye’ye postalanacak” diye propaganda yapmakta iken, Beyaz Saray Sözcüsü: “Yok böyle bir şey, Trump Erdoğan’a sadece “Hele bakarız!” demiş” açıklamasını duyurmaktaydı. Fırat’ın doğusuna yapılacak askeri operasyonu günler ve haftalar öncesinden duyuracak ve seçim malzemesi yapacak bir başkanımız vardı. Amerika’ya karşı Rusya ve Çin’e yanaşma politikası da plansız ve programsızdı. Çin Uygur Türklerini, Rusya Çeçenleri kışkırtıp, ceplerine pasaport ve para bırakıp IŞİD’e katılmak üzere Suriye’ye yolladıkları ortaya çıkmıştı. Ardından da DAEŞ bahanesiyle ülkelerindeki Müslümanlara yönelik zulümlerine meşruiyet kazandırılmaktaydı.
Anketler AKP’yi sarsmakta ve şaşırtmaktaydı!
Bu sırada 24 Haziran seçimlerinde en yakın tahmini yapan anket şirketi ORC, yerel seçimler için yaptığı son anketi paylaşmıştı.
Buna göre oy dağılımı şöyle sıralanmıştı:
AKP: Yüzde 32,4
CHP: Yüzde 23,9
MHP: Yüzde 15,7
HDP: Yüzde 5,1
İYİ Parti: Yüzde 2,4
DİĞER: Yüzde 0,9
Bu rakamlara kararsız seçmenlerin tercihi yansıtılmamıştı. Onların oranı da yüzde 20 civarındaydı. ORC'nin anketi, AKP Genel Merkezi'nin yaptırdığı anket sonuçlarına da yakındı. Kararsızlar da dağıtıldığında CHP'nin oylarının yüzde 29 civarında olacağı, MHP’nin de yüzde 18'leri bulacağı konuşulmaktaydı. Evet, AKP yüzde 32 civarındaydı ve muhalefet ile aradaki makas farkı iyice kapanmaktaydı.
Bu sonuçlara göre önümüzdeki yerel seçimlerde AKP’nin başta İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirleri ve çok önemli illeri kaybedeceği tartışılmaktaydı ve bu durumda AKP iktidarı sarsılırdı. Böyle bir durumda, artık Erdoğan iktidarı ayakta duramazdı ve herhalde kaçmaktan başka çareleri de kalmayacaktı!.. İşte bu korkuyla, açıkça anayasa çiğnenip TBMM Başkanı Binali Yıldırım, tamamen tarafsız olması gereken görevinden istifa etmeden AKP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı yapılmıştı. (Rus Çar’ının Türk mimara yaptırdığı ve tuvalet konulmayan Saray fıkrası;)
“Bu Zat koskoca bir Çar
O istediği yere saçar…”
Sn. Erdoğan sık sık “Yahu İnönü döneminde bir ilin devlet valisi, aynı zamanda CHP İl Başkanıydı!?” hatırlatmasını yapardı… Şimdi kendisi daha âlâsını yaptı; hem TBMM Başkanı, hem AKP İstanbul Büyükşehir adayıydı!..
Teklif edilen Af sosyolojik dengeleri bozardı!
MHP’nin af tasarısının olumsuz sonuçları da hâlâ tartışılmaktaydı. Suçu bir yaşam biçimi haline getirmiş olan hırsızların, arsızların ve şehir eşkıyalarının, cezalarını çekmeden tahliye edilecek olmaları hoşnutsuzluk oluşturmaktaydı. Bu nedenle uzmanlar ise, affın sosyolojik dengeyi bozacağı uyarısında bulunmaktaydı. Torbacıların, gaspçıların, magandaların, şehir eşkıyalarının, alkollü araba kullanırken ölümlü kazalara sebep olanların, çıkacak bir afla serbest kalacak olması maşeri vicdanı yaralamaktaydı. Milletin alın teriyle kazandığı üç kuruşunu çalan hırsızların ve nice yuvaların ortasına ateş düşüren eli kanlı katillerin tahliye edilecek olmalarının önünün açılması haklı tepkilere yol açmıştı. Konu ile ilgili konuşan sosyologlar, psikoterapistler ve STK temsilcileri; muhtemel bir affın insan hakları ihlali anlamına geleceğini belirterek, sosyolojik dengenin bozulacağı ve suçun mağduru olmuş bireylerin psikolojisinin olumsuz yönde etkileneceklerini vurgulamaktaydı. Evet, bu Af çıktığında, suçun mağduru olmuş bir bireyin hakları çiğnenmiş olacaktır. Bu durum zaten başlı başına bir insan hakkı ihlali sayılmaktadır. Zaten devletin kişilere ait suçları affetme hakkı bulunmamaktadır. Hangi anne baba, evladını kendisinden koparmış bir magandayı bağışlardı? Hangi aile, alkollü bir şekilde araç kullanırken, evladından koparmış birisinin cezasız kalmasını hoş karşılardı? Emeğini hırsızlara kaptıran hangi aile bunların bırakılmasına razı olacaktı?
AKP Acı Akıbetine Koşmaktaydı!
Varlıklı bireyler, bağış yapan vakıflar ve sosyal sorumluluk sahibi şirketlerden oluşan küresel bir ağ olan Dünya Müslüman Hayırseverler Kongresinin, güya sosyal ihtiyaçları karşılamak ve hayırseverliği stratejik olarak yaygınlaştırmak üzere finans ve insan kaynaklarını harekete geçirmek amacıyla oluşturulduğu vurgulanmaktaydı. Oysa bu kongre kapsamında iki yılda bir toplanan Küresel Donörler Forumu ise ırksal, dinî ve siyasi ayrımların ötesinde sosyoekonomik değerler oluşturmayı amaçladığısavunulsa da aslında “Başka hastalara kök hücre üretilsin diye “ilik” bağışlama kampanyası ve hayırseverlik kılıfı geçirilmiş küresel bir organ mafyası konumundaydı. Zaten Küresel Donörler Forumu’nun başkanının Paul Palmer isimli bir Yahudi olması her şeyi açıklamaktaydı. Ayrıca bu organizasyonun Londra Belediyesinin ev sahipliğinde ve meşhur masonik adres “Mansion House”da yapılması da enteresandı.
Çünkü Emine Erdoğan’a “İnsani Hizmet Takdir Ödülü”nü verenler, Siyonist bağlantılıydı!
Emine Erdoğan, İngiltere'nin başkenti Londra’da düzenlenen Küresel Donörler Forumu kapsamında "İnsani Hizmet Takdir Ödülü" almıştı. (12 Eylül 2018) Dünya Müslüman Hayırseverler Kongresi’nin (World Congress of Muslim Philanthropists) Londra’da düzenlediği Küresel Donörler Forumu kapsamında verilen "Hayırseverlik Mirası Ödülleri”nden "İnsani Hizmet Takdir Ödülü", Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'a aktarılmıştı. Bu Küresel Donörler Forumu’nun, Yemen’de, İsrail’de, Afganistan’da ve Suriye’deki hastanelerde irtibat büroları açıp, çocuk ve genç yaralı Müslümanların organlarını diri diri alıp pazarladığı konuşulmaktaydı. Ve işte 24 milyonluk ülkede, son 4 yılda 25 bin kişi katledilmiş, 50 bin kişi ağır yaralanmıştı. 14 milyon insan açlık ve sefalette kıvranmakta 20 milyonu sağlık ve eğitim hizmeti alamamakta, bulaşıcı hastalıklar yayılmakta ve kahraman dindar liderler sadece kınamaktaydı!
Bunların sonu nasıl olacaktı?
Ermenistan’ın eski Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan 2008 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine itiraz etmesi sonucu başlayan ve 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan olaylar sebebiyle tutuklanmıştı. Eh, kimlerin hangi akıbete uğrayacağını Allah takdir buyurmakta ve herkes müstahakkını bulmaktaydı.
Rahip Brunson, Erdoğan’ın kurusıkı palavralarına rağmen serbest bırakılmıştı!
İzmir'de, terör örgütleri FETÖ ve PKK adına suç işlediği, casusluk yaptığı iddiasıyla hakkında 35 yıl hapis cezasıyla yargılanan ve ev hapsinde olan ABD’li rahip Andrew Craig Brunson hakkında Mahkeme kararını açıklamıştı. İzmir 2'nci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına mahkûm edilen, hakkındaki ev hapsi kararı da kaldırılan Brunson, tutuklu kaldığı süre dikkate alınarak serbest bırakılmış ve hakkındaki yurt dışı yasağı da kaldırılmıştı. Terör örgütleri FETÖ ve PKK adına suç işlediği ve casusluk yaptığı iddiasıyla yargılanırken, tutukluluğu 'sağlık sorunları' gerekçe gösterilerek ev hapsine çevrilen ABD'li rahip Andrew Craig Brunson, 4´üncü kez hâkim karşısına çıkmış ve serbest bırakılmıştı.
Sn. Erdoğan bir zamanlar Irak’ı işgal eden ABD askerleri için dua yapmıştı. Şimdi de Ajan Brunson’un anne ve babası Erdoğan’a duacı olmuşlardı!
Oysa Amerika, Brunson meselesi üzerinden operasyon yapmaya başladığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan çok iddialı laflar harcamış, "Bu can bu tende olduğu sürece onu alamazsınız" buyurmuşlardı. Ona inanan kesim de bu sözden çok hoşlanmış ve "Dolar 20 lirayı bulsa bile bırakılmasın" diye arka çıkmışlardı. Yandan çarklı yandaşların,"Erdoğan'ın alınan kararda bir dahli yok. Brunson'ı serbest bırakan bağımsız yargıdır" narkozları pek işe yaramamıştı. Öyle ya, "Madem bırakılacaktı, Erdoğan neden bu kadar iddialı konuşmuşlardı!?" Sn. Erdoğan’ın ezik ve nazik bir tonda: "Kararı bağımsız Türk yargısı verdi" mazeretleri bile tabanını yatıştırmamıştı. Çünkü Rahip Brunson tutuklandığında ve tutukluluk gerekçesi açıklandığında; bu kişinin hem FETÖ hem de PKK ile irtibatının saptandığı, âdeta suçüstü yapılarak yakalandığı, hakkında gizli tanık ifadelerinin olduğu ve 35 yıl ceza ile yargılanacağı vurgulanmıştı. Daha sonra ne oldu da mahkemenin 35 yılla yargıladığı kişi, 3 yıl gibi hafif bir hapis cezasıyla serbest bırakılmıştı? Kim kimi ne ile ve ne için kandırıp oyalamaktaydı? Bu senaryoları kim hazırlamakta ve kimlere figüranlık yaptırılmaktaydı?
Kendi başkanlarını, yanlış ve yıkıcı icraatlarını tenkit ettiğimiz için bizi hapis cezasına ve 40.000 TL tazminata mahkûm eden bağımsız yargı bize edepsizce küfürler yağdıranları sadece “kınama” cezasına çarptırmıştı! Elazığlı Kabadayı Yolyemez’in savcıya tavrı: Madem ki birisine haksız yere hakaret yağdırmanın ve tokat atmanın cezası 50 lira; o zaman bu tokadı ben sana atıyorum. Gönderdiğiniz adam bana vermek üzere getireceği 50 lirayı size versin.
AKP Sanki Sapkınlar Tarikatıydı!
Bunların Düzce Milletvekili Fevai Aslan, “Başbakan Erdoğan Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan bir liderdir!” şeklinde hezeyanlar savurmuş, yandaş İlahiyat Hocalarından tıs çıkmamıştı.
Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin, “Erdoğan’a dokunmak bile ibadettir” şeklinde zırvalamış, müritleri mest olmuşlardı.
İstanbul Milletvekili Oktay Saral, “Erdoğan için her gün iki rekât şükür namazı kılmalıyız” diye zıvanadan çıkmış, ama doğal karşılanmıştı.
AKP Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser: “Erdoğan ikinci peygamberdir” diye sapıtmış, bunlar alkışlamıştı.
Televizyona çıkan bir yandaş ve yangın kadın, “Ben onun kıçının kılıyım!” diyecek kadar yavşaklaşmış, ama hürmet ve rağbet toplamıştı.
Yandaş ve yalaka gazeteci Atılgan Bayar: “Erdoğan halife-i ruyi zemindir” yani “bütün yeryüzünün kutsal ve onursal halifesi ve reisidir” şeklinde riyakâr ve asılsız iltifatlar yağdırmış, ama takdir toplamıştı.
Âlimlik taslayan bir sahtekâr, “Erdoğan’a oy vermek farzı ayındır” fetvasını yayınlamış, Diyanet ve din adamları bu fesatçılığı yanıtsız bırakmışlardı.
Oysa hakikat namına, İslam ve insanlık onuruna, Allah’ın huzurunda ve sizlerin karşısında ilan ediyorum.
● AKP faizci ve ribacıdır. Ve Bakara Suresi 279. ayetine göre bu iktidar Allah’a ve Peygambere savaş açmıştır.
● AKP, Maide 90. ayetinde şeytan icraatı sayılan şekilde kumarcıdır. Loto, Toto, Milli Piyango, Kazı Kazan, At Yarışı, İt Yarışı bunların gelir kaynağıdır.
● AKP zinayı ceza almaktan çıkarmış, bunların döneminde ahlaki ve ailevi tahribat tavan yapmıştır.
● AKP Haçlı ve ahlaksız AB’nin kapıcısıdır…
● AKP zalim ve Siyonist İsrail’le Normalleşme imzalayacak kadar kahramandır!..
Bu din istismarcısı, bu Milli Görüş kaçkını AKP iktidarının başına, bugüne kadar hiç duyulmamış ve hiç yaşanmamış bir bela dokunacak, herkes bunların iç yüzünü anlayacak, ama iş işten geçmiş olacaktır.
Ne yani; Faizi CHP yürütse günah, AKP yürütse mübah mı olmaktaydı? Kumarı CHP oynatsa ayıp, AKP oynatsa sevap mı olmaktaydı? Fuhuş azgınlığını CHP körüklese haram, AKP körüklese helal mi sayılmaktaydı? Bu nasıl marazlı bir mantıktı?
ABD Stratejik Zalim Saldırgandır, AKP İse Trajik İşbirlikçi İktidardır!
Kandil’deki 3 teröristin başına ödül koyan ABD, Suriye'nin kuzeyinde bulunan Haseke’de kurduğu terör kampında 5 bin PKK’lıyı eğiterek mezun edip diploma dağıtmıştı. Ayrıca o teröristlere aylık 200'er dolar (Bizdeki asgari ücret kadar) maaş bağlamıştı!
ABD’nin, bölücü terör örgütü PKK konusundaki ikiyüzlülüğü her gün biraz daha açığa çıkmaktaydı... PKK’nın Kandil’deki 3 elebaşı için 12 milyon dolar ödül koyan ABD, aynı anda Suriye kuzeyindeki teröristlerin eğitimini hızlandırmıştı. ABD-PKK işgalindeki Rakka’da bulunan kamptan geçtiğimiz ay binlerce teröristin mezun olmasının ardından şimdi de Haseke’deki terör kampında eğitilen 5 bin PKK’lı ‘diploma’ almıştı. Haseke’de 2 ay süren terör eğitim faaliyetleri kapsamında PKK’lıların bomba, ağır silah, uçaksavar, tanksavar, nizami ve gayrinizamı harp eğitimleri tamamlanmıştı. Haseke’deki kampta eğitimlerini tamamlayan 5 bin PKK’lı için ABD’li eğitmenlerin de katıldığı mezuniyet töreni yapılmıştı. Haseke kırsalındaki Rubar Kampı’nda teröristlere, uzmanlaştıkları konuya göre silahlar dağıtılmıştı. ABD’nin teröristlere verdiği silahların tamamı DAEŞ bahanesiyle Suriye’ye gönderilen silah ve mühimmattan oluşmaktaydı. ABD tarafından PKK’lılara verilen eğitimler ‘Sınır Güvenlik Birimi Özel Eğitimi’ başlığı altında yapılmıştı. Eğitim sürecinin ilk gününden itibaren tüm terör örgütü üyelerine Pentagon tarafından 200’er dolar maaş bağlanmıştı. Washington yönetiminin 12 milyon dolarlık ödülüne konu olan Kandil’den ise, Haseke’deki terör kampları için 20 adet ‘tecrübeli terörist’ Suriye’ye yollanmıştı. Askeri eğitim saatlerine ek olarak konulan ‘beyin yıkama’ seanslarında PKK’nın gayesi, Abdullah Öcalan ve örgütün ideolojisi gibi konularda ayrıntılı eğitimlerin bazı ABD’li subaylar tarafından verildiği ortaya çıkmıştı.
ABD’nin, üst düzey PKK'lı liderlerin yakalanması için başlarına ödül koyduğunu açıklaması da tam bir sahtekârlık ve saptırmacaydı. ABD bu tavrıyla “PKK'yı gözden çıkardı görüntüsüyle yeni PKK olan PYD’yi meşrulaştırma, hatta masumlaştırma” hesapları yaptığı sırıtmaktaydı.
Oysa başından beri ABD, PKK/YPG konusunda samimi bir yaklaşımdan uzak davranmıştı. Bu nedenle “ABD, Türkiye'nin terörle mücadelesinde katkı sunmak istiyor” iddiaları inanılmazdı. Çünkü bir taraftan YPG’ye 5 bin TIR’a yakın malzeme yollanmakta, YPG’yle beraber ortak devriye atmakta ve arkasından da “ben Türkiye'nin güvenliği için PKK'nın 3 kişisinin başına ödül koyuyorum” yaklaşımı tam bir çifte standarttı. Aslında bir sene öncesinden bazı yorumcular, PKK'nın 15 Temmuz’dan sonra Türk güvenlik güçleri karşısında yok olma düzeyine gelmesiyle beraber, üç önemli ismin tasfiye edileceğini yazmaya başlamıştı.
ABD-PKK ile paralel devriyeye başlamıştı!
Türk askerleri ile birlikte Münbiç’te ortak devriye gezen ABD, PKK/YPG’li teröristlerle de ortak devriye atmaya başlamıştı. 1 Kasım’da Türkiye’yle ortak devriye faaliyeti yürüten ABD, terör örgütü PKK ile Münbiç kırsalı, Ayn İsa, Dırbesiye, Süluk, Resul Ayn, Kamışlı, Aynel Arab ve Tal Abyat sınır koridorunda ortak devriye atmıştı. ABD'nin terör örgütü DAEŞ'in elinde olan 7 askerini pazarlıkla aldığı da ortaya çıkmıştı. ABD medyası Münbiç konusunda atılan adımları Türkiye’yi oyalama taktiğinin devamı olarak değerlendirirken, Dışişleri sözcüsü Robert Pallodino da: “Türk güçleri şehir merkezine girmeyecek” diyerek PKK'ya garanti sağlamaktaydı. Bütün bunları kınayan ve karşı çıkan yandaş medyanın, hala “Erdoğan Paris'te Trump'la yan yana oturdu!” diye bayram yapması ise sahtekârlığın daniskasıydı!
Suudi Arabistan merkezli Şarkul Avsat gazetesi, PKK’nın Suriye kolu YPG’ye yakın kaynaklara dayandırılmış haberinde; “ABD ile PKK’nın bir anlaşma imzaladıklarını” yazmıştı.
En can sıkıcı maddesi de uluslararası koalisyonun Suriye’deki müttefiklerini (yani PKK ve PYD’yi) koruma altına almasıydı. Üstelik koruma garantisi sadece Suriye içindeki çatışmalarla sınırlı sanılmasındı. Dışarıdan gelebilecek her türlü saldırı ve tehditlere karşı da PKK-PYD koruma altına alınmaktaydı. Anlaşmanın bir tarafı Washington diğer tarafı da ana omurgasını PKK’nın Suriye kolu YPG’nin oluşturduğu Demokratik Suriye Güçleri olmaktaydı.
Anlaşmada ayrıca şu maddeler de vardı:
1- Mesela Fırat’ın doğusuna yönelik yeni bir program hazırlanması.
2- Anlaşmanın geçerli olacağı ilk iki yıl için sabit bir bütçenin oluşturulması.
3- Askeri güçlerin entegrasyonu ve birlikte çalışması maddeleri de var.
Bir yanda Washington’da, “YPG ile ilişkilerimiz geçici ve taktiksel” diyerek AKP iktidarını aldatan ABD’li yetkililer, diğer yanda sahada iki yılda bir yenilenecek anlaşma imzalayan ABD’liler kafa karıştırmaktaydı. Bu arada Suudi Prens Muhammed bin Selman ile BAE veliahtı, PKK’nın Suriye’deki işgal bölgesine yardımcı asker ve istihbaratçı yolladıkları ve PKK’nın Türkiye sınırı boyunca 20 km’lik tünel kazdıkları ortaya çıkmıştı.
Aylar öncesinden “Bir gece ansızın gelebiliriz.” deyip Fırat’ın doğusuna operasyon yapacağını bağırarak, PKK ve Amerika’nın tedbir almasına ve başka alanlara kaymasına fırsat sağlanmıştı. Erdoğan yandaşları; “İşte görün, Amerika’yı korkutup kaçırttık!” diye kof havalar atarken, bir de baktık ki Amerika, Rusya yine kandırmış, bize de IŞİD’le savaşmak kalmıştı.
Kendileri MHP ile cumhur kılıflı gaflet ve dalalet ittifakı kurarken, muhaliflerine “zillet ittifakı” diye sataşılmaktaydı. Ya hu! Şu BDP’nin PKK’nın siyasi kanadı olduğunu söyleyip durduğunuz halde, niçin bu parti hâlâ kapatılmamaktaydı?
Daha da beteri, AKP’nin seçtiği Akil İnsanlar heyetinde yer alan isimler, Norveç'in başkenti Oslo'da bir araya toplanmıştı. Dikkat çeken buluşmaya ilişkin fotoğraflar da paylaşılmıştı.
Democratic Progress Institute (DPI) ya da Türkçe adıyla Demokratik Gelişim Enstitüsü Başkanı Kerim Yıldız, geçen aylarda yaptığı açıklamada, Kürt sorununun çözümü için umutlu olduğunu vurgularken, yeni bir çözüm sürecini gündeme taşımıştı.
"Türkiye ve bölgenin içinde bulunduğu durumdan dolayı, bir süreç başlamak zorundadır. Kim başlatır? Tabi ki çatışmada yer alanlar, bunlar özellikle PKK ve AKP hükümet kurmaylarıdır. Mevcut durumda ben hâlâ umudumu korumaktayım, çünkü zaten bir temel vardır ve bunun üzerinde bir barış kurulacaktır."
Kerim Yıldız'ın bu açıklamalarının yanında, Barzani yönetimine yakınlığıyla bilinen Rudaw'da çalışan gazeteci Ayser Çınar, sosyal medya hesabından dikkat çeken bir fotoğraf paylaşmıştı: Paylaşımında, Kürt sorununun çözümüne yönelik oluşturulan, "Akil İnsanlar" heyetinde yer alan isimlerin, Norveç'in başkenti Oslo'da "çözüm sürecinin" artılarını ve eksilerini masaya yatırdığını ifade eden Çınar, "Yeni bir süreç mümkün olabilir" buyurmaktaydı. Fotoğrafta, ünlü oyuncu Kadir İnanır, eski İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, eski Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur gibi isimler de yer almıştı.
Tam da böyle bir sırada, ülkenin başka sorunu kalmamış gibi, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un İmam Hatip Liseleriyle ilgili saçma sapan iddiaları kafa karıştırıcıydı. İmam Hatip okullarının sayısının artışını eleştiren Başbuğ’un, ''20. yüzyılın başında Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği ve çözmeye çalıştığı eğitimdeki sorunları tekrar yaşaması, gerçekten ülke için büyük kayıp olur'' yaklaşımları yanlıştı ve yanıltıcıydı.
İlker Başbuğ’un, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında “İmam Hatip okullarının hem gerekli olduğunu belirtmesi hem de sayısının hızla artmasını eleştirmesi”tam bir tutarsızlıktı. İlker Başbuğ’un, “Atatürk, yaşasa Türkiye’nin hangi sorununa öncelik verirdi?” başlıklı yazısında, “Eğer bugün, Mustafa Kemal Atatürk yaşasaydı yapacağı ilk iş, hemen eğitim/öğretim müfredatı ve ders kitaplarında akıl ve bilimin dışında yer alan hususları tespit ettirip, bunların ayıklanmasını sağlamak olurdu… Çünkü Mustafa Kemal için eğitimin dayanacağı temel nitelik ise eğitimin ilime, fen bilimlerine ve akla dayandırılmasıdır” yorumları da içinde birçok çelişkiyi barındırmaktaydı. Sn. Başbuğ'a öncelikle hatırlatmak lazımdı: İslam dini akıl ve bilimle uyuşmaktadır ve Atatürk de bu gerçeği defalarca vurgulamıştır.
Şimdi soralım:
1- Sn. İlker Başbuğ, İslam'da akılla ve bilimle bağdaşmayan kısımlar mı saptamıştır? Bu konuyu açıklığa kavuşturması lazımdır.
2- Sn. Başbuğ’un, İmam Hatip okullarının çoğalmasından rahatsız olması, bu okullardaki müfredattan dolayı mıdır, yoksa İslam'a duyduğu gizli alerjiden dolayı mıdır? Eğer, İmam Hatip Liselerindeki yetersiz, gereksiz, taklitçi ve şekilci din eğitiminden ve iktidarın istismar siyasetinden şikâyet ediyorsa haklıdır.
3- Sn. İlker Başbuğ, bu tür yorum ve yaklaşımların, dindar kesimleri Erdoğan'ın ve AKP iktidarının tuzağına iteceğini düşünemeyecek kadar saf mıdır, yoksa zaten bu sonuca hizmet için yapılan danışıklı dövüşün bir parçası mıdır?
4- İlker Başbuğ, bu tür alâkasız ve dayanaksız çıkışların TSK’yı ve Paşalarımızı “din karşıtı” göstermek isteyen çevrelerin ekmeğine yağ süreceğinin hâlâ farkına varamamış mıdır?
5- Yoksa Sn. Başbuğ, sadece gündeme taşınmak için mi bu tür tartışmalardan medet ummaktadır.
6- Ülkemiz ekonomik, ahlaki, siyasi ve sosyal bir çöküntüye doğru kayarken, ABD ve AB'nin gizli güdümüne sokulmaya çalışılırken, bu konularla ilgili ciddi, gerçekçi ve çözüm üretici öneriler yerine, İmam Hatip okullarını, hatta bizzat İslam’ı hedef alıcı itham ve iddialarla nereye varmaya çalışmaktadır?
Atatürk'ün aynı günde kurduğu iki hayati önemli kurumun eski ve yeni başkanları, sonuçta Atatürk'ün kemiklerini sızlatacak talihsiz tavırlar sergiliyordu. DİB Ali Erbaş sorumsuz ve olumsuz bir tavırla, tam da 9 Kasım'da, hem de resmi arabasıyla ve cübbesi sırtında, Atatürk'e edepsizce hakaretler eden Kadir Mısıroğlu bunağını ziyarete gidiyordu. Oysa Cumhurbaşkanı bir gün sonra Anıtkabir'de Atatürk'e saygılar sunuyor ve övgüler diziyordu. Bundan birkaç gün sonra ise E. GKB İlker Başbuğ'un; “İmam Hatip okulları çoğaldı, Atatürk olsaydı bunları kapatırdı” şeklinde safsatalar sıralıyordu ve her ikisi de Atatürk'ün aziz hatırasına saygısızlık ediyordu.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş'ın, Atatürk'e hakaret eden Kadir Mısıroğlu'nu ziyareti büyük bir tepki toplamış, CHP, MHP, İYİ Parti başta olmak üzere istifa çağrıları yapılmıştı. Yazar Kadir Mısıroğlu ise, Ali Erbaş'ı 'şeyhülislam' diye niteleyip kendisini ziyaret etmesini ‘tarihi bir hadise' olarak yorumlamıştı. Ama maalesef bir ay sonra Kemal Kılıçdaroğlu Almanya’da PKK militanı bir kadınla poz dağıtmıştı! AKP Sözcüsü Ömer Çelik de söz konusu ziyaretin 'insani' olduğunu belirterek, "Hasta ziyaretinin siyaseti olmaz" mazeretine sığınmıştı. Yoksa Sn. Ali Erbaş dolduruşa gelip bir komplonun kurbanı mı yapılmıştı?
Prof. Celal Şengör gibilerin Sapkınlığı ve AKP Hizmetkârlığı
Prof. Celal Şengör (ki ateist ve dinsiz olduğunu kendisi söylüyor) konuk olduğu “Sinan Çiftçi İle Genç Gündem” isimli programda, güya, “Kur’an’ın bilime aykırı olduğu” iddiasını “Akıl ve Bilim” isimli Youtube kanalına atılmış olan 3 dakika 18 saniyelik videoda ispatlamaya çalışmıştı. Mesela, Kur’an diyor ki: Efendim, “Biz dağları, karaları zelzeleden korusun diye yarattık.” Ama tam tersi, tam tersi. Dağların olduğu yerde müthiş zelzele olur. Canına okur karaların. Dağ olmadı mı, dümdüz yerlerde zelzele olmaz, kretondur”… Bir tane (yanlış) olması yeter. Yani, “Bu kitabı (Kur’an’ı) indirdi” dediğin, tüm kâinatı yarattığına inandığın, her şeyi bilen Tanrı, hata yapar mı?”[2] demişti.
Bu şahıs, kendi dinsizliğine bilgiçlik kılıfı geçirip, toplumu fesada verme ve mü’minlerin kafalarına şüphe tohumu ekme peşindedir. Oysa Yüce Yaratıcıyı ve Kur’an-ı Azimüşşan’ı inkâr etmek (kâfirlik), çok açık bir beyinsizlik alâmetidir, koyu bir gaflet ve cehalet halidir. Hücrelerden galaksilere bu muhteşem kâinatın ve harika yaratılışın kendiliğinden ve tesadüfen meydana geldiğini söylemek, hem akılsızlığın, hem de ahlaksızlığın temelidir.
Bu nedenle kalkıp; dağların sarsıntıları önlemediğini, sadece yeri sabitlediğini söyleyip, Nahl 15, Enbiya 31 ve Lokman 10. ayetlerinin bilimle çeliştiğini iddia edenler hem yanılmaktadır, hem de bilimsel gerçekleri çarpıtmaktadır.
Bu ayetlerin -konumuzla ilgili- ortak vurgusu; “yerküresinin hareketiyle (yani kendi ekseni etrafında hızla dönerken) insanları sarsmaması için, yeryüzüne sabit dağların konulmasıdır.”
Dünyaca ünlü denizaltı jeologlarından biri olan Profesör Siaveda ise, dağların yeryüzüne kökler şeklinde saplı olduklarından bahsederken, şöyle bir yorumda bulunmaktadır:
“Kıtalardaki dağlar ve okyanuslardaki dağlar arasındaki temel fark materyalindedir... Fakat her ikisinde de dağları destekleyen kökler vardır. Kıtalardaki dağlarda, hafif ve yoğunluğu az madde yerin içine doğru kök olarak uzanır. Okyanuslardaki dağlarda da, dağı kök gibi destekleyen hafif madde vardır… Köklerin fonksiyonu, Arşimet kanununa göre dağları desteklemek içindir.”
Ayrıca Amerikan Bilim Akademisi eski Başkanı Frank Press'in, dünya çapında pek çok üniversitede ders kitabı olarak okutulan Earth (Dünya) adlı kitabında, dağların kazık şeklinde oldukları ve yeryüzüne derinlemesine gömülü oldukları aktarılmaktadır:
Kur’an ayetlerinde ise, dağların bu işlevine, "kazık" benzetmesi yapılarak şöyle işaret buyurulmaktadır:
“(Hele bir düşünün!) Sizin için arzı bir beşik gibi (yaşamaya müsait) kılmadık mı? Dağları bir kazık (gibi yapıp dünyanın dengesini sağlamadık mı?)” (Nebe Suresi: 6-7)
Celal Şengör gibilerin Atatürkçü geçinmesi ise ayrı bir istismarcılık ve sahtekârlıktır. Bu tavır, Atatürk’ü de kendileri gibi dinsiz gösterme çabasıdır.
Oysa değil kâinat, değil tabiat, değil insan, hatta bir atom bile çok harika bir yaratılış sanatıdır. Bunların kendiliğinden ve tesadüfen oluşması imkânsızdır, akıl ve mantık dışıdır ve Atatürk’e böyle bir akılsızlığı ve inançsızlığı yakıştırmak şapşallıktır. Atomlar bir çekirdek ve etrafında dönen elektronlardan yaratılmıştır. 1 madeni LİRA dünya çapında büyütülse, onun atomları ancak kiraz kadardır. Bir atom dünya kadar büyütülse, elektronları ceviz kadardır. Atomun çekirdek ağırlığı, Atomun %99,9’undan fazladır. Atom çekirdeği NÖTRON ve PROTON’lardan oluşmaktadır. Elementler çekirdekteki proton sayılarına göre farklılaşır. Tespit edilmiş 118 element vardır, milyarlarca canlı ve cansız varlık bu 118 element atomunun bileşimleri sonucu ortaya çıkmaktadır.
Atomun elektronları eksi, protonlar artı kutuplardır ve bunların birbirini çekmesi atomun dengesini-dağılmamasını sağlamaktadır. Güçlü nükleer kuvvet ve yer çekimi kuvveti gibi denge unsurlarında binde bir oranında bile bir bozulma yaşanınca bedenimiz ve evrenimiz anında çöküp dağılacaktır.
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar (yok olurlar, yıkılırlar) diye (her an kudreti altında) tutmaktadır. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları (varlıkta) tutamaz. …” (Fatır: 41)
Evet, bütün canlı hücrelerin hepsi KARBON atomunun; yaklaşık 2 milyon çeşit farklı bileşkelerinden doğmaktadır. Yani bir karıncanın bile tesadüfen oluştuğunu savunmak ve Yüce Yaratıcımızı inkâra kalkışmak, mükemmel bir yolcu uçağının; rüzgâr, yağmur ve deprem gibi tabii hareketler neticesinde kendiliğinden ve tesadüfen ortaya çıktığını savunmaktan daha büyük bir şaşkınlıktır. Bu nedenle Darwinizm açık bir yanılgıdır ve sapkınlıktır. İşte Mustafa Kemal gibi bir dâhinin, böylesi safsatalara inandığını ve Yüce Yaratıcıyı ve Kur’an’ını inkâra kalkıştığını savunmak saçmalıktır ve O’nun hatırasına en büyük saygısızlıktır!
Prof. Celal Şengör, daha önce; “dışkı yemenin işkence olmadığını hatta faydalı olduğunu” iddia eden birisiydi. Halbuki kendi dışkısını yiyen -domuzdan başka- bir hayvana bile rastlanmazdı. Celal Şengör dinsizi, kendi dışkısını yemeye, şahsi özgürlüğü adına hakkı vardı ve bu konuma layıktı. Ama kendi kısır aklınca ve bozuk ayarınca Kur’an’ı yalanlamaya ve Müslüman halkımızın kafasını bulandırmaya kalkışması, densizliğin ve edepsizliğin daniskasıydı.
Ey bilim adamı geçinen beyinsizler! Değil evreni, değil bu muhteşem sistemi, değil harika yaratılış eserleri olan canlılar âlemini, değil her canlının temel yapı taşı olan bir hücreyi, hatta proteini bile oluşturmaktan hâlâ aciz ve çaresiz konumdasınız! Bu proteinler tesadüfe meydan okumakta ve Ateistleri yalanlamaktadır.
Evet, bir hücreyi oluşturan binlerce çeşit karmaşık protein moleküllerinden bir tanesinin bile doğal şartlarda oluşması ihtimal dışıdır. Proteinler, belli sayıda ve çeşitteki amino asitlerin özel bir sırayla dizilmelerinden oluşan dev moleküller olmaktadır. Bu moleküller canlı hücrelerinin yapıtaşlarını oluşturmaktadır. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan proteinlerin, binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır. Canlı hücrelerinde bulunan ve her birinin özel bir görevi olan proteinlerin yapılarındaki tek bir amino asitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da zincire fazladan bir amino asit eklenmesi, o proteini işe yaramaz bir molekül yığını haline sokacaktır. Daha amino asitlerin "tesadüfen oluştukları" iddiasına bile geçerli bir kanıt ya da açıklama getirmekten aciz olan moleküler evrim teorisi, proteinlerin oluşumu noktasında tamamen açmaza saplanmaktadır.
Türkiye'de, evrimci düşüncenin önde gelen savunucularından Prof. Dr. Ali Demirsoy da, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, canlılık için en gerekli enzimlerden birisi olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşma olasılığını şöyle ifade etmektedir:
... Sitokrom-C'nin belirli amino asit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır -maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek-. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, 1984, s.61) İşte, bu saçma olasılığı kabul etmek akla da bilimsel bulgulara da aykırıdır.
Hükümete yakın Yeni Akit gazetesinin, “Fetullah Gülen Nur Cemaati (bugünkü tabirle FETÖ) üyeliği nedeniyle” TSK'dan ihraç edilen yazarı Vehbi Kara, soyadına uygun bir yazı yazmıştı.
Vehbi Kara, Adaleti Savunanlar Derneği'nin (ASDER) 8. Olağan Kongresi'ni konu alan yazısında, 28 Şubat sürecinde ordudan atılan Fetullahçı irticacı askerleri anlatmıştı. ASDER Başkanı Nevzat Tarhan'ın kendilerine bir müjde verdiğini aktaran Vehbi Kara, "Nevzat Tarhan, haklarını alamamış asker arkadaşlarımızla ilgili yasa çalışmasının nihayete erdiğini ve Ekonomi Bakanlığı’nın onaylaması aşamasına geldiğini müjdelediğini" vurgulamıştır.
Bu Nevzat Tarhan: “Din ve vicdan özgürlüğü konusunda en çok konuşan iki parti lideri yani Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan, yüzlerce dindar askerin herhangi bir yargı kararı olmaksızın YAŞ kararı ile ordudan atılmasına vesile olmuşlardır. Belediye Başkanı Recep T. Erdoğan ise faşist darbecilere karşı güçlü bir şekilde direniş gösterip bizleri belediyeye almıştı. Fakat faşist generaller nasıl Refah Partisi’nin kapatılmasını başarmış ise Erdoğan’ı da Başkanlıktan almışlardı.” diyerek hem küstahlaşmakta hem Erbakan’a iftira atmakta hem de Sn. Erdoğan’ın hain CIA ajanı Fetullahçılara nasıl imkân sağladığını açığa vurmaktaydı.
Darbe girişiminde aktif rol alan ve ağırlaştırılmış müebbete çarptırılan FETÖ’cü eski Yüzbaşı Semih Barbaros Üstün, görüşme odasında kuzeni ve aynı zamanda avukatı olan A.B.O. ile uygunsuz vaziyette yakalanmıştı. FETÖ’nün hain darbe girişiminde yer alan ve Deniz Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Mesut Özel’i kelepçeleyerek, rütbelerinin sökülüp Maltepe Cezaevi’ne götürülmesi olayını organize eden eski Yüzbaşı Semih Barbaros Üstün, 2018 Ocak ayında ağırlaştırılmış müebbete çarptırılmıştı. Üstün’ün yattığı Silivri Cezaevi’nde akıllara durgunluk veren bir cinsel sapıklık olayına imza attığı ortaya çıkmıştı. Bu sapkın FETÖ’cü, erkek avukatıyla ilişkiye girerken basılmışlardı!
Darbeci eski Yüzbaşı Semih Barbaros Üstün ile erkek kuzeni ve avukatı olan A.B.O’nun cinsel ilişki halinde olduklarını gören infaz koruma memurları ikiliyi odadan çıkartıp tutanak tutmuşlardı. FETÖ’cü sapık darbeci Üstün’ün kaldığı koğuş ve oda değiştirilirken, avukat da cezaevinden çıkartılmıştı.
Erbakan’ı karalama kampanyalarını Milli Çözüm Dergisi boşa çıkarmaktaydı.
Erbakan, Almanların milyonlarca Mark’lık teklifine yanaşmayıp, hizmeti ibadet bildiği Türkiye’ye dönüyordu.
Bu büyük bilim adamının ve yüksek teknoloji uzmanının Türkiye’ye döneceğini anlayan Alman yetkililer, Erbakan’ın önüne boş bir çek uzatıp: “Buraya istediğin rakamı yazabilirsin… Yeter ki Almanya’dan ayrılma, bizleri yüksek bilgi donanımından ve dehândan mahrum bırakma!” teklifini yapıyordu. Ama O, şahsi servet ve şöhretini değil, ülkesini ve milletini tercih ediyor, bin türlü sıkıntı ve saldırılara uğrayacağını bile bile İstanbul’a dönüyordu. Buna rağmen 10 bin Mark’a yakın bir patent ücreti her ay Hoca’nın hesabına yatırılıyordu. Ama daha sonraları birtakım sütü bozuklar “Bosna’ya yardım paralarına” ve “Partiye yapılan hazine yardımına el uzattı” ithamında bulunacak kadar azıtıyordu. Daha da acısı ve alçakçası; Hoca’nın en yakınlarından ve kurmaylarından sanılan bazı soysuzlar; “Erbakan davaya harcanmak üzere toplanan paralarla (güya bir müdahale durumunda el konulmasın diye) çeşitli taşınmazlar alıp üzerine tapuladı, ama kendisi vefat edince bunlar çocuklarına kaldı, onlar da bu malların üstüne yattı…” iftirasını atıyordu. Bu asılsız iddiaların hedefi, Erbakan’ın çocuklarından ziyade bizzat Hoca’nın şahsı olduğu sırıtıyordu. Yani Hoca; “Beytü’l-mâl konusunda tedbirsiz davranmak ve -haftalar süren ağır hastalık döneminde bile- bu durumunun düzeltilmesine yönelik hiçbir adım atmamakla” suçlanıyordu. Ve daha da düşündürücü olanı, hem bu iftirayı atanlar hem de bizzat evlatları, her nedense, Erbakan’ın vasiyetini gizliyor ve yıllarca açıklamıyorlardı.
Bazıları soracaktı: “Yahu bu AKP hiç mi hayırlı icraatlar yapmamıştı?” Elbette yapmıştı. Ancak bunca büyük tahribatları karşısında “Pansuman tamirat”larının hiçbir önemi kalmazdı.
Tarihi hesaplaşma yakındır ve kaçınılmazdır!
Melhame-i Kübra, kelime manası olarak “çok büyük ve kanlı savaş” anlamına gelmektedir. İbranicede har-megido: “Megido dağı”dır. Burası, Yahudiler ve Evanjeliklerin kıyamet savaşının kopacağına inandıkları yerdir. Akdeniz’den 15 mil içeride, Telaviv’den 55 mil kuzeydedir. Kitabı Mukaddes’te (16/16): “Ve o, onları hep birlikte İbranicede Armagedon denilen bir yerde topladı” denilmektedir. Hristiyan inanışında bu savaşa Armagedon adı verilmektedir.
İslam kaynaklarında ise ahir zamanda gerçekleşecek, Mehdi öncülüğündeki mü’minlerin zaferiyle neticelenen ve çok çetin geçeceği bildirilen Melheme-i Kübra haber verilmiştir. Hz. Muhammed (SAV): “Siz Yahudilere karşı savaşmadıkça ve bu savaşta kendi arkasına saklanan her Yahudi için: ‘Ey Müslümanlar benim arkamda Yahudi var, öldürün onu’ diye kayalar ve ağaçlar dile gelip çağırmadıkça hüküm günü gelmeyecektir.” (Müslim. Fiten 80-82) diye bildirilmiştir. Ve bu tarihi hesaplaşmanın Hatay Amik Ovası’nda yaşanacağını söylemiştir. Hatta Mustafa Kemal Sakarya Meydan Muharebesi’nden, bu hadisten ilham alarak Melheme-i Kübra diye bahsetmiştir.
Ramuz-el Hadis (258.3) Ebu Davud’dan naklen: “Sizinle beni esfer (RUMLAR) arasında önce sulh olur. (Ve düşmanlarınıza karşı yardım olsun diye size 2000 teçhizatlı Haçlı askeri yollanır.) Sonra onlar muahedeyi bozarak 12 bin kişilik seksen fırkalık bir kuvvetle, üzerinize saldırır. (Amik Ovası harbi yaşanır.)”
Kamer Suresi’nde şu ayetlerin müjdeleri mutlaka gerçek olacaktır!
41- Andolsun, Firavun âline (ve zalim yöneticilerine) de uyarıcılar gelmişti.
42- (Ancak) Bizim ayetlerimizin tümünü yalanlayıvermiş (zulüm ve küfürde diretmiş)lerdi. Biz de onları Aziz ve Muktedir olan (Allah)ın yakalayışıyla yakalayıp (düzenlerini devirmiştik).
43- (Şimdi, ey bu çağın gafil ve cahilleri!) Sizin kâfir (yöneticileriniz ve süper güç)leriniz onlardan daha mı hayırlıdır? Yoksa sizin için kutsal kaynaklarda (kurtulacağınıza ve başıboş bırakılacağınıza dair) bir beraat mı var ki? (Aynen Firavunlar gibi, bugünkü sömürücü ve saldırgan zalimleri de devirmeyelim ve yerin dibine geçirmeyelim?)
44- Yoksa onlar: “Biz, ‘birbiriyle yardımlaşıp öcünü alan’ (ve mutlaka başarılı olan)‘Güçlendirilmiş bir Cemiyetiz’ (Birleşmiş Milletleriz” diyerek mi şımarıp böbürlenmektedir)?
45- (Oysa) Yakında o “Birleşik Cemiyet” bozguna uğratılacak ve arkalarını dönüp kaçacak (delik arayacak vaziyete ve hezimete düşeceklerdir).
46- Daha doğrusu onlara va'ad edilen (asıl azap) saati yaklaşarak (gelmektedir). O saat ki, ‘kurtuluşu mümkün olmayan çok korkunç bir intikam’ vaktidir ve çok acı bir (akıbettir).
Erbakan Hocamız defalarca şunları aktarmıştı:
Baykar Makine Sanayi ve Teknoloji Araştırma Şirketinin ürettiği pilotsuz uçaklar uzaktan kumanda ile uçurulmuş ve istenilen hedefe ulaştırılmıştır. Simülatör sistemiyle, bu uçakların kendisine zarar vermeden çok çeşitli denemeler rahatlıkla yapılmıştır. Bütün bunlarda seri imalat safhasına gelinmiş durumdadır. Her türlü silah ve teknolojik araç ve gereçler üretilip savunma ihtiyaçlarımız için hazırlanmıştır. Bütün bu özgün başarı ve birikimler, şanlı ordumuzun hizmetine sunulmuş bulunmaktadır.
a- Pilotsuz uçakların ve her türlü bilgisayarlı araç gereçlerin,
b- Duvardan, kapıdan, mayınlı ortamdan, tel örgülü ve elektrikli mânialardan aşan ve hedefine ulaşıp görevini yapan yürüyen teknolojik böceklerin,
c- Ulusal ve uluslararası her türlü stratejik konuşma ve yazışmaları dinleyecek ve değerlendirecek, ama kendisi asla çözülmeyecek son sistem iletişim aletlerinin,
d- Bilgisayar sistemlerini, teknolojik projeleri, hıyanet ve saldırı girişimlerini, çok özel ve gizli casusluk şebekelerini takip ve tahrip edici, sentetik ilaç kapsülleri benzeri, uzaktan kumandalı ve fark edilmesi imkânsız; bir nevi “suni cin” modellerinin:
Bunların hepsinin:
e- Tasarım ve proje başlangıçlarını, f- Model ve deneme safhalarını, g- Seri üretim ve geliştirme aşamalarını gerçek ve örnek video çekimleriyle gösteren tanıtım filmi, hayret ve hayranlık uyandırmış ve:
“Ahir zamanda ve Hz. Mehdi'nin Deccal'e karşı kutlu savaşında ‘barut ateş almayacak, silahlar patlamayacak’” mealinde müjdelenen haberlerin nasıl hakikat olacağı böylece ispatlanmıştır.
Elbette bu kutlu gerçeklerin ve mutlu gelişmelerin, İsrail de farkındaydı ve telaşındaydı. O dönemde Hizbullah'ın kullandığı ve İsrail savaş gemilerini batırdığı ve Siyonistlerin paniğe kapıldığı pilotsuz uçakların nereden geldiğini ve asıl sahibini tanımaktaydı...
Sonuç:
• Adil Düzen devrimi yakındır ve kaçınılmazdır.
• Adil Düzen nasıl hazırlanır? “Doğru”ları esas alarak “Yanlış”lardan sakınılarak hazırlanmıştır.
• Bir toplumun Dini ve Milli değerleri ile mevcut düzeni çatışırsa, hangi sonuçlar doğmaktadır?
• Adil Düzen’de genel ve Milli anayasa yanında özel ve seçmeli hukuk sistemine fırsat tanınacaktır.
• Geçiş sürecinde faizci özel bankalar açık bırakılacaktır.
• İdam ve hapis yerine tazminat ve ağır işlerde çalıştırma sistemi uygulanacaktır.