Nisan 27 10:07

Yaşama Bakış Açımızı, İman ve Ahlâk Anlayışımızı Temelinden Değiştirecek Gerçek: DÜNYA HAYATI: HAYAL Mİ HAKİKAT Mİ?

Yaşama Bakış Açımızı, İman ve Ahlâk Anlayışımızı Temelinden Değiştirecek Gerçek: DÜNYA HAYATI: HAYAL Mİ HAKİKAT Mİ?

Öyle anlaşılıyor ki İmam-ı Rabbani, Abdulkerim Ceyli ve Muhyiddini Arabi vb. zatlar,bakma, duyma, koklama, dokunma ve tatma gibi beş duyu organımızla görüp fark ettiklerimizin; RUH’larımızın algıladığı hissetmeler olduğunu belirtmek ve insanların dikkat ve gayretini FANİ olandan BAKİ olana çevirmek istemişlerdir. Yoksa budış dünyanın, canlı-cansız bütün varlıkların ve bu mükemmel ve muhteşem Kâinatın, aslında “YOK” olduklarını veya sadece “VEHİM ve HAYAL”den ibaret bulunduklarını iddia etmemişlerdir. Zaten bütün Sahabe-i Kiram’ın, Tabiin Hazeratının, Mezhep İmamlarının ve tüm asfiyanın (seçkin ulema ve evliyanın) ortak kanaati “Hakâikü’l-eşyâi, sâbitetün”şeklindedir. Yani “Eşyanın (Kâinatın, tabiatın ve tüm varlıkların) hakikatı-varlığı tesbitlidir” demektir. Bütün varlıkların ve yaşananların sadece bir ZANN, VEHİM (kuruntu, olmayanı var sanma) ve HAYAL oldukları düşüncesi, gafiller nazarında; Cenab-ı Hak’kın yaratılış harikası olan varlıklardaki kudret, hikmet ve rahmet eserlerinin yüksek değerini ve var oluş gayesini küçültecek… Ayrıca kulluk sorumluluklarını, iman, itaat, ibadet ve ahlâk düsturlarını, Allah’ın rızasını arama ve O’nun ikramı olan Cennet hayatına hazırlık çabalarının önemini ve gereğini gözden düşürecek, hatta SOFASTAİ kâfirlerin dalaletine sürükleyecektir. Sofastai’lik; her şeyin, kendiliğinden ve tesadüfen oluştuğunu savunan… Yaratılış hakikati ve amacı konusunda hiçbir gerçeğe inanmayan… Bütün mevcudatı ve dünya hayatını “YOK ve HAYAL” sayan… Allah’ın varlığını ve yaratma san’atını inkâra kalkışan… Hazır fırsatları ve imkânları zevkü sefa ile ve sorumsuz şekilde geçirmek gerektiği düşüncesini taşıyan, Batı kaynaklı sapkın ve safsatacı bir kesimin felsefesidir.

Hâlbuki; hücrelerden galaksilere, böceklerden bitkilere, yerdeki beşerden, gökteki meleklere kadar, her şeyin varlığı sabittir, kesindir ve hepsi Allah’ın sonsuz kudret ve kusursuz san’at eserleridir. Bunların mevcudiyeti, vehim ve hayal değil, gerçektir. Ancak, Yüce Allah’ın dışındaki her şeyin varlığı; Hakiki ve daimi değil, sun’i ve fani (geçici)dir. Çünkü Hakiki ve Baki (Daimi, Değişmez, Ezeli ve Ebedi) varlık, sadece Cenab-ı Hak’ka aittir. O’nun dışındaki her şey ise; O’nun bizzat yarattığı, hayret verici özelliklerdeki ve hayran edici güzelliklerdeki yüksek san’at eserleridir, Rabbimizin Esma ve Sıfatlarının harika tecelli ve tezahürleridir.

İnsana uykusundaki sadık rüyaları da yine Cenab-ı Hak göstermektedir. İnsanlar rüyalarında; zahiri bir dünyası, vücudu, mekânı, zamanı, esbabı (sebep-sonuç irtibatları) ve çeşitli vasıtaları bulunmadan, acaip şeyler yaşayabilmektedirler. Ama bu dünya hayatı, elbette o rüyalardan kat be kat üstün derece ve değerde var edilen ve sonuçları sebeplerle icat edilen bir yaşam ve imtihan mertebesidir… Ahiret ise; kesinlikle bu dünya hayatından çok daha kıymetli, hikmetli, görkemli, bereketli ve sürekli bir İlahi rahmet ve nimet-fazilet ülkesidir. Ancak unutmamak lazımdır ki; rüyayı da, dünyayı da, ukbayı (sonsuz ve kusursuz ahiret hayatını) da yaratan bizzat Yüce Rabbimiz Hazretleridir, O’nun dışındaki her şey (masiva) ise, O’nun Esma ve Sıfatlarının, çeşitli değer ve derecedeki tezahür ve tecellilerinden ibarettir… Ve İlahi NUR’un bu tezahür ve tecellisinin en yüksek, en gerçek ve en örnek temsili ise, Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam Efendimizdir. Tezahür ve tecellinin bu son ZİRVESİ’nden sonrası için akıl ve idrakimize yol verilmemiştir.

İnkârcıların ve münafıkların İslam ahlâkına, Kur’an ahkâmına ve inananlara karşı alaycı bir tavır göstermelerinin en önemli nedenlerinden biri, her şeyi dünyevi kıstaslara göre değerlendirmeleridir. Bunun nedeni de tüm yaşamlarının dünya ile sınırlı olduğunu zannetmeleri ve dünyaya karşı hırs dolu bir bağlılıkla şeytana köleleşmeleridirDin ahlâkından ve Kur’an ahkâmından uzak yaşayan insanların bu ruh hâli Kur’an'da şöyle bildirilmiştir:

“(Fakat her peygamberin) Kendi kavminden inkâr edip ahirete kavuşmayı yalanlayan (kimseler) ve kendilerine dünya hayatında refah (imkân ve iktidar) verdiğimiz önde gelenler (zenginler ve yöneticiler) dedi ki: ‘Bu, (elçi ve davetçi) sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir, kendisi de sizin yediklerinizden yemekte ve içtiklerinizden içmektedir.’ (Bunları sizden farklı ve faziletli görüp itaat etmeniz gereksizdir. Servetine ve siyasi yetkinliğine güvenen kimseler çevrelerini şu sözlerle etkileyip yönlendirmekteydi:) ‘Eğer sizin benzeriniz olan bir beşere boyun eğecek olursanız, andolsun (o takdirde), siz gerçekten hüsrana düşen (aciz ve şahsiyetsiz kimselersinizdir). O (elçiler), ölüp (gittiğiniz), toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, sizin mutlaka (yeniden diriltilip) çıkarılacağınızı mı va'ad etmektedir? (Siz de inanıp bunların peşinden gitmektesiniz, öyle mi?) Heyhat! Size va’ad edilen şey (ahiret ve cennet) ne kadar uzak bir ihtimal!’ (Bu adam gerçekleşmesi imkânsız va'adlerle sizi kandırıvermektedir. Böylesi asılsız ve imkânsız şeylere inandığınız için yazıklar ve hayıflar olsun size! O gerçek sandığınız ve sahip çıktığınız cennet boş bir hayaldir.) Hayat, sadece bizim (yaşadığımız bu) dünya hayatından ibarettir. (Sonunda) Ölürüz ve (şimdilik) yaşayıp gideriz. Biz (ahirette) diriltilecek değiliz.”[1]

İşte bu hırs sebebiyle inkârcılar ve münafıklar dünyaya yönelik bir kavrayış eksikliği içine düşmektedir. Etraflarında gördükleri şeyleri Allah'tan bağımsız görüp düşünmekte ve tüm bunların ancak Allah'ın dilemesiyle varlıklarını sürdürebildiklerini göremez hâle gelmektedirler. Allah inkârcıların dünya hayatına yönelik gerçekleri kavrayamadıklarını bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

“Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır!”[2]

İnkârcıların ve din istismarcısı münafıkların hayatları boyunca hesap edemedikleri çok önemli bir gerçek vardır. Onlar bu gerçekten habersiz şekilde her türlü ahlâksızlığı uygulayıp, dünyada kendilerince çıkar sağlamaya çalışmakta; yalancılık ve dine yönelik alaycılıkla, inananlara iftiralar atmakta ve bunların yanlarına kâr kalacağını sanmaktadırlar. Ancak aslında bunlar büyük bir gaflet içinde şuursuzca bocalamaktadırlar.

Önemli Uyarı!

Okuyacağınız bu bölüm, hayatın çok önemli bir sırrını içermektedir. Maddesel dünyaya bakış açınızı kökten değiştirecek olan bu konuyu, çok dikkatli bir biçimde ve sindirerek okumanız gerekir. Burada anlatılacak olanlar yalnızca bir bakış açısı, farklı bir yaklaşım veya herhangi bir felsefi düşünce tarzı değil; dine inanan-inanmayan herkesin kabul etmek zorunda kalacağı, bugün bilimin de kanıtladığı kesin bir gerçektir. Bu kesin gerçek anlaşılır ve ona göre davranılırsa, hayatınızın akışı değişecektir.

● Maddenin Ardındaki Sır Nedir?

Bakma (görme), duyma, koklama, tat alma, dokunma duyularımızın tamamı birbirlerine benzer bir işleyişe sahiptir. Dışarıda var olduğunu düşündüğümüz nesnelerden gelen etkiler (ses, koku, tat, görüntü, sertlik vs.), sinirlerimiz vasıtasıyla beyindeki duyu merkezlerine iletilir. Beyne ulaşan söz konusu bu etkilerin tamamı elektrik sinyallerinden ibarettir. Örneğin; görme işlemi sırasında dışarıdaki bir kaynaktan gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün arka tarafındaki retinaya ulaşır ve burada bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüştürülmektedir. Bu sinyaller, sinirler vasıtasıyla beynin görme merkezine gönderilir. Ve biz de birkaç santimetreküplük kapkaranlık görme merkezinde rengârenk, pırıl pırıl, eni, boyu, derinliği olan bir dünya algılayıveririz. Aynı sistem diğer duyularımız için de geçerlidir. Tatlar dilimizdeki bazı hücreler tarafından, kokular burun epitelyumundaki hücreler tarafından, dokunmaya ait hisler (sertlik, yumuşaklık vs.) deri altına yerleştirilmiş özel algılayıcılar tarafından ve sesler kulaktaki özel bir mekanizma tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyindeki ilgili merkezlere gönderilir ve o merkezlerde algılanma meydana gelir.

Konuyu daha netleştirmek için şöyle örneklendirebiliriz: Şu an bir bardak kahve içtiğinizi düşünelim. Elinizde tuttuğunuz bardağın sertliği ve sıcaklığı deri altındaki özel algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyne iletilir. Aynı zamanda kahveye ait keskin koku, onu yudumladığınız anda hissettiğiniz acı tat ve bardağa baktığınızda gördüğünüz koyu kahverengi renk de ilgili duyularınıza ait sinirler tarafından beyne ulaştırılan birer elektrik akımından ibarettir. Hemen arkasından masaya koyarken bardağın cama çarpmasıyla çıkan ses de kulağınız tarafından algılanıp beyne elektrik sinyali olarak gönderilir. Ve bu algıların tümü, beyindeki birbirinden farklı ama birbiriyle ortak çalışan duyu merkezleri tarafından yorumlanıp şekillendirilir. Siz de bu yorumun bir sonucu olarak, bir bardak kahve içtiğinizi zannedersiniz. Aslında her şey beyindeki duyu merkezlerinde olup bitmektedir, ama siz tüm bu algılarınızın somut varlığı ile muhatap olduğunuz kanaatindesinizdir.

Oysa bu noktada yanılırsınız, çünkü beyninizde algıladığınız nesnelerin dışınızdaki asılları ile muhatap olduğunuzu düşünmeniz sadece bir algıdan ibarettir. Kuşkusuz bu, üzerinde detaylı olarak düşünülmesi gereken çok önemli bir gerçektir. Şimdiye kadar dışarı baktığınızda gördüğünüz her şeyin aslı ile muhatap olduğunuzu zannetmiş olabilirsiniz. Oysa bilimin de gösterdiği gibi, duyularınızın dışına çıkarak dışarıdaki nesnelerin asıllarına ulaşmak mümkün değildir. Burada kısaca özetlenen bu konu, yaşamınızda farkına varabileceğiniz en büyük gerçeklerden biridir. Yani Cenab-ı Hak dilerse; bakma, duyma, koklama, dokunma ve tat alma duyularıyla algılayıp yaşadığınız olayları, zahiri bir dünya olmadan da yaratıp size aynı hissi verebilir. Kaldı ki, zahiri dünyanın ve kâinatın varlığı da bir gerçektir.

● Dışımızda Var Sandıklarımız Gerçek midir?

Buraya kadar anlatılanlar, hep kafatasımızın içinde yaşadığımız, duyularımızın gösterdiklerinden başka bir şey algılayamadığımız yönündeydi. Peki bir aşama daha ilerleyelim: Görmek-duymak için, dış dünyaya ihtiyaç var mıdır? Hayır, algılayabilmek için dış dünyaya bile ihtiyaç kalmayabilir, Rabbimiz her şeye Kadir’dir. Herhangi bir şekilde beynin uyarılması ile tüm duyular harekete geçebilir; hisler, görüntüler ve sesler oluşabilir. Aslında tanıdığımız ve maalesef hırsla tapındığımız bu dünya, dışarıda değil zihnimizin içinde olan, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana gelen bir dünyadan da ibaret olabilir.

Beynimizde seyrettiğimiz bu algılar kimi zaman "yapay" bir kaynaktan da geliyor olabilirler. Bunu şöyle bir örnekle zihnimizde canlandırabiliriz:

Önce, beyninizi vücudunuzun dışına çıkarıp, cam bir kavanozun içinde sun’i olarak yaşattığımızı düşünelim. Bir de bunun yanına, her türlü elektrik sinyalinin üretilebildiği bir bilgisayar yerleştirelim. Sonra, herhangi bir ortama ait görüntü, ses, koku gibi verilerin elektrik sinyallerini yapay olarak bu bilgisayarda üretelim ve kaydedelim. Bu bilgisayarı elektrik kablolarıyla beyninizdeki algı merkezlerine bağlayalım ve burada kayıtlı olan sinyalleri beyninize gönderelim. Bu sinyalleri algıladıkça beyniniz (bir başka deyimle "biz"), bunların karşılığı olan ortamı görecek ve yaşayacak hale gelecektir. Bu bilgisayardan beyninize, kendi görüntünüze ait elektrik sinyalleri de gönderebiliriz. Örneğin; bir masada otururken algıladığınız bütün görme, işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda oturmakta olan bir iş adamı sanabilir. Bilgisayardan gelen uyarılar devam ettikçe de bu hayali dünya devam edecektir. Yalnızca bir beyinden ibaret olduğunu ise hiçbir şekilde anlaması mümkün değildir. Çünkü beynin içinde bir dünya oluşması için beyindeki ilgili merkezlere gerekli uyarıların ulaşması yeterlidir. Bu uyarılar yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olabilir.

Ünlü bilim felsefecisi Bertrand Russell bu konuda şunları söylemektedir:

“…Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşagelmektedir. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik.”[3]

Maddesel karşılıkları olmayan algıları, gerçek sanarak aldanmamız çok kolay bir şeydir. Nitekim bu gerçeği rüyalarımızda sık sık yaşadığımızı kimse inkâr edemeyecektir. Rüyada tamamen gerçek gibi zannedilen olayları yaşar ve insanlar, nesneler, ortamlar görürüz. Ama hepsi birer algıdan başka bir şey değildir. İşte rüya ile "gerçek dünya" arasında aslında temel bir fark yoktur; her ikisi de zihinde yaşanıp geçmektedir ve bunları hisseden RUH’umuzdan başkası değildir.

● Beynimiz de Dış Dünyadan Ayrı Değildir!

Şu ana kadar anlattığımız gibi; dış dünyanın aslı ile değil, sadece bize gösterilen algılarla muhatap olabiliyorsak, peki acaba tüm bunları gördüğünü, duyduğunu düşündüğümüz beynimiz nedir? Beynimiz de diğer her şey gibi atomlardan, moleküllerden oluşan bir et parçası değil midir? Evet, madde dediğimiz her şey gibi beynimiz de bizim için bir algıdan ibarettir. Çünkü sonuçta beyin dediğimiz şey de duyu organlarımızla algıladığımız bir et parçası görünümündedir.

O halde tüm bunları algılayan kimdir? Gören, duyan, hisseden, koklayan, tat alan beyin değilse nedir?

İşte bu noktada karşımıza çıkan gerçek apaçıktır: İnsan bilinç sahibi, görebilen, hissedebilen, düşünebilen, muhakeme edebilen seçkin bir yaratık olarak maddeyi oluşturan atomlardan, moleküllerden çok öte bir varlıktır. İnsanı insan yapan sır; Allah'ın ona verdiği "ruh"gerçeğinde saklıdır. Aksi takdirde insanın bilincini ve diğer tüm insani yeteneklerini yaklaşık 1,5 kiloluk, üstelik de bir hayalden ibaret ve bir et parçası olan beyne vermek, son derece akıl dışı olacaktır. Kur’an'da bu durum şöyle anlatılmaktadır:

“O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya (süzme ve özlü) bir çamurdan başlayandır. Sonra onun neslini bir özden (sülale'den), hakir (görülen) bir sudan (meniden üretip) yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona (insana Kendi) ruhundan üfledi. Sizin için de kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Ne nankör insanlarsınız!)”[4] İşte bizi biz yapan, Rabbimizin Kendi ruhundan üflediği hakikattir.

Devamını okumak için tıklayınız.

Yorum Yaz