“(Ya Rabbi) Bizden-içimizden sefihlerin (beyinsiz, beceriksiz ve hain yöneticilerin ve şuursuz destekçilerinin) yaptıkları nedeniyle, hepimizi helak edecek misin?” (Araf: 155)
Çatı adayı Ekmelettin Beyin yetersizliği sayesinde ve BDP’nin 1. turda aday çıkartıp çatı adayının %50’yi bulamayacağı kanaatini pekiştirmek suretiyle sağladığı dolaylı destekle Cumhurbaşkanı seçilen Sn. Recep T. Erdoğan artık kendi güdümünde bir başbakan arıyor ve fiilen başkanlık sistemini yürütmeye hevesleniyordu. Daha doğrusu, bölgemizde sinsi ve Siyonist projelerini daha kolay gerçekleştirmek isteyen malum odaklar, Meclis ve hükümet engeline takılmadan sözde Başkan marifetiyle bazı kararlarını kotarmak ve uygulatmak istiyordu. Davutoğlu, Cağaloğlu’ndaki İstanbul Erkek Lisesinde 7 yıl yatılı okuyor ve şimdi bir kısmı Adnan Oktar’cı olan Sabataist Babuna’lardan Aydın Babuna ile samimiyet kuruyor ve her ne hikmetse Yahudi ve Hristiyanların kutsal kitaplarına özel ilgi duyuyordu. Buradan sonra ise malum Boğaziçi; üniversitesine geçiyordu. Daha sonra akademik basamakları jet hızıyla geçip Profesör olan ve ardından Malezya Modeliyle ılımlı İslam’ın Türkiye’ye yerleşmesini ve Yeni Osmanlı hayalinin gerçekleşmesini hedef alan Ahmet Davutoğlu, Refah-Yol iktidarının yıkılıp Erbakan’ın devre dışı bırakıldığı ve AKP’nin henüz kurulmadığı 1998 -2002 yılları arasında Silahlı Kuvvetler Akademisi’nde ve Harp Akademisi’nde misafir öğretim üyesi olarak ders veriyordu. Anlayacağınız hiçbir şey tesadüfen ve kendiliğinden olmuyordu! İşte bu nedenle İngiliz Ekonomist Dergisi haftalar öncesinden, Kırım kökenli şanslı Türklerden ve aslı ve astarı malum Ülker’lerin dünürlerinden Ahmet Davutoğlu’nun Başbakan olacağını açıklıyordu. Oysa Türkiye’de rejim başkanlık değil Başbakanlık sistemine göre düzenlenmiş, bütün kurum ve kurallar buna göre şekillenmiş bulunuyordu. Sn. Erdoğan Ahmet Davutoğlu gibi, hem kendi kontrolünde kalacak hem de malum odakların işine yarayacak birisini Başbakanlığa taşısa bile, üç-beş ay sonra baskılardan bunalacağını ve “davulun kendi boynunda, tokmağın ise Erdoğan’ın avucunda, yani bütün sorumlulukların kendi sırtında ama kahramanlığın Erdoğan’da bulunduğu” ortamdan sıkılıp usanacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyordu. Zaten Sn. Erdoğan, Abdullah Gül’ün bunlara razı olmayacağını bildiği için, onu devre dışı bırakacak yollara başvuruyor ve AKP kongresini alelacele 28 Ağustos’a alıyordu. hatta bu arada Milletvekilleri farklı ve aykırı formüller üretmesin, ayrı yönelimlere girişmesin diye, henüz torba yasa bile tamamlanmadan Meclisi tatile sokuyordu. Erdoğan aylar öncesinden Ahmet Davutoğlu’nu kafasına koyuyor, daha doğrusu onun ismi malum merkezlerce kulağına fısıldanıyor, ama bir sürü göstermelik istişare ve görüşmelerle buna “demokratik tercih” kılıfı geçiriliyordu. Çünkü Beşir Atalay, Cemil Çiçek, Salih Kapusuz, Bülent Arınç gibi isimler “Sn. Başbakan, siz köşke çıkın kongreyi doğal sürecine bırakın” diyordu, yani Abdullah Gül’e zemin hazırlıyordu. Bunun üzerine “Olmaz, böyle durumlarda şeytan devreye girecektir. Bizler nefsimizi dinlersek partimizin birlik ve bütünlüğüne zarar gelecektir!” diyen Erdoğan’a sormak gerekiyordu. 1- Bu durumda şeytan Sn. Abdullah Gül mü oluyordu? 2- Daha önce Milli Görüş’ü dağıtmak ve tarihi projelerini aksatmak üzere, Erbakan’a başkaldırırken kendileri nifak çıkarıyor ve şeytanlık mı yapıyordu? Çünkü çok iyi hatırlıyoruz, Sn. Erdoğan iktidara taşınma sürecinde Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programına çıkarılıyor ve gençlere önceden ezberletildiği sırıtan soruları yanıtlarken: “Erbakan’ın malum MGK’da askerlere karşı ürkek davrandığını, kendisinin Başbakan olması halinde böyle bir haksızlığa kesinlikle karşı çıkacağını” söylüyor, ayrıca “Mücahit Erdoğan!” sloganı yerine “Demokrat Erdoğan!” şeklinde çağrılmaktan hoşlandığını belirtiyordu. Yani böylece malum odaklara: 1- Erbakan’ın “İslam Birliği ve Faizsiz Adil Düzen projelerini” askıya alacağı 2- TSK’nın burnunu kırıp hizaya sokacağı mesajını veriyordu. Ve bütün bu tahribatlarını 12 yıl boyunca suç ortağı Cemaatle birlikte yürütüyor, ama makam ve menfaat hırsı ağır basınca sonunda iki taraf kıyasıya birbirine düşüyordu.
“Herkesin ve her kesimin amellerine karşılık, (işledikleri suçun cinsinden) muvafık (uygun ve denk) bir ceza (olarak intikam alınacaktır)” (Nebe:26) ayetinde haber buyrulan ilahi adalete ve Kur’an’i hakikate dayanarak yıllar öncesinden söylediğimiz “Cemaatle AKP Hükümetinin birbirine düşüp boğuşacakları” nasıl gerçekleşmişse bu sefer, aynen Erbakan Hocaya yaptıkları gibi, şimdi aylardır haber verdiğimiz ve beklediğimiz şekilde “AKP’nin de parçalanıp dağılacağı” günler yaklaşıyordu. Artık Fehmi Koru ve Levent Gültekin gibi yalaka yazarlar Erdoğan’a sataşmaya ve Gül’ün safında yer almaya başlıyor AKP içinde “eski döneklerle yeni yetmelerin” atışması kızışıyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarıyla birlikte, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 28 Ağustosta köşke çıkacak olması siyasette ve özellikle AKP’de derin çatlaklara neden oluyordu. Partilerdeki “Ertelenmiş Rehavet ve küllenmiş rekabet”, bir anda Başkent’in yüksek rakımlı tepelerinde kaynayan hararete dönüşüyor, siyaset kulislerinde sert rüzgârlar esmeye başlıyordu. Partilerdeki derin sessizlik bozuluyor, uzun süredir çekilmeye hazırlanan kılıçlar kınından çıkıyordu. Başbakan kim olacak? Gül, AKP’ye mi katılacak, yeni parti mi kuracak? Soruları, dengelerin değişeceğini gösteriyordu. Abdullah Gül’cü Salih Kapusuz’la Erdoğancı Şamil Tayyar’ın çatışmaları, AKP’de beklenen kapışmaların fitilini ateşliyordu. Bülent Arınç “Yeni yetmeler hesap yapmasın” çıkışıyla, hala bir şeyler umduğunu ve dananın kuyruğunun koptuğunu gösteriyordu. Bakalım “Avrupa Birliğinden çıkıp ABD önderliğindeki yeni bir Ortadoğu Projesine katılalım” gibi safsataların ve Siyonist salataların pazarlayıcısı ve Erdoğan’ın başdanışmanı Yiğit Bulut gibi, Yalçın Akdoğan gibi yeni yetmeler mi, yoksa Bülent Arınç gibi eski dönekler mi kazançlı çıkıyordu? Ve yine bekleyip görelim, AKP kaç yeni partiye gebe bulunuyordu? Sn. Recep T. Erdoğan’ın, hakka dönme, hayra yönelme ve halkın çıkarlarını gözetme hususunda hala bir şansı bulunuyordu ve hatadan dönmek üzere bu son fırsatı iyi değerlendirmesi gerekiyordu!
Sabahattin Önkibar haddini çok aşıyordu!
8 Ağustos 2014 Aydınlık Gazetesinde “İşte ihanet listesi” yazısında Sabahattin Önkibar: “Prof. Necmettin Erbakan son İslam’ı politize edenlerin başında gelmesinden ötürü son tahlilde Müslümanlığa zararlar vermiş ve inancımızın ideoloji haline gelmesinin öncülüğünü yapmıştır. Erbakan'ın "Bize oy verenler Müslüman, vermeyenler patates dininden" ifadesi gaflet ve dalaletin ötesidir” diyerek, hem yalan söylüyor, hem de kinini kusuyordu. Erbakan Hoca’nın: “Hak ve adalet düzeni kurulsun, ülkemiz, bölgemiz ve milletimiz huzura ve refaha kavuşsun diye çalışmayan, bu milli şuuru ve sorumluluğu taşımayan Müslüman patates çuvalından farksızdır” mealindeki sözlerine “Bize oy verenler Müslüman, vermeyenler patates dininden” şeklinde çarpıtanların ve güya İslam’ı savunma rolü oynayanların sahtekârlığı sırıtıyordu. Eski ülkücü-sağcı militanı, şimdi solcu-ulusalcı sığıntısı Sabahattin Önkibar gibilere sormak gerekiyordu:
. Bunlar gerçekten İslam’ın, yani Kur’an’ın ve Resulüllah’ın; bütün emir ve yasaklarına, helal ve haramlarına, hüküm ve kurallarına inanıyor muydu? Eğer inanıyorlarsa, o halde hepsi de Erbakan gibi düşünüyordu!
. Yok eğer İslam’ın bir kısmına inanıyor, bir kısmını gereksiz ve geçersiz sayıyorlarsa, o zaman, tam bir münafık olarak, savunuyor görüntüsüyle İslam’ı saptırmak ve gerçek mü’minlere saldırmak için bahane kollanıyordu. Ya hu, Rahmetli Erbakan’a, bütün Siyonist ve emperyalist gâvurlar, Haçlı ve Barbar Amerikalılar, Avrupalılar, Mason tarikatlılar, paralelci münafıklar, din istismarcıları ve dinsizlik sapkınları hepsi karşıydı, korkuyordu ve düşmanlık ediyordu. Ey arsız ve ayarsız zırtolar, size ne oluyordu? Erbakan’a hıyanet etme ve tarihi projelerini engelleme karşılığı Erdoğan ve ekibini iktidara taşıyan şeytani odaklar, acaba bu zavallıları kaça zırvalatıyordu?
Erdoğan’la gül arasındaki “en zayıf halkayı” Allah rızası ve dava hatırı için değil, makam ve menfaat hırsıyla yola çıkmaları oluşturuyordu!
Artık herkes biliyor ki, halkın oyları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı seçilen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “AKP’nin geleceğinde Abdullah Gül’ü yok” sayıyordu. En azından Gül’ü “Genel Başkan ve Başbakan” olarak istemiyordu. Hani, bu ikilinin, öğrencilik yıllarına dayanan sıkı dostluğu vardı? Hani, bu ikili, 12 yıldan bu yana ülke yönetiminde söz sahibi olan AKP’nin “en ileri ikilisi” konumundaydı? Hani, 2007 yılında Erdoğan “kardeşim” diye hitap ederek Gül’ü Cumhurbaşkanlığına taşımıştı?
Hatırlayınız, tarih; 7 Şubat 2012. İstanbul Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Eski Müsteşar Emre Taner, Eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve iki eski MİT görevlisini bizzat telefonla arıyor ve KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırıyordu. Savcı Sarıkaya, Fidan ve arkadaşlarını Oslo’da PKK ile yapılan görüşmeler sebebiyle suçluyordu. Bu arada MİT Müsteşarı Hakan Fidan, telefonla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı arıyor, ancak ulaşamıyordu. Sonrasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü arayarak durumu anlatıyor ve “önerisini” soruyordu. Gül, olayda kötü niyet olduğunu düşünmüyor ve “Bence ifadenizi verin, bir problem çıkacağını sanmıyorum” diyordu. Bu telefonun hemen ardından olaydan bir şekilde haberdar olan Başbakan Erdoğan, Hakan Fidan’ı arıyor ve Fidan’dan kesinlikle ifade vermeye gitmemesini istiyordu. Bu sırada İstanbul ile Ankara arasında nasıl bir telefon ve iletişim trafik döndüğü, neler konuşulduğu tam olarak bilinmiyordu. Ancak şu kesin; Başbakan bu olayda farklı bir durum seziyordu. Olayın perdesi biraz daha aralandığında şöyle bir sahne fark ediliyordu; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, o gün İstanbul’daydı. Kamuoyu bilmiyordu fakat ameliyat olacaktı. Üstelik bir iddiaya göre; savcının Fidan’ı ifadeye çağırdığı saatler, normal şartlarda Başbakan’ın narkozlu olduğu anlara denk gelecekti. Ancak bu arada ne olduysa oldu, ameliyat saati değiştirilmişti. Bir iddiaya göre, ameliyat saatinin değiştirilmesinde güvenlik endişeleri rol oynuyordu.
Başbakan Erdoğan, Fidan’la bu görüşmesinden sonra ani bir hamle yapıyor AKP Grubuna hasta yatağından talimat veriyordu. Hemen bir yasa teklifi hazırlanıyor, MİT görevlilerinin ifadesinin alınması doğrudan Başbakan’ın iznine bağlanıyordu. Teklif jet hızla yasalaşıyor ve MİT’çiler ifade vermeye gitmiyordu. Acaba Başbakan Erdoğan, Savcı Sarıkaya’nın Hakan Fidan’ı aradığı saatlerde ameliyata alınmış olsaydı; MİT Müsteşarı, Başbakan’la telefonda görüşemese ve Cumhurbaşkanı Gül’ün “ifadeye git” talimatı doğrultusunda ifadeye gitseydi ne olurdu?
Şurası hep konuşuldu; MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve diğer MİT mensupları tutuklanır mıydı? Böyle bir şey söz konusu olsaydı, savcının başlattığı KCK soruşturması Başbakan’a kadar uzanacak mıydı? Asıl amaç bu muydu? Kaldı ki, Başbakan Erdoğan, geçmişte bunu da ima etti; “Burada asıl amaç bendim, bana uzanmak istediler” anlamında değerlendirmelerde bulunmuştu. Ancak ne var ki, 7 Şubat 2012’nin şifresi, Erdoğan’ın ameliyat günü ve saatinin tesadüfen değiştirilmesiyle kırılmış oluyordu! Daha sonra Başbakan-Cemaat arasında patlak veren “krizler silsilesi”nin bilinmeyen başlangıcı olmasından dolayı 7 Şubat krizi olarak anılan Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ve buna Abdullah Gül’ün sıcak baktığı iddiası, Erdoğan’la Gül arasındaki en zayıf ve karanlık halkalardan birini oluşturuyordu. Başka “zayıf halka”lar da sıralanıyordu: Mesela Gezi Parkı protesto gösterileri sırasında Köşk’ün tutumu AKP kulislerine o kadar da olumlu yansımıyordu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, fazla belli etmese de Erdoğan’ı kızdıran “gömlek”li açıklaması sırasında Gül’ün o “bakış”ları… Ve de ardından Danıştay toplantısında Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşması esnasında Gül’ün Erdoğan’a yönelik “atak”ları da hoş karşılanmıyordu. Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın, başından bu yana hassasiyet gösterdiği Mısır’da askeri darbe yapan ve ardından da Cumhurbaşkanı seçilen Sisi’ye Köşk’ten kutlama mesajı gönderiliyordu!”[1] diyen değerli yazarımız, Allah rızası ve dava hatırı için değil, makam ve menfaat hırsıyla yola çıkan ve malum odakların kışkırtmasıyla Erbakan’a başkaldıran, Milli Görüş’ün tarihi projelerini sekteye uğratan bu ikilinin sonunda birbirlerine çelme takmasının ve devre dışı bırakmaya çalışmasının ilahi kader ve adalet gereği olduğunu vurgulamayı unutuyordu. Ancak Sn. Erdoğan’ın yeniden hakka ve hayra yönelmesi için kendisine yeni bir fırsat sunuluyor ve bunu çok iyi değerlendirmesi gerekiyordu.
Ethem Sancak kendisine 'dönek' diyen Fethullah Gülen için çok ağır konuşuyor, daha önce bilip de dile getirmediği gerçekleri bir bir sıralıyordu!
Fethullah Gülen, Pensilvanya'dan işadamı Ethem Sancak'ı da hedef alınca Sancak'tan zehir zemberek bir cevap geliyordu. Hatırlarsınız Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin AKP'nin adayı Tayyip Erdoğan'ın %51,7 ile lehine sonuçlanmasının ardından Fethullah Gülen'in herkul.org'ta yayımlanan son sohbetinde şöyle diyordu:
"Hâlihazırda yaşananlar, Cenâb-ı Hakk’ın çok değişik tecelli dalga boyunda öyle lütuflar ifade ediyor ki, tahmin edemezsiniz. Sadece bir iki tanesinin kapağını aralayayım: “Mü’min, münafık birbirinden ayrıla, işte o gün bayram ola! Bu sayede, küçük bir tazyik karşısında birkaç ev parasına peylenen insanları tanıma imkânını buldunuz. Bir sürü dönek insanın kaç kuruşla satıldığını görme imkânına kavuştunuz. Hiç ihtimal vermiyordum! Baktım ki birkaç milyona satılan insan varmış, yüzken astar, astarken yüz olan bir sürü yüzsüz varmış. Cenâb-ı Hak, bu bozuk karakterleri kendilerine has resimleriyle ortaya koyuyor, “Dikkatli olun!” diyor. İbn Selulleri deşifre ediyor.”
Fethullah Gülen'in bu tenkit ve tahriklerini üzerine alan ve herhalde “yarası olduğu için gocunan” Ethem Sancak'Milletten yediği darbelerle çılgına dönen o zat bize de saldırmış' diyerek Fethullah Gülen'e "Asıl döneklerin kimler olduğu çok net görülecektir" şeklinde yanıt veriyordu. (Paralel yapıyla) "Avını yavaş yavaş sararak önce hareketsiz bırakan sonra da canlı canlı yutan bir yılan misali kuşatmaya kalktıklarının, binlerce yıllık geleneğe sahip bir devlet olduğunu nasıl da unuttular? Yoksa unutmadılar da bu hainliğe mecbur mu bırakıldılar?" diye soran Ethem Sancak şöyle konuşuyordu; ''40 yılı aşan bir süredir Türkiye içinde ve dışında gücü kim temsil ediyor ise ona sinsice yanaşan, kadir-i mutlak gördüğü dünyevi güç odaklarının her türlü hizmetine koşmayı uzun erimli çıkarlarının zaruri bir gereği olarak gören ve milletten yediği darbelerle çılgına dönen Zat hızını alamayıp bize de saldırmış. Gerçek yüzü gün yüzüne çıktıkça daha da zavallılaşan, işlediği günahlar için Allah’a değil de beddualara, küfürlere ve hakaretlere sığınan bu şahsın öfke nöbetlerini dikkate almamak gerektiğini, ona verilecek hiçbir yanıtın onun iflah olmaz bir hastalığa kapılmış olan ruhuna şifa olamayacağını biliyorum. Kendisi gafletle şaşmış bir beşer olsaydı onun için üzülürdüm, ancak bilerek, tasarlayarak, uzun uzadıya, inceden inceye hesaplayarak kötülükler dileyen, insanların en kutsal değerlerini servet biriktirmenin aracına çeviren ve bu uğurda insanların hayatlarına ilkokul çağından ömrünün sonuna kadar ipotek koymayı kendinde hak gören, bununla da yetinmeyip ülkesine ihanet etmeyi dahi göze alabilen birine üzülmem. Bu ülkeye ve millete her hücresine kadar bağlı olan biri olarak böyle bir kişiye ancak öfkelenirim.
Eski Marksist-Komünist yeni Kapitalist-İslamist Ethem sancak şöyle devam ediyordu:
“Onlarca yıldır tıkır tıkır işletilen formüller bir an gelir tutmayıverir. Zamana yayarak kurulan tüm tezgâhlar, “nihayet işin sonuna geldik, devlet de artık avucumuzun içinde” denilen bir anda altüst oluverir çünkü her ülkenin sigortası olan bazı dinamikleri ve değerleri vardır. Bu ülkeyi var eden sağduyuyu küçümseyip hiçe saydıklarında, ülkenin sigortasının atıp o çok güvendikleri enerjilerinin tam da kaynağından kesilebileceğini nasıl hesaplayamadılar? İnanç, fikir ve ideal insanı görünümü altında büyük servetleri, yatırım kuruluşlarını, ihaleleri yöneten; dava dosyalarını, emniyet soruşturmalarını, insanların tüm mahremiyet alanlarını yakın takibe alan ve bunu kutsal din ve değerlerimiz adına yapan; kısacası inanç ve iddiasıyla taban tabana zıt her türlü mafyatik yöntemi kullanan servet ve iktidar düşkünleri böylesi kıyıcı hırsların getirisi olduğu gibi bir götürüsü de olabileceğini nasıl da atladılar? Avını yavaş yavaş sararak önce hareketsiz bırakan sonra da canlı canlı yutan bir yılan misali kuşatmaya kalktıklarının, binlerce yıllık geleneğe sahip bir devlet olduğunu nasıl da unuttular? Yoksa unutmadılar da bu hainliğe mecbur mu bırakıldılar? Hangi mecburiyet insanın bu derece küçülmesine neden olabilirdi, içinden çıkamayıp da çırpındıkça battıkları çıkmaz acaba neydi? Kurtulamadıkları bir mecburiyetleri varsa korkmasınlar, sarıp boğmaya kalkıştıkları ama başaramayıp derslerini aldıkları ülkelerine ve o ülkenin milletine sığınsınlar. Doğdukları bu vatan boğdukları vatan olmadı ama hala özgür yaşayacakları bir vatan olabilir. Ele değil, bağrına hançer saplasalar bile, yine de kendi ülkelerine yaslanıp dayansınlar. Affedilemeseler bile belki en azından huzura kavuşurlar.”
Ethem Sancak gibi Fethullah Hocayı ve Cemaatin üst yapısını yakinen tanıyan ve onlarla çok sırlı ilişkileri bulunan bir şahıs elbette gerçekleri söylüyordu. Ama bunları konuşmak için 15 yıl boyunca susması ve Erdoğan’ın kesin zaferi (!) üzerine ağzının fermuarını açması da kendi ayarını gösteriyordu. Evet, hem Fetullahçıların Erdoğancılara, hem bu tarafın Cemaat yapısına yönelik bütün itiraf ve ithamları doğruydu; çünkü bunlar birbirlerini çok iyi tanıyordu!
Sn. Erdoğan’ın tek ve son şansı: Tevbe edip Milli Görüş’e dönmesi gerekiyordu!
“Tevbe etme” hatasını görüp pişman olarak yanlışı bırakıp doğruya yapışma anlamına geliyordu. Bir fitne (problem, kriz) ile karşılaştığınızda, fitnenin Allah’tan geldiğini anlamanız ve hatanızı arayıp bulmanız gerekiyor, o hatadan vazgeçip bırakmanız bekleniyordu. Peki, AKP hangi hataları işliyordu? Şimdi kendilerinin de itiraf ettiği uyduruk bahanelerle askerler hapse tıkılıyordu. Düşmanın keyfine uyup gereksiz kanunlar ülkemize getiriliyordu. İdamı kaldırıp katilleri-canileri cesaretlendiriyordu. Askerleri sivil mahkemelerde yargılayıp ordunun onuru kırılıyordu. İslam Birliği yerine Haçlı Birliğini tercih ediyor, Faizci düzeni ısrarla sürdürüyordu.
AKP bu batıl düzenlemeleri ülkeye getirirken ve tahrip edici girişimleri sürdürürken, bunların ilahi adalet kurallarına, yani evrensel hukuka ve şeriata uygun olup olmadığını hiç düşünmüyor, ülkemize ve milletimize yararını ve zararını gözetmiyordu. Allah insanlara “kesin bilgiye” sahip olmaları için iki imkân veriyor, kesin bilgiye ise, ilahi ölçüler, Nebevi prensipler, aklıselim ve müspet ilimle ulaşılıyordu. Oysa AKP kesin bilgiyi ve Adil Düzen’i bırakıp Yahudi Siyonizm'inin zulüm sistemine figüranlığı tercih, tüm milli değerlerimizi ve manevi dinamiklerimizi tahrip ediyordu. Faiz ve fuhuş düzenini yaşatan hatta meşrulaştıran AKP “Allah’la ve Peygamberle harp ediyor” (Bakara: 279) bir sürü gafil ve cahil dindar da bu savaşta Erdoğan’ı destekliyordu. Tarih boyunca bu gibi haramlar şu beş merhalede yozlaştırılıyordu: 1-Önce, Kur’an'da yasaklanan “Riba” ile, banka faizinin farklı olduğu gündeme taşınıyor, birçok kiralık din adamından fetvalar çıkarılıyordu. 2-Faizin adı “nema” olarak değiştiriliyor, meşruiyet kılıfı geçiriliyordu. 3-İslam ahkamının uygulanmadığı “Darülharb” şartlarında faizin caiz olduğu anlatılıyor, ama Kur’an nizamını kurma çabası yerine, faizle kolay kazanç yolu tercih ediliyordu. 4-“Faizsiz bankacılık” aldatmacasıyla “riba, kar payına dönüşüyor”, kar ve zarar ortaklığı yapılmadan, sadece faiz alınıp veriliyordu. 5-Ve nihayet, faize karşı olmak gericilik ve yobazlık sayılıyor, faize bulaşmayanlara ahmak gözüyle bakılıyordu.
Yeni Başbakanın ve Bakanların kim olacağı tartışmalarıyla havanda su dövülüyordu!
Oysa Abdullah Öcalan Başbakan, Hakan Fidan Dış Bakanı, Rıza Sarraf Ekonomi, Bilal Erdoğan Ulaştırma, Hülya Avşar Kültür, Bakara suresi ayetleriyle “kakara-makara” dalga geçen Egemen Bağış Diyanetle ilgili Devlet Bakanı, Yiğit Bulut Hazine ve Dış Ticaret Bakanı yapılsa böylesine muhterem ve muhteşem kabineye bile marazlı muhalefetin(!) karşı çıkacağını, ama demokratik olgunluğu ve Milli şuur sorumluluğu defalarca kanıtlanmış(!) yandaş taifenin ise alkış tutacağını herkes biliyordu.
1994 yılında: “İşte bütün servetim bu yüzükten ibarettir.” 1999’da ise: “Eğer bir gün duyarsanız ki Tayyip Erdoğan çok zengin olmuş, bilin ki hırsızlık etmiş, haram yemiştir!” buyuran, ama 2014 yılında kendisinin ve ailesinin çalışıp kazanmakla elde edilemeyecek miktarda büyük bir servetin sahipleri olduğu ortaya çıkan; yani bunları nasıl elde ettiklerini, daha önceki safiyet dönemlerinde, Allah kendilerine söylettiği anlaşılan Sn. Recep T. Erdoğan’ı tenkit etmek vatan hainliği sayılıyordu. Oysa Hz. Peygamber (SAV) beytülmale ait ganimetten ve devlet hazinesinden gizlice bir şeyler aşıranların, zahiren cihat edip şehit dahi düşseler, yine de cehenneme sürükleneceklerini haber veriyordu. “Erbakan Hoca’nın dava hizmetinde harcanmak üzere toplanan paraları mala çevirip üzerine tapuladığı ve evlatlarına miras kaldığı” iftirasında bulunan, birkaç ay sonra ise bu konuyla ilgili çağrıldığı savcılıkta “Bunlar yanlış duyumlara dayalı yanılgılar ve asılsız algılarmış” diyerek kustuklarını yalamak ve yalanlamak zorunda kalan ama hala kendi camiamıza ve kamuoyuna bu durumu açıklamayan sinsi soysuzlarla, Erbakan’ın tarihi projelerini sekteye uğratmak üzere Milli Görüşü parçalayan hain huysuzların elbette hesap verecekleri günler yaklaşıyordu.
Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz “Ğulül” yapmayı, yani gizlice veya hile ile devlet hazinesinden ve ganimet hissesinden bir şeyler aşırmayı en ağır günahlardan sayıyordu!
Tefsiri MEDARİK’te ve Şeyhül İslam Ebussuud Efendi Tefsirinde (Kur'an’ı Kerim Meziyetlerinin, Aklı Selimle İrşad ve açıklaması c.3.sh:1074) aktarıldığına göre; Bedir ganimetlerinin taksimi sırasında, kırmızı renkli ve kıymetli bir kadife kumaşın yerinde olmadığı fark edilmişti. Bunun üzerine Münafıkların; hem “zaten komutan olarak Onun hakkıdır, el koyabilir” anlamına gelebilecek, hem de “gizlice hırsızlık ve hıyanet etti” manası sezilecek bir ağızla: “Belki de o kumaşı (Hz.) Muhammed alıvermiştir!” demeleri üzerine bu ayeti kerimenin indiği rivayet edilmektedir.
“Yeğüll yapmak (yani ganimet malından gizlice bir şey aşırmak ve emanete-beytül male hıyanette bulunmak) bir Peygambere asla yakışır (tavır) olmayacaktır. Her kim, (ganimetten, devlet hazinesinden veya ganimetten ve cihat bütçesinden) ihanetle bir şey çalarsa, kıyamet günü, o (haksız ve ahlaksız yollarla) aldıklarını (sırtlamış ve Allah’ın lanetine uğramış vaziyette) gelip (âleme rezil olacaktır)” (Ali İmran:161)
Ayette geçen “Yeğüll” kelimesi “Gulül” masdarından muzari, müzekker, ğasip sığasıdır, ma’lum ama meçhul olarak okunmaktadır. Ğulül; ganimet malına hıyanet ve hırsızlık yapmak anlamındadır ve bu kelimenin aslı “gizlice bir şeyi aşırmak”tan çıkarılmıştır. Efendimizle (SAV) ilgili böyle bir iddia elbette yalan ve iftiradır, bu ayetle Cenabı Hak Resulullah’ı temize çıkarmaktadır. Oysa Hz. Peygamber Aleyhisselam, defalarca “Ganimet hissesinden, cihat bütçesinden ve devlet hazinesinden bir şeyler çalanların cehenneme sürüleceklerini” ikaz buyurmuşlardır.
Türkiye’den gidip Gazze’de bebekleri katleden Siyonist Yahudi katillerin, topraklarımızda elini kolunu sallayarak gezmesi vicdanları sızlatıyordu!
Yıllardır Filistin’deki Müslüman kardeşlerimizi katleden insanlığın baş belası Siyonist İsrail, son olarak Gazze’ye yaptığı kara harekâtında Kassam mücahitleri karşısında çaresiz kalınca asker sıkıntısı başlamış ve dünyadaki Siyonistleri silahaltına çağırmıştı. Bu çağrı üzerine Türkiye’den de birçok Siyonist İsrail ordusuna katılmıştı. Sosyal medyada örgütlenen ve kendilerini Türkiyeli vicdan sahipleri olarak tanımlayan bir grup aktivist ‘İsrail askeri istemiyoruz’ hashtagi ile Gazze’de bebekleri öldüren katil Siyonistlerin Türkiye’ye tekrar girmelerinin yasaklanmasını, eğer gelenler olursa bunların da savaş suçlusu sayılması için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilmek üzere dilekçe hazırlamıştı. Birçok akademisyen, sanatçı ve gazetecinin video kaydı ile destek verdiği kampanyaya sosyal medyadan da büyük destek sağlanmış, toplanan binlerce dilekçe ise Fatih Postanesi’nden TBMM’ye postalanmıştı. Sosyal medya üzerinden birçok kişinin destek verdiği kampanya hızla yayılırken, kampanyayla ilgili kurulan siteden yapılan açıklamada amaçları şöyle sıralanmıştı: “Filistin’de işgalin son bulmasını, Gazze’deki hukuksuz ambargonun kalkmasını ve katliamların bir an önce durdurulmasını isteyen Türkiyeli vicdan sahipleriyiz. Hiçbir şey yapamamaktan yakınan herkes işgali anlatan sadece bir cümle kursaydı, bütün dünya Filistin’deki işgale, katliamlara ve zulme karşı bir barikat oluşturacaktı.
İsrail’de yapılan askerlik hizmetleri Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılmış sayılıyor ve AKP tarafından bunu düzeltmek ve önlemek için hiçbir adım atılmıyordu!
Açıklamanın devamında ise, “Birden fazla tabiiyetli yükümlülerden hangilerinin hangi ülkelerde yaptıkları askerlik hizmetinin sayılacağı Bakanlar Kurulunun 05 Temmuz 1993 gün ve 93/4613 sayılı kararı gereğince Milli Savunma Bakanlığı tarafından belirlenmekte olup, İsrail’de yapılan askerlik hizmetleri Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılmış sayılmaktadır. Buna dayanarak hem İsrail hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanlar, İsrail’de askerlik yapmakta, savaşa çağrıldıkları zaman İsrail’e gidip Filistin katliamına katılmakta ve Türkiye’ye döndüklerinde ise sanki Filistinli çocuklara vahşice kıymamış, Gazze’de pazar yerlerini vurmamış ve Nablus’ta işgali reddeden gençleri gerçek mermilerle hedef almamış gibi saygın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları gibi kirli hayatlarını yaşamaktadır. Vicdanları olanlar bu katillerle aynı mahallede oturmaktan, aynı sokakları paylaşmaktan, aynı okullarda okumaktan ve aynı işyerlerinde çalışmaktan utanmalıdır. Çünkü Filistinli çocukları “İsrail Ordusu” üniforması giyerek ve ABD silahı kullanarak öldüren katillerle taammüden adam öldüren katiller arasında bir fark bulunmamaktadır.
IŞİD bahanesiyle Batı kendisine maşa arıyordu!
Avrupa Birliği, IŞİD örgütüne karşı Türkiye ve İran’ın da dâhil olduğu bir “destek grubu” kurmak istiyordu. Irak’ın başına IŞİD belasını saranlar şimdi de bu belayı güya “def etmek” için yine Türkiye başta olmak üzere bölgedeki Müslüman ülkeleri kullanmayı amaçlıyordu. Üst düzey bir AB yetkilisi, Brüksel’de Irak için acil toplanacak olan dışişleri bakanları toplantısıyla ilgili bilgi verirken, dışişleri bakanları toplantısında bölgedeki diğer ülkelerle birlikte Irak için bir tür destek grubunun nasıl oluşturulabileceğinin ele alınacağını söylüyordu. Yetkili böyle bir grupta Türkiye, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Ürdün, Lübnan ve İran’ın yer alabileceğini belirtiyordu. Avrupa Birliği yetkilisi, IŞİD ile tüm bölge ülkeleri arasında bir mücadele olması gerektiğini vurgularken IŞİD’in ortaya çıkarılmasının asıl amacının, Türkiye’nin Irak-Suriye batağına çekilmek olduğunu da deşifre ediyordu. Gazze’deki katliam ve soykırımlar karşısında kılını kıpırdatmayan AB, ABD ve BM’nin Ezidiler için hemen seferber olması da dikkat çekiyordu.
CIA uzmanı Snowden: “IŞİD'i MOSSAD, CIA ve İngiliz İstihbaratının ortaya çıkardığını” açıklıyordu!
Eski CIA ve NSA çalışanı Edward Snowden; ABD, İngiliz ve İsrail'in IŞİD'i "Hornet's nest" (arı kovanı, bela) adını verdikleri bir strateji dahilinde geliştirdiklerini söylüyordu. ABD'nin birçok ülkeye yönelik casusluk faaliyetlerini ifşa ederek ülkesinden kaçmak zorunda kalan ve Rusya'ya sığınan ABD'nin Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) ve CIA'nin eski ajanı Edward Snowden; IŞİD'e ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yapıyordu. Global Research'te yayımlanan bir habere göre, Snowden, İngiliz ve Amerikan istihbarat servisleri ve MOSSAD'ın Irak Şam İslam Devleti'ni oluşturmak için birlikte çalıştığını söylüyordu. Snowden üç ülkenin istihbarat servislerinin "hornet's nest" (arı kovanı, bela) adı verilen bir strateji kullanarak bütün dünyadaki aşırı ırkçıları tek bir noktada toplayabilecek bir terörist örgüt yarattığını belirtiyordu. Snowden'ın sızdırdığı bilgiler arasında IŞİD lideri Ebu Bekir Bağdadi'nin din ve hatiplik eğitiminin yanı sıra MOSSAD'ın ellerinde bir yıl sıkı bir askeri eğitimden geçtiği de yer alıyordu ve Milli Çözüm Dergisi bu gerçeği aylardır yazıyordu.
Hasan Nasrallah ta ABD’nin, IŞİD’e göz yumduğunu söylüyordu!
Lübnan’daki Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, terörist IŞİD örgütünün, özellikle Sünnilere yönelik katliam yaptığını ve emperyalist ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda IŞİD’e göz yumduğunu söylüyor ve “IŞİD, başta Suriye ve Irak olmak üzere S. Arabistan’dan Ürdün’e diğer ülkeler için de tehdit oluşturuyor” diye uyarıyordu. Nasrallah, 2006 İsrail-Lübnan Savaşı yıl dönümü nedeniyle bir televizyon kanalında yaptığı konuşmada, “IŞİD, Suriye ve Irak’ın geniş bir bölümünü kontrol altında tutuyor, petrolü, nehirleri ve barajları kontrol ediyor. Ellerinde büyük miktarda silah ve mühimmat bulunuyor. Bu örgütün yönteminin, katliam yapmak ve insanlara korku salmak olduğu görülüyor” diyordu. İran ve Suriye’yi IŞİD’in arkasında olmakla suçlayanları eleştiren Nasrallah, IŞİD’in Sünnilere yönelik katliamın yanı sıra Kürtler, Yezidiler ve Hıristiyanlara karşı da savaştığını belirterek, “IŞİD, başta Suriye ve Irak olmak üzere Suudi Arabistan’dan Ürdün’e ve Türkiye’ye kadar diğer ülkeler için de tehdit oluşturuyor. ABD, IŞİD’den istifade etmek için ona göz yumuyor” diye uyarıyordu.
“Şeriat cevaz veriyor” safsatasıyla henüz 7 yaşındaki kız çocuklarına nikâh kıymak, kendilerine katılmayan Müslümanları kâfir sayıp vahşice katlettikten sonra kadınlarını kızlarını cariye yapmak, her militanına onlarca cariye ayırmak, Vehhabiler gibi türbeleri yıkmak”gibi cinayet ve rezaletleriyle insanları İslam’dan nefret ettirip uzaklaştıran, aslında Amerika ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda kullanılan IŞİD, ABD ve AKP’nin yıllardır yapamadığını başarıyor, Barzani Peşmergeleriyle PKK teröristlerini bir araya getiriyordu. “Yahu Amerika’nın adamlarıysa, niye bunları bombalıyor?” diyen zavallılar, ABD’nin kuklalarına hiç acımadığını, kullanıp kolayca harcadığını unutuyordu. IŞİD’i, hazırlayan, silahlandıran ve etrafa saldırtan Amerika, bunlar Erbil’e yaklaşınca, Barzani’ye “Bakınız sizi ben kurtardım; sakın ha emrimden çıkmayın!” mesajı vermek için de tutup bombalıyordu. IŞİD’in bu cesareti ve desteği nereden bulduğu üzerine kafa yormadan olayı çözmek zorlaşıyordu. Önce Irak ve Suriye’yi bu hale getiren ABD’nin ve kukla yöneticilerin IŞİD ve benzer örgütler için son derece elverişli bir zemin yaratmış olduklarını bilmemiz gerekiyordu.
'Yeni Ortadoğu'da “ABD-İran-Suudi Arabistan” Troykası mı kuruluyordu?
“Genişletilmiş Misak-ı Milli” sınırlarımızda çok ilginç gelişmeler yaşanıyor, IŞİD merkezli yürütülen dizayn çalışmalarında çok boyutlu tasfiyeler, “demografik düzenlemeler” ve “harita mühendislikleri” acımasız bir şekilde devam ediyordu. Süreçteki “yeni ortaklıklar” da, açıkçası “kimin eli kimin cebinde” sorusunu bir kez daha akıllara getiriyordu. Bunun son örneğini ise, Maliki’nin iktidardan uzaklaştırılması ve hemen akabinde başlatılan operasyonlar oluşturuyordu. Maliki’nin iktidardan düşürülme sürecinde ABD-İran mutabakatına Suudi Arabistan’ın da dâhil olması, kafaları fazlasıyla karıştırıyordu. Yeni Irak yapılanmasında İran ve Suudi Arabistan’ın bir araya gelebileceğine yönelik önemli bir adım olarak kabul edilen bu son dakika gelişmesi, açıkçası ezberleri bozuyordu. ABD’nin Maliki ve IŞİD krizleri üzerinden attığı adımlar, “Yeni Irak” üzerinden çıkarların uyumlaştırılması ve yeni bir paylaşım durumunu akla getiriyor ve ABD’nin “Yeni Ortadoğu Politikası”nda bu açıdan önemli bir test alanı olmaya devam ediyordu. Burada akıllara gelen ilk husus ise, ABD’nin süreçte oynadığı belirleyici rol ve bunun “sürpriz” sonuçları! 2012’nin başlarından itibaren bölgede ilk olarak Suriye üzerinden bir dış politika değişikliğine giden Washington’un Rusya ve İran ile geliştirdiği ilişkiler halen hafızalardaki yerini koruyordu. Türkiye’yi, “Yeni Suriye” sürecinde oyun dışına iten bu politikanın bir benzeri, günümüzde İran ve Suudi Arabistan üzerinden Irak’ta gerçekleştiriliyordu.”[2] İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif “Ülkesine uygulanan nükleer yaptırımların gevşetilmesi” şartıyla, IŞİD’le mücadelede ABD’yi destekleyeceklerini açıklıyordu. IŞID tarafından kafası kesilen savaş muhabiri James Foley’in ailesi daha önce Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de Amerikan ve İngiliz askerlerinin hikâyelerini dünyaya video haber şeklinde röportajlarla aktararak batılı gençlerin Ortadoğu’ya veya Afrika’ya asker olarak gitmelerini engellemek için birçok çalışma yaptığını ve bu nedenle kendisine sahip çıkılmadığını ve IŞİD’in insafına bırakıldığını açıklıyordu. Çünkü James Foley İsrail’i eleştiriyordu. ABD’yi deşifre ediyordu ve İngiltere’yi suçluyordu.
Bütün bunlar Erdoğan’ın Baş Danışmanı Yiğit Bulut’un: “AB ile yolları ayırıp, ABD, İran ve Rusya güdümlü yeni bir Ortadoğu projesine yönelmeliyiz!” sözlerinin ne anlama geldiğini ve hangi Siyonist mahfillerce önerildiğini de açığa vuruyordu. İşgalci ABD’nin kendi canavarlaştırdığı IŞİD’i bahane ederek Irak’a başlattığı bombardıman sürerken, ilave işgalci askerler de ülkeye gelmeye başlıyordu. ABD’nin peşine takılan Almanya Fransa, Kürtleri silahlandırırken, Avustralya da asker göndereceğini açıklıyordu. Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen, IŞİD örgütüyle mücadele için Irak’ın kuzeyindeki Kürtlere askeri teçhizat göndermek istediklerini bildiriyordu. “Türkiye sizi bu konuda destekliyor mu?” sorusu üzerine Leyen, “Türkiye komşu ülke olduğundan yararlı oluyor. Türkiye ülke olarak ve coğrafi açıdan önemli. Örneğin ilk başta malzemeleri buraya götürmeden önce bir üsse indirmek gibi” diyerek AKP iktidarının kendilerinin suç ortağı yaptığını açığa vuruyordu. Ve Erdoğan yönetimi aslında Türkiye’nin kuşatıldığını bile fark etmiyordu.
Bu konuyu şu ayeti kerime mealiyle bitirmemiz gerekiyordu:
“(Ya Rabbi) Bizden-içimizden sefihlerin (beyinsiz, beceriksiz ve hain yöneticilerin ve şuursuz destekçilerinin) yaptıkları nedeniyle, hepimizi helak edecek misin?” (Araf:155)
--
Milli Çözüm Dergisi
[2] mse2009@yahoo.com