Başkanlığı Kazanmak Başka; Başta Kalmak ve Başarılı Olmak Başkaydı!
Hatırlayınız, ABD derin devleti sayılan Yahudi Lobilerinin güdümündeki New York Times: “Eğer Reza Zarrab tanıklık yapar ve ABD olaya karıştığı belirlenen Türk bankalarına karşı adım atarsa; bunun Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan için siyasi sonuçları olacağını” yazmıştı. İşin uzmanları biliyor ki, bu açıkça bir şantajdı ve çok ciddi ve caydırıcı belgelere dayanmış olmalıydı. Kulağı delik kulislere yansıyanlara göre, derin Amerika kanunsuz ve kaçak olarak 1 trilyon dolara yakın karşılıksız para basmış ve bunu Katar ve İran üzerinden, sözde altın-elmas ticareti kılıfıyla Türkiye'ye sokup aklamıştı. Reza Zarrab'ı ve Halk Bankası'nı da aracı olarak kullanmışlardı. Bu paranın 700 milyar dolar kadarı Türkiye, İran ve Katar'da kayıtlı çıksa da 200 milyar dolar kadarı kayıptı. Yanıtı aranan soru: Acaba bu kayıt dışı kayıp para, hangi yetkililerin ve yakın çevresinin adına, İsviçre gibi yabancı bankalara yatırılmıştı ve hangi özel-gizli kasalarda saklanmaktaydı? Yani derin Amerika hem kaçak ve karşılıksız milyarlarını aklamıştı hem de bu kirli işe bulaştırdığı yetkili insanların ve araçların haksızlık ve yanlışlıklarını belgeleyip, şimdi başka sinsi ve Siyonist amaçlarına razı etmek için bir şantaj unsuru olarak mı kullanmaktaydı?!
“Bunlar meselenin görünen yüzü! Bir de arka plandaki asıl gerçekler var! Oysa 15 yıllık AKP iktidarında 800 milyar dolarlık toplam ihale bedelinden havuza aktarılan ve Katar, Singapur ve Malezya bankalarına yatırıldığı ortaya çıkan, 200 milyar dolara yakın rüşvetin resmi belgeleri de ABD'nin elindedir artık! Şantaj amacıyla, yarı resmi olarak açıkladılar! Şimdi asıl mesele, o paraların Türkiye'ye "devlet baskısıyla" fakat "yabancı sermaye gibi" sokulmakta olması ve milletin tapularının, rüşvetten sağlanmış servetle bir-iki ailenin eline geçmesidir! Bu düzen, bugüne kadar fazla oy pusulası ve zarf basılarak sürdürüldü ama artık ayyuka çıktı, ABD'nin elinde Türkiye'ye karşı şantaj vasıtası oldu! Referandum hilesi, bu pisliği de yıkayabilir miydi, bu pisliğe de meşruiyet kazandırabilir miydi?”[1]
Acaba bu doğrultuda birilerine şu dayatmalar yapılmış mıydı?
1- Göstermelik, temelsiz ve projesiz bir ittifak kurduğunuz İran'ı satacaksınız…
2- Epey zamandır, kınadığınız ve karşı çıktığınız Suudi Arabistan'a yaklaşacaksınız…
3- ABD, İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan'ın gizlice anlaştıkları ve hazırlıklara başladıkları “Bütün Filistinlilerin Sina Çölü’ne taşınması” planına dolaylı destek sağlayacaksınız…
4- ABD'nin, Suriye'nin kuzeyinde oluşturulan PYD bölgesinin özerkliğini resmen tanıma girişimine, lâfzen atıp tutsanız da, fiilen razı olacaksınız…
Ve zaten terör örgütü YPG'nin ana gövdesini oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) komutan yardımcısı, “Suriye'de elde ettikleri toprakları sonuna kadar savunacaklarını ve bu maksatla 50 bin kişilik bir ordu hazırlayıp donattıklarını” açıklamıştı.
İngiliz Times gazetesi, Suriyeli Kürtlerin bölgedeki politik ve askeri anlamda son pozisyonuna ilişkin derleme bir haber yayımlamıştı. Haberin, bölgedeki Kürt hareketi içinde etkili olan bir dizi isimle konuşarak hazırlandığı vurgulanmıştı. Haberde, SDG güçlerinin ülkenin yüzde 25'lik bir bölümünü elinde tuttuğu ve 50 bin civarında askeri bulunduğu yer almıştı. Gazeteye konuşan Suriye Demokratik Güçleri komutan yardımcısı Abdül Kadir Effedili, Türkiye’yi kastederek "Koalisyonla yan yana savaşarak özgürleştirdiğimiz şehirlerimizi tehdit edebilecek tüm güçlere karşı ordumuzu yeniden kuruyoruz" diye küstahlaşmıştı.
Bunların karşılığında ise:
a) Sizler makamlarınızı koruyacaksınız.
b) Kayıp milyar dolarların deşifre edilme riskinden kurtulacaksınız.
c) Halkbank Genel Müdür Yardımcısını kurban sunup harcayarak kendilerinizi aklayacaksınız.
d) Türk bankalarına yönelik 40-50 milyar dolarlık para cezalarıyla bu badireyi atlatmış olacaksınız...
e) Ancak iç siyaset malzemesi olarak, ABD ve İsrail aleyhine kurusıkı konuşmakta serbest bırakılacaksınız…
Herhalde, Dışişleri Bakanlığı kaynaklarının, İdlip'deki gelişmelerden duyulan rahatsızlığın Rus ve İranlı muhataplara bildirildiğini açıklaması; ardından Rusya ve İran Büyükelçileri de bu bağlamda Dışişleri'ne çağrılması da bunların bir devamıydı. Yani Rusya ve İran’la aramıza mesafe konulmaktaydı. Dışişleri Bakanlığı kaynakları, Suriye Rejim birliklerinin İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesi’nin (GAB) güneydoğusunda bir süredir yürüttüğü kara harekâtı çerçevesinde son günlerde İdlip GAB sınırlarını ihlal ederek, bölge içinde kalan bazı yerleşim birimlerinin kontrolünü ele geçirdiği konusunda uyarmıştı. Türkiye; Rejim birliklerinin bu şekilde ilerlemesi basit bir ateşkes ihlali olmayıp, Astana'da üç garantörün varmış olduğu mutabakatın hilafına İdlip GAB sınırlarının ihlali olduğu vurgulanarak: "Bu çerçevede, rejimin İdlip GAB sınırlarını ihlalinden duyduğumuz rahatsızlık geçtiğimiz günlerde askeri ve diplomatik kanallardan Astana’da rejimin garantörlüğünü üstlenen Rus ve İranlı muhataplarımıza bildirilmiştir.” açıklamasını yapmıştı.
Tam da böyle bir süreçte NATO Türkiye’nin değil, Rusya’nın ve İran’ın yanında yer almıştı. NATO eski Genel Sekreteri De Hoop Scheffer, Hollanda televizyonuna yaptığı açıklamada “NATO'nun, Rusya'nın 'kırmızı çizgilerine' saygı göstermesi gerektiğini” hatırlatmıştı. İttifakın, Ukrayna ve Gürcistan'a üyelik sözü vermesinin Putin'in radikalleşmesine neden olduğunu söyleyen Scheffer, Rusya liderinin eski Sovyetler Birliği dönemindeki agresif tutumuna geri dönmesine katkıda bulunduğunu dile getirmesi önemli bir mesajdı!?
Şimdi soruyoruz, iz’an ve vicdan ehline hatırlatıyoruz:
Başkanları, başbakanları, bakanları, bürokratları ve yandaş yazar ve yorumcuları, aylardır ve çok ağır ithamlarla yeni Suud yönetimini kınadıkları ve çok kızdıracak tavırlar takındıkları halde, ne olmuştu da, ABD'deki Reza Zarrab davasının karar öncesinde, Sn. Binali Yıldırım’ı apar topar Riyad’a yollamışlardı? Bu sürpriz buluşmada neleri konuşmuşlar ve hangi konularda anlaşmışlardı? Anlaşmaya varılan hususlar arasında, Filistinli mazlum Müslümanların Sina Yarımadası'na taşınması konusu da var mıydı?
“Hadi canım sende, bunlar hiç, böyle bir zulme ve ihanete razı olurlar mıydı?” diyenlere, ABD ve AB öyle istediği için, NATO'nun ve Haçlı ordularının tamamen haksız ve dayanaksız gerekçelerle kardeş ve Müslüman Libya'ya hem de Filistinlilerin en büyük hamisi olan Kaddafi Libyasına saldırılarına destek çıkanların, on binlerce insanın suçsuz yere katledilmesine, bütün Libya'nın tahrip ve talan edilmesine suç ortaklığı yapanların kimler olduğunu hatırlatmamız lazımdı ve yeterli sayılırdı!
Küçük Netanyahu babasının foyasını ortaya çıkarmıştı
İsrail çetebaşı Binyamin Netanyahu’nun oğlu Yair Netanyahu, milyarder iş adamının oğluyla striptiz kulübünün çıkışında yaptığı konuşmanın ses kayıtları medyada yer almıştı. Küçük Netanyahu’nun ses kayıtları, arkadaşının babasıyla yapılan 20 milyar dolarlık doğalgaz anlaşmasını ortaya çıkarmıştı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun oğlu Yair Netanyahu ve İsrailli doğalgaz milyarderinin oğlu Nir Maimon’la aralarında geçen ses kayıtları doğal gaz anlaşmasını ortaya çıkarmıştı. Yair Netanyahu’nun ses kaydının Tel Aviv’de bir striptiz kulübünde kayda alındığı anlaşılmıştı. Yair ile Nir’in İbranice olan ses kayıtlarında striptizciler için ödemiş oldukları para hakkında tartıştıkları ifade edilirken, muhtemelen sarhoş oldukları vurgulanmıştı. Ayrıca striptiz kulübünün çıkışında geçen konuşmalarda Yair Netanyahu’nun milyarder iş adamı Koby Maimon’un oğlu Nir Maimon’a, “Babam 20 milyar dolarlık gaz anlaşması imzaladı ve sen benden 400 Şekel’i mi esirgiyorsun” dediği ortaya çıkmıştı. Öte yandan Binyamin Netanyahu’nun avukatının ses kaydının yayınlanmasını engellemeye çalıştığı aktarılmıştı. İşte bu 20 milyarlık doğalgaz anlaşması, Gazze bölgesinde bulunmaktaydı ve İsrail bu bölgenin tamamına ve tek başına sahip olmak için Filistinlilerce boşaltılmasını planlamaktaydı.
Sadece bunlar değil; şahsi ikbal ve siyasi iktidar uğruna, halkımız şuursuzca ve sorumsuzca kamplaştırılıp kutuplaştırılmakta, "Sivil ve silahlı milis güçleri mi oluşturuluyor?” kaygılarını haklı çıkaracak gelişmeler yaşanmakta ve maalesef “Ben kazanamayacaksam, herkes kaybetsin...” yaklaşımı gelecek umutlarımızı karartmaktaydı. Elbette ve kesinlikle, Sn. Erdoğan'ın vartaları ve hataları bahanesiyle, dış güçlerin ülkemizi parçalama ve devletimizi zayıflatma hesaplarına karşı çıkılmalıdır; ama şahısların nefsi ihtirasları uğruna milletimizin bu sıkıntı ve sarsıntıları yaşama mecburiyeti olmadığı da unutulmamalıydı.
Bütün bunlardan ve farkında olmadığımız daha başka durumlardan dolayı, tabiatta ve tarih boyunca sosyal olaylarda geçerli olan Sünnetullah’a (Allah'ın adetlerine ve adalet prensiplerine) bakarak, Bizde oluşan kanaate göre -haydi ortadan konuşalım- belki de, Sn. Erdoğan bu sefer Cumhurbaşkanı olamayacak ve seçimi kazanamayacaktı. Ve bu durum hem kendisi ve ailesi, hem de ülkemiz için inşaallah hayırlı olacaktı. Yani, velevki zahiren kazansa bile gerçekte kaybetmiş olacaktı. Velhasıl, seçimi kazansa da nefsi ve dünyevi heveslerine ulaşamamasının, hatta farkında olmadan Hak davanın sadıklarına imkân ve fırsat sağlamasının da, Allah’ın bir tuzağı olacağı unutulmamalıydı.
Bu hususta:
“Ahmak odur, kadere güvenmeye
Allah bilir, kim kazana kim yiye…” özdeyişi oldukça anlamlıydı.
İlahi takdire inanan ve Kur'an'ın vaadini ciddiye alanlar için şu ayeti kerimeler ufuk açıcı olacaktır:
“Artık bu (Hakk) sözü (ve Kur'an'ın hükmünü) yalan sayanı (ve kendi heva ve kuruntularına uyanı) Sen Bana bırak! Ki, Biz onları hiç bilmeyecekleri bir yönden (ve fark etmeyecekleri yöntemlerle) derece derece (adım adım helake ve dalalete) yaklaştıracağız. (Yani, açık din düşmanlarına ve Müslüman dava adamı görüntülü münafıklara kulak asmayın, onların işi bize kalmıştır. Bilmeden bir kimseyi helake sürüklemenin bir şekli de şudur: Zalim ve doğruluk düşmanı birine bu dünyada sıhhat, mal, evlat, başarı gibi bazı nimetler verilir. Böylece kendisinde hiçbir günah ve yanılgı olmadığını zannederek Hakka karşı gizli düşmanlığa, zulüm ve isyana battıkça batıp tükenmektedir. Bu nimetlerin kendisi için bir bağış değil, bilakis felaketine vesile olduğunu fark etmemektedir.)”
“Ben onlara şimdilik mühlet verip süre tanıyorum. Elbette Benim düzenim (cezalandırmam) sapasağlamdır. (Ayette "Keyd" kelimesi geçmektedir. Bunun anlamı gizli plan yapmak demektir. Mekr: Arapça bir kelime olarak "ansızın uygulamaya konuluncaya kadar hain ve zalim rakiplerin; her şeyin kendi arzuları ve planları doğrultusunda ve yolunda gittiği şeklinde aldatılıp duran bir kimse aleyhinde hazırlanmış gizli bir plânı" ifade etmektedir. Mekr: Sinsi ve gizli projelerle, hissedilmeyecek hile ve düzenlerle; düşmanlarına ve dost görünümlü münafık istismarcılarına zarar vermeye yönelmektir).” (Kalem: 44-45)
“Yakında Biz onun hortumu (burnu) üzerine (zillet ve rezalet) damgası vurup bu (kötü gidişatı değiştireceğiz, bunların kinlerini ve kirli yönlerini herkese göstereceğiz).”
“Gerçek şu ki, Biz o bahçe sahiplerine bela verdiğimiz gibi, bunlara da bela verdik (vereceğiz). Hani onlar, sabah vakti (erkenden ve kimseye haber vermeden) onu (bahçeyi) mutlaka devşireceklerine dair and içmişlerdi. ("Sarm": Bağ kesmek, üzüm ve meyve devşirmek anlamına geldiği gibi, bir şeyi kökünden kesip koparmak ve tamamen ayırmak anlamına da gelir. Bunlar gönüllerince bağın kendisini değil, meyvesini devşirmeyi kastetmiş olsalar da yeminlerinde şöyle demişlerdir: "Vallahi o bağı sabahleyin mutlaka ve kesinlikle keseceğiz". Oysa bu tamamen kendi ellerinde değildi. Gerek o bağın, gerek kendilerinin sabaha çıkıp çıkmayacaklarını dahi bilemezlerdi. Ama dünyaya düşkünlükleri, davalarını ve kutsallarını istismar etmeleri, kötü niyet ve tıynetleri onları böyle bir gaflet ve hıyanete sürüklemişti).”
“(Bu konuda) Hiçbir istisna yapmaya (ve temkinli davranmaya gerek görmemişlerdi. Yani, kendi kudret ve güçlerine o kadar güveniyorlardı ki, "Allah'ın izniyle" demeden, "kendi bağlarımızın meyvelerini toplayacağız" diye kesinlikle yemin etme gafletine düşmüşlerdi).”
“Fakat onlar uyuyorlarken, Rabbin tarafından dolaşıp-gelen bir bela-afet onun (bahçesinin, çiftliğinin, atölyesinin, ticarethanesinin ve partisinin-hükümetinin) üstünü sarıp-kuşatıvermişti. (Evet, onlar bu gaflet ve hıyanet içinde iken Rabbin tarafından oluşan ve zalimlerin peşinde dolaşan ilâhî bir emir, bir afet o bağın altını üstüne çevirmişti. Bir rivayete göre bağın bulunduğu vadiden bir ateş çıkıp o bağı kökünden yakarak kavurup bitirivermişti).”
“Sonunda (bahçe) kökünden kuruyup-kapkara kesilmişti. (Böbürlenip hıyanete yöneldikleri tüm imkânları ve istismar teşkilatları ellerinden gitmişti).” (Kalem: 16-20)
Şiir
“Bu âlemde her şey, bana fedadır
Ben sultanım, gayrı; herkes gedadır”1
Diyen o gafile, hatırlatılır
Maksut sen değilsin, Cenab Hüdâ'dır2…
Bana kızarak diyor ki:
“Deşifre edersin, kara kutumu
Kınarsın nefsimi, kutsal putumu...”
Bil, Sünnetullah’tır; azan kişinin
Yere sürtülecek, gurur hortumu”3…
1- Geda: Yoksul, köle.
2- Hüda: Hidayet edici Allah.
3- Bak: Kalem Suresi: 16. ayet.
“Ben kutsalım, rakiplerim Şeytan...” mantığı!
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin TBMM grup toplantısında milletvekillerine konuşmasında isim vermeden Abdullah Gül için: “Artık bu kervanda değil” diyerek suçlamış ve dışlamıştı. AKP'nin büyük kongresinin Eylül ayında yapılacağını açıklayan Erdoğan, KHK eleştirisinde bulunan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için şu tespitleri yapmıştı:
''Geçmişte partimiz çatısı altında olup da bugün dışarıda başka havalarda gezen hiç kimsenin partimizle ilgili söz söylemeye hakkı yoktur. Bu beraberliği, bu dayanışmayı zedeleyenler bilsinler ki artık bu kervanın samimi yolcuları değildir…. Biz bu yola çıkarken ahdederek çıktık. Bu ahitle çıkarken de sadakatin aslolan bir kavram olduğunu bilerek çıktık. Bu trenden düşenler, düştükleri yerde kalırlar.”
Evet, niyeti ve tıyneti bizce de malum olan Abdullah Gül ile Sn. Erdoğan, bütün dış güçlerin ve içerideki tetikçilerinin “çok tehlikeli” saydıkları Milli Görüş ve Erbakan çizgisine birlikte hıyanet edip, “Nuh'un Gemisi”nden inmişlerdi. AB takipçisi, İsrail'le normalleşici, batılla ve Batıyla işbirlikçi, faizci ve rantiyeci AKP “Hakikat Kervanı” değil ki, bundan inenler hain ve dönek ilan edilsindi. Öyle ise şimdi “Bizden ayrılanı veya karşı çıkanı barındırmayız!” tehditleri şebeke şeflerinin söylemiydi. Oysa Gül, hayır cephesinin ortak adayı ve umut ışığı falan değildi. Abdullah Gül, daha çok, bugün AKP içinde muhaliflerin geldikleri nokta olan sözde “İslami muhafazakâr demokrat” eğilimlerin ve siyasi yönelimlerin bir hevesydi. Yani Gül, esas AKP’yi Milli Görüş’e hıyanet ettikleri çizgiyi istemekteydi.
“Bu açıdan bakıldığında, AKP içinde liderin ve kurduğu yapının ilk ciddi tökezlemesiyle, bu muhalif kesim en ciddi seçenek olarak gündeme gelecektir. Dahası, tökezlemenin ağırlığı ve ciddiliği doğrultusunda, parti yönetimini de devralabilirler. Bunun için Türkiye tarihinin en kritik seçimi sürecindeyiz (Tabii bu sürecin normal ve yasalara uygun geçeceğini söyleyemeyiz). Bu kritik süreç, hem Türkiye tarihi için, hem muhalefet ve geleceği için hem de Gül ve arkadaşları için hayati önemdedir. Hatta bu önem, belki de hepsinden fazla RTE için geçerlidir. Çünkü kaybetti mi, “Yerli ve Milli” uydurma politikasıyla Türkiye’yi yeniden ikiye bölen ittifak çökecek, büyük bir tökezleme yaşanacak ve RTE’nin liderliğinin sona ereceği bir sürece girilecektir.”[2] kuşkularını pompalayanlar aslında Sn. Erdoğan'a dolaylı destek vermekteydi ve bu badireden çıkış yollarını göstermekteydi.
Tayyip Bey'in, siyasi ihtiraslarını ve şahsi hatalarını, Türkiye'nin aleyhine kullanmak isteyen dış güçlere ve işbirlikçilerine karşı, “Devletin” ciddi tedbirlerle Milli hedefleri gözetmesini ve önemli dış ve iç kararları müdahale kontrolüyle şekillendirmesini, Sn. Cumhurbaşkanı’nın ve yandaşlarının “kendi kerametleri” zannetmeleri de büyük bir yanılgı eseriydi.
Bu arada; Devlet Bahçeli, Türkiye siyasetinin akışına kritik müdahalelerde bulunan bir siyasetçiydi! Çoğu zaman bu müdahaleleri partisinin güncel menfaatlerine aykırı bulunsa da aldığı oyun ötesinde etkili olmasını sağlayan birisiydi. Hatırlayalım, partisinin yüzde 10 barajının altına düşme tehdidi olmasına rağmen 2002 erken seçimlerine gidilmesinde önemli bir rol üstlenmişti. Ancak Bahçeli'nin özellikle son üç yıldır yaşanan dönüşümleri etkileme, kimi zaman da başlatma konumunun oldukça sıra dışı olduğunu düşünenlere hak vermek gerekirdi. Sn. Bahçeli 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra koalisyon hükümeti kurulmasını engelleyerek Kasım 2015 seçimlerine gidilmesini sağlayan isimdi. Hem de partisini bölecek bir riski alarak bunu yapabilmişti. Yine PKK ile mücadelenin başlamasından itibaren AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan eleştirilerini minimuma indirmişti. Ve 15 Temmuz direnişinden sonra ise hem FETÖ ve PKK ile mücadelede hem de dış politikadaki gerilimlerde hep hükümetin ve Erdoğan'ın yanında yer alıvermişti. "Yenikapı ruhuna sahip çıkarak" Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasetini açıkça desteklemişti. 16 Nisan cumhurbaşkanlığı sistemine geçişi referanduma götüren işaret fişeğini de Bahçeli ateşlemişti. Nihayet Bahçeli’den, yaptığı basın toplantısında ise 2019 hesaplarını etkileyecek önemli bir açıklama gelmişti: "MHP, Cumhurbaşkanlığı adayı göstermeyecektir. Anayasa’da beraber hareket ettiğimiz parti ile beraber sonuç almak Türkiye'nin hayrına olacağı inancındayız. 7 Ağustos'ta başlatılan ruha MHP sadıktır. Yenikapı meselesini de iyi anlamak lazımdır. MHP'nin Cumhurbaşkanı adayı yoktur, MHP Genel Başkanı aday olmayacaktır. MHP olursa ittifakla, olmazsa kendi partisi olarak milletvekilliği seçimine girer. Cumhurbaşkanı seçiminde Recep T. Erdoğan'ı destekleme kararı alır… Sn. Bahçeli'nin, seçim barajı ve ittifakı konuları netleşmeden, bu açıklamayı yapması kendisinin siyasetin akışına müdahalelerindeki önemli bir göstergeydi. Abdullah Gül'ün ya da AK Parti içerisinden bazı isimlerin 2019 seçimlerinde cumhurbaşkanı adayı olma ihtimali konuşulan günlerde Bahçeli bu çıkışıyla Erdoğan'a olan desteğini açık çek halinde sunmaktan çekinmemişti.”[3] tespitleri de yerindeydi, ama bu durumu doğru yorumlamak gerekirdi. Bize göre Sn. Bahçeli'nin tavırlarının “devletin” bir stratejisi olduğu sezilmekteydi; bunların amaçları ve sonuçları sonradan zuhur edecekti. AKP'li milletvekilleriyle bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın: “Milli ve yerli olan herkesle birlikte hareket ederiz. Biz seçim ititfakını milli mutabakat olarak görüyoruz. Sayın Bahçeli milli ve yerli bir duruş sergiliyor” sözlerini de böyle okumak gerekirdi.
Sn. Erdoğan ile Sn. Abdullah Gül arasındaki tartışma ve zıtlaşmanın, öyle “Vatan Millet aşkından, Hakka ve hayra hizmet yarışından” değil, şahsi makam ve çıkar çatışmasından kaynaklandığı açıktı. Her ikisi de, İslam ve insanlık adına en hayırlı ve yararlı programlarla ortaya çıkan ve tarihi adımlar atan Milli Görüş davasına, hıyanet karşılığı ve en yakın adamlarının itirafıyla “Dış güçlerin bir projesi olarak” iktidara taşınmışlardı. Şimdi bunların birbirlerine karşı “vefadan, sadakatten” bahsetmesi mide bulandırıcıydı.
Erdoğan ve Gül arasında KHK ile başlayan tartışma Erdoğan'ın sert tepkileriyle doruğa çıkmıştı. Gül'ün Erdoğan'ın sözlerine ne yanıt vereceği merak edilirken, 2019 seçimlerinde aday olup olmayacağı tartışılagelen Gül'ün Şubat'ta sahalara ineceği yazılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isim vermeden hedef aldığı Abdullah Gül “ne yapsam, ne etsem?” sabrının sonuna dayanmıştı ve alınan bilgilere göre Abdullah Gül Şubat ayında bazı adımlar atacaktı. İlk etapta parti kurmayacaktı, ama “Partiler Üstüyüm” kılıfıyla Erdoğan'ın yanlış adımlarını ve tehlikeli sonuçlarını anlatmaya başlayacaktı.
“• Zaten; 2007’de Cumhurbaşkanlığı için Erdoğan’ın aklındaki ismin Gül olmadığı, ancak Arınç gibi isimlerin Gül için ısrarcı olup sonuç aldıkları o dönem basına yansımıştı ve o haberler hiç yalanlanmamıştı.
• Gül, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, “herkesin Cumhurbaşkanı” olma kaygısıyla zaman zaman AKP iktidarı ile ters düşmekten sakınmamıştı. Gezi olaylarında, Suriye politikalarında, AB ile ilişkilerde, çözüm sürecinde hem hükümetten hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan farklı görüşler ortaya koymuşlardı.
• Gül’ün Cumhurbaşkanlığının son yıllarında, kendi tabiriyle “hükümete düşünce özgürlüğü, demokrasi ve hukuk devleti konusunda uyarılar yapmaya” yoğunlaşmıştı.
• Gül, 2014’te yeniden aday olmak arzusundaydı, ancak aday yapılmamıştı.
• Aday olamayınca partiye görkemli bir şekilde, belki de genel başkan olarak dönebilme umutları taşımıştı. Ancak, AKP Kongresi, yeni genel başkanın kamuoyuna açıklanması, Gül’ün görev süresi bitmeden tasarlanmış ve bu ihtimalin önü tamamen tıkanmıştı.
• Tuğrul Türkeş bile görkemli bir törenle AKP’ye üye yapılırken Gül Kayseri’den sessiz sedasız üye olmak zorunda bırakılmıştı.
• Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında “Salonlardan salonlara koşan değil, şantiyelerde gezen bir cumhurbaşkanı olacağım” sözleri de Gül’ü hedef almıştı.
• Gül, 16 Nisan referandumu öncesinde açıktan Parlamenter sistemin yanında tavır almıştı.
• Son olarak da KHK konusundaki düzenlemenin “muğlâk” olduğunu ısrarla vurgulamıştı.
Bu arada Gül ve sıkça görüştüğü bazı AKP’lilerin “yolları ayrıldı” yorumlarına “Biz halâ AKP’nin kuruluşunda çizilen yoldan gidiyoruz” yanıtını verdiklerini de hatırlatmak lazımdı. Buna kanıt olarak da AKP’nin yükseliş dönemlerinde öne çıkan birçok ünlü siyasetçinin, eleştirel tavırları nedeniyle bugün Gül gibi çemberin dışında kaldığını gösteriyorlardı.” tespitleri de anlamlıydı. Bu arada Sn. Erdoğan ile Abdullah Gül'ün ilk defa böylesine açıktan tartışıp restleştiklerini de unutmamak lazımdı.
Acaba, Cumhurbaşkanlarının bilek güreşi nasıl sonuçlanacaktı?
2017’nin son günlerinde başlayan “cumhurbaşkanlarının bilek güreşi” öyle görünüyor ki 2018’de de sürecekti. Hâlihazırdaki Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir önceki Cumhurbaşkanı Gül arasında son çıkarılan KHK yüzünden başlayan tartışma kısa vadede sonuçlanacak gibi değildi. Hatırlayacağınız gibi bir önceki Cumhurbaşkanı Gül son KHK’daki muğlâk ifadelerden yakınmış ve bunun telafisinin yararlı olacağını dile getirmişti. Gül’ün bu çıkışı üzerine mevcut Cumhurbaşkanı Erdoğan da tabir caizse açmış ağzını yummuş gözünü ve bir önceki Cumhurbaşkanı Gül’e bir hayli yüklenmişti. Yakın zamana kadar “sesi soluğu çıkmayanların” bir anda “olur olmaz konuşmaya” başladıklarını iddia ederek Gül’ün hayır bloğunda yer almasının kendilerini üzdüğünü dile getirmişti. Erdoğan’ın bu sert açıklamalarına karşı Gül cephesinden gelen cevap oldukça kısa ama bir o kadar manidar görünmekteydi. Bir önceki Cumhurbaşkanı Gül, “Görüşlerimi açıklamaya devam edeceğim” diyerek kendisine yöneltilen bu sert eleştirileri pek kaale almadığı havasını estirmişti. Bir taraf aklına geleni söyleyip dururken öteki tarafın “görüşlerimi açıklamaya devam edeceğim” demesi ilişkilerin çoktan kopmuş olduğuna delalet etmiyorsa neye işaret ediyor olabilir ki? Bu arada Başbakan Binali Yıldırım’ın da, “Buna kim itiraz ediyorsa darbecilerden farkı yoktur” diye tartışmanın tuzu biberi olması taraflar arasındaki anlaşmazlığın hangi boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından oldukça dikkat çekici değil miydi?[4]
Fehmi Koru’nun dolaylı çağrısı!
“Bazılarının sandığı ve herkese de kabul ettirmeye çalıştığının aksine, Abdullah Gül, hesapçı olmayan, açık bir kitap gibi şeffaf biri. Kendisinden çok başkalarını ve ülkeyi düşünür. Attığı her adımda uzun yıllardır tanıdığı yol arkadaşlarına en çok sorduğu soru, “attığı o adımın içinden çıktığı kesime mensup sıradan insanlar tarafından nasıl karşılandığı” sorusudur. Genel eğilimin dışında kalmak istemeyen bir yapısı vardır…. Son KHK’daki ‘müphem’ ifadelerin daha kesin ifadelerle yer değiştirmesini talep ettiği ilk mesajından itibaren ağzından ve kaleminden çıkanların hep bilinen nazik üslubunu yansıttığını da herkes görüyor olmalı…
Sabır, ama nereye kadar? Ne yaptığının ve neler yapacağının tahmin edilmesi hiç de zor olmayan bir insan Abdullah Gül. Şimdilerde sağda-solda çıkan değerlendirme yazılarını okuduğum ve TV ekranlarına taşınan yorumlara kulak verdiğim zaman, yazılanlar ve söylenenlerden dehşete düşüyorum…. Elbette Gül’ün de sabrının bir sınırı vardır; ancak O’nun sabır eşiği biraz daha geniş. Elbette, kendisinden beklentiler arttığında, kişisel yapısı öne çıkmamaya müsait olduğu halde, görev üstlenmekten kaçınmadığı da biliniyor. Ancak sabrının taşması ve ‘‘Bana bir görev düşüyor mu?’’ sorusu eşliğinde öne çıkması o kadar kolay olmuyor….
Başgösteren tartışmalar sabrını zorluyor olabilir mi? Zorlasa da medyadan bazılarının O’na biçtiği rolü kabullenmesi için bu kadarının yeterli olmadığını düşünüyorum…. Ortak aklın ve sağduyulu yaklaşımın ortadan bütünüyle kalktığı bir ortamla karşı karşıya kalınırsa ancak o zaman iş değişebilir.” diyen Fehmi Koru:
1- Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı için dıştaki ve içteki etkili odakların ve medyanın daha yoğun ilgisi ve garantisi gerekir, demeye getiriyordu.
2- “Attığı adımın içinden çıktığı kesimce nasıl karşılanacağını dikkate alır” diyerek de, Milli Görüşçülerden, küskün AKP’lilerden ve Saadet Partisi'nden destek bekliyordu…
Milli Gazete’den Ahmet Yavuz'un şu yazısı da acaba Abdullah Gül'e arka çıkıldığını mı gösteriyordu? Çünkü bazıları her nedense Erbakan'a ve haklı davasına hıyanet edenlere hala özel bir hürmet ve muhabbet besliyordu!
“Gül’ün çıkışı! Erdoğan ile Gül ilk kez açıktan tartışıyor. Restleşiyor. Bu noktada Abdullah Gül’e, “Artık ya parti kur ya ortak bir platformun adayı ol! Çık milletin karşısına, daha fazla oyalama!” baskısı artıyor. Nitekim Gül ve ekibinin, hareketin kurucusu ve Cumhurbaşkanı olarak; kabineden, Saray’dan ve genel merkezden ve milletvekillerinden bazı isimlerle görüştüğü biliniyor. İşte Erdoğan’ın sert Gül tepkisi de KHK’dan değil, bundan! Erken doğuma zorluyor! Peki, şu an ülkede gücünü pek çok noktada tahkim etmiş Erdoğan’ın karşısına “içeriden” çıkacak cesaret kimde var? Dahası AK Parti’den de, diğer bütün partilerin tabanından oy alabilecek potansiyel siyasi tecrübe kimde? Bu noktada fikirler müşterek! Nitekim Fazilet Partisi’nin Mayıs 2000’deki kongresinde aday çıkan da Abdullah GÜL’dü. 2018 siyasi ezberleri alt üst edecek!”
Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu partisinin genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında 2019 cumhurbaşkanlığı seçiminde ne yapacakları sorusunu yanıtlarken: “Abdullah Gül'ün KHK çıkışı nedeniyle ‘hain’ ilan edilmesine tepki gösteriyor ve 2019'da ‘en güçlü adayı destekleyeceklerini’ ilan ediyordu.” Gündeme ilişkin değerlendirmeler yapan Karamollaoğlu şunları söylüyordu: “OHAL dönemi oldubitti dönemi, ya da diktatörlük dönemi değildir. Türkiye'de bir kalkışma olacak diye ülkeyi sürekli OHAL’de tutmak doğru değildir… TBMM tek bir kişiyi değil, 80 milyonu temsil etmelidir. Seçim barajı tamamen kaldırılmalı, seçimlere girme hakkı olan tüm siyasi partiler belli kriterler ışığında hazine yardımından yararlanabilmelidir… Cumhurbaşkanlığı seçimi için 100 bin imza toplanması kolay hale getirilmeli, imza noterden değil, seçim kurullarına başvurarak toplanabilmelidir.”
Emrimizdeki yargı “doğru”, bağımsız yargı “yanlıştır” yaklaşımı!
Anayasa Mahkemesi, tutuklu gazeteciler Şahin Alpay ve Mehmet Altan'ın bireysel başvurusunda hak ihlali kararı vererek oy çokluğuyla tahliyelerine hükmedince AKP kurmayları hırçınlaşmıştı. Yüksek Mahkeme, 6’ya karşı 11 üyenin oy çokluğuyla başvurucularla ilgili ihlal kararı alıp, Şahin Alpay ile Mehmet Altan’ın tahliyelerine hükmedince, AKP’liler saldırmaya başlamıştı. Bunun üzerine bazı gazeteciler sosyal medya hesabından, bu kararın Cumhuriyet davasında da emsal olacağını yazmıştı. Başbakan Binali Yıldırım Anayasa Mahkemesi'nin gazeteciler Şahin Alpay ve Mehmet Altan hakkında verdiği “hak ihlali kararını” Cuma namazı çıkışında değerlendirirken “Anayasa Mahkemesi'nin davanın içeriğinden habersiz bulunduğunu, oysa yerel mahkemenin davaya hâkim olduğunu” açıklamıştı.
Binali Yıldırım: "FETÖ'yle mücadeleyi zaafa uğratmamalı" bahanesiyle Yüksek Mahkeme’ye talimat buyurmaya kalkışmıştı:
“Yerel mahkeme, içeriği ve AYM'nin kararlarını dikkate alarak en uygun kararı, hukuka uygun kararı verecektir. Bizim yürütme olarak beklentimiz, büyük bir mücadele verdiğimiz FETÖ terör örgütü ile mücadelenin zaafa uğramasına sebep olacak ve böyle anlaşılacak kararlardan sakınıvermeleridir. Bu konuda çok dikkatli davranmak hem mahkemenin hem idarenin görevidir.” diyen Başbakan’ın bu sözleri yargıya talimat olarak yorumlanmıştı. Zaten Cumhurbaşkanı, bakanlar, yüksek bürokratlar ve yandaş yazarlar da aynı tavrı takınmışlardı. İşte bu tavır, AKP iktidarının “Yargı bağımsızlığı ve yargı kararlarına saygı” anlayışlarını yansıtmaktaydı.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, cuma namazı çıkışında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bazı AKP’lilerin yaptığı eleştiriler sorulduğunda: "Bu konularla ilgili polemiğe girmek yakışmaz. Onun için polemiğe girmiyorum arkadaşlarla" diyerek, kendi aleyhinde atıp tutanları “polemikçilik”le suçlamış ve dolaylı olarak “basit hesapların adamı olmaktan vazgeçin!” diye uyarmıştı. Gül, Anayasa Mahkemesi'nin gazeteciler Mehmet Altan ve Şahin Alpay için verdiği karar hakkında da yine AKP kurmaylarının tavrını yanlış bulduğunu açıklamıştı: "Yargılama yine devam eder ama gazetecilerin, yazarların serbest yargılanması gerektiğini hep söyledim. Herhalde son defa Meclis’e sevk edildiği kanaatindeyim OHAL’in. Umarım son kez uzatılır. Olağanüstü bir dönem yaşadı Türkiye; bunların kontrol edilmesi için gerekliydi, ama artık normalleşmesi herkes için büyük bir ümit olur kanaatindeyim.” diyerek Anayasa mahkemesi’ne destek çıkmıştı.
[1] Bak: “Asıl mesele, toplam 200 milyar dolarlık rüşvetin meşruiyeti!” Arslan Bulut, Yeniçağ, 19 Nisan 2017
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/900636/Gul__RTE_nin_yerine_mi_oynuyor?”
[3] https://www.sabah.com.tr/yazarlar/duran/2018/01/09/2019-hesaplarina-bahceli-mudahalesi
[4] Zeki Ceyhan / Millli Gazete