Şubat 14 15:35

Cemaat’le Hükümetin “Çıkar Kavgası” Ve SABATAİSTLERİN ORDU KARŞITLIĞI

Cemaat’le Hükümetin “Çıkar Kavgası” Ve SABATAİSTLERİN ORDU KARŞITLIĞI

Cemaat’le Hükümetin “Çıkar Kavgası” Ve SABATAİSTLERİN ORDU KARŞITLIĞI

Erdoğan ve oğlu arasında 2,5 milyar dolarlık kara parayı “aklama-saklama” görüşmelerini “montaj” kabul eden hem Sn. Başbakan, hem de bakanları, kurmayları ve yalaka yazarları; acaba aynı teknolojik avantajları kullanarak TSK aleyhine oluşturulan suni ve sahte delilleri niye “sağlam kanıt” sayıp sahipleniyor, üstelik PKK Militanlarını “gizli ve güvenli tanık” diye dinletip orduya şantaj yapmaya kalkışıyordu? Yeri gelmişken şu gerçeklerin de vurgulanması gerekiyordu:

TSK, ne yozlaştırılmış ve özünden uzaklaştırılmış bir Atatürkçülüğün kılıfı haline getirilen Masonik Kemalizm’in ve Din düşmanlığı şeklinde yürütülen bir Darwinist Laikçiliğin değnekçisi ve takipçisidir; ne de “ılımlı İslam” vernikli ve demokrasi etiketli Siyonist kapitalizmin sömürü sisteminin bekçisidir! Bizim Kahraman Ordumuz; binlerce yıldır süregelen Milli birlik ve dirliğimizin ve Cennet ülkemizde ve Cumhuriyet düzeninde hürriyet ve haysiyetimizin garantisi; namus, onur ve huzurumuzun güvencesidir! TSK, tarih boyunca olduğu gibi bugün de, tüm mağdur ve mazlumlara uzanan şefkat eli, ama zalimlerin ve hainlerin yakasına yapışan bir aslan pençesidir. Erbakan Hoca’nın: “Bir kimse Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan, Kosova’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan, Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, Sultan Fatih olup atını denize sürmeden, Çanakkale’de Seyit Çavuş olup 250 kiloluk mermiyi “Ya Allah” deyip namluya sürmeden, bir insan (Şanlı Kurtuluş Savaşımızın ilk zaferi sayılan ve Mustafa Kemalin komutasında yapılan) Sakarya’nın siperlerine girmeden ve (ve bizzat Kendisinin büyük bir dirayet ve cesaretle tarihi çıkarma emrini verdiği) Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden Milli Görüş’ün ne olduğunu anlayamaz.” Sözleri ordumuzun değerini ve Milli Görüş düşüncesini ne güzel ifade ediyordu.

Dolaşıma giren R. Tayyip Erdoğan’la ilgili ses kayıtlarıyla birlikte CHP ile Gülen cemaati arasındaki ilişkilerin alabildiğine geliştiği gözleniyordu. Zaman Gazetesi bütün sayfa baba-oğul Erdoğanların kayıtlarını birinci sayfadan veriyordu. Göbekte, grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu resmi ve gayri resmi “Kayıtları incelettik, Ağrı Dağı kadar gerçekler” sözleri yer alıyordu. Ergenekon, Balyoz gibi süreçlerde, Cemaat’in devlet içindeki kadroların temin ettiği (veya ürettiği) belgeler ilkin Taraf Gazetesi’nde yayınlanıyor, Cemaat medyası da ertesi gün ona referans vererek bunları yaygınlaştırıyordu. Bu sefer mayınlı sahayı geçmede CHP’den istifade ettiği anlaşılıyordu. Peki bu nereye kadar sürer? Dün hükümet ile Cemaat ortak düşmana (yani TSK’ya) karşı işbirliği yapıyor ve zafere ulaştıktan kısa süre sonra birbirleriyle savaşmaya başlıyordu. CHP ile Cemaat işbirliği de ortak düşmanı (Erdoğan’ı) alt etmeyle sonuçlanabilir. Ama sonrası meçhul” tespitleri, hem çok sinsi ve tehlikeli kurguları, hem de çok ciddi kuşkuları yansıtıyordu.

Hasan Cemal ve Ahmet Hakan gibi Sabataist patronların papağanları:

“Tayyip Erdoğan artık yeni ittifaklar peşinde. Milli orduya kumpas kuranlara karşı, askerle el ele. Cemaat “yani paralel derin çete” tarafından aldatıldık, ne kadar da safmışız diyerek, şimdi Ergenekoncuları ve Balyozcuları kurtarma gayretinde... Kuvayı Milliye kalpağı giyinip resimler çektirmekte ve İkinci İstiklal Savaşından söz etmekte. Muhalif medyaya: “Mütareke basını” “Vatan hainleri” diye hakaretler yöneltmekte... Açıkça “Ergenekoncuların ve Ulusalcıların” çizgisine gelmekte.. Kısaca: “Asker + AKP el ele, haydi Milli Cepheye!” şeklinde yazılar ve itirazlar döşenerek, aslında “Demokrasi kaygılarını ve Erdoğan’ın despotlaşma kuşkularını” değil, dolaylı biçimde “Ordu düşmanlıklarını” dile getiriyordu.

Hatırlayınız; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Suçlar Şube Müdürlüğü’ne 8 Ocak 2014’te bir yazı gönderiyor ve: Yürütülmekte olan 2012/656 soruşturma nolu ‘suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve ihaleye fesat karıştırmak’ suçlarıyla ilgili dosya evrakı, 15 Aralık 2013 tarihinde Emniyet Müdürlüğümüz tarafından fezlekeye rapten gönderilmiş olmakla beraber, daha önce Başsavcılığımızın talebi ve mahkeme kararlarına istinaden yapılan telefon dinleme, iletişim tespiti ve fiziki takip işlemlerinin, 15 ARALIK TARİHİ İTİBARİYLE SONLANDIRILARAK, İMHA İŞLEMLERİNİN Başsavcılığımız nezaretinde yapılması rica olunur” talimatını veriyordu. Bu; Başbakan ve Bakanların oğullarıyla ve gizli ortaklarıyla giriştikleri kirli ve hileli işlerle ilgili görüşmelerin mahkeme kararıyla gerçekleştirilen teknik takip ve izlemelerin imha edilerek, resmen delillerin ortadan kaldırılması anlamına geliyordu. Çünkü 17 Aralık’ta mahkeme kararıyla izleme ve dinleme devam ediyordu. Savcı da dosyasının başındaydı, o akşama kadar adli kolluk da görevini yapıyordu. 17 Aralık'ta operasyonu haber alan şüphelilerin paniğe kapıldıkları ve kendilerini ele verecek başka ciddi delillerin ortaya çıktığı anlaşılıyordu. Bunun örneğini, oğlunu arayan eski İçişleri Bakanı Muammer Güler gösteriyordu. Bakanlığa ait bir telefondan oğlunun avukatını arıyor ama gene de dinlemeye takılıyordu. Tayyip Erdoğan ile Bilal Erdoğan'ın görüşmesi de o telâşı yansıtıyordu. Baba-oğul arasında cereyan eden konuşmayı destekleyen ve paranın kararlaştırılan kişilere gönderildiğini gösteren farklı konuşmalar ve görüntüler de mevcuttu. 17 Aralık'ta şüpheliler cenahında büyük bir hareketlilik göze çarpıyordu. Bunlar, teknik takiple tespit edilmiş; şimdi imha edilmesi isteniyor. Yani resmen delil karartılıyordu”[1] diyen diğer Sabataist Nazlı Ilıcak’ın ve desteklediği Cemaatin de derin korkuları, Erdoğan’ın Ordu’ya yanaşması oluyordu.

MGK’dan çıkan flaş “paralel yapılanma” kararı bu takımı niye telaşlandırıyordu?

Milli Güvenlik Kurulu'nun "ulusal güvenliğe yönelik yapılanmalar" başlığı altında "paralel yapı"yı ele aldığı toplantısında oybirliğiyle "topyekün mücadele" kararı çıkıyordu. MGK toplantıda 17 Aralık'tan beri gündemde olan "yapılanma" ele alınıyor, bu, "ulusal güvenliği tehdit eden yapılanmalar" başlığı altında bildiriye yansıyordu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında Köşk'te yapılan toplantıda oybirliği ile paralel yapıyla topyekûn mücadele kararının alınması bazılarına oldukça dokunuyordu. Sabah gazetesinin haberine göre, Milli güvenlik tehdit sıralamasında paralel devlet yapılanması ve dış bağlantıları yeni bir başlık haline gelirken mücadele stratejisinin şu üç ana eksen üzerinde ilerlemesi bekleniyordu: "Kamudaki paralel yapılanmaları; yurt dışı ve istihbarat örgütleriyle olan bağlantıları; özel sektörde baskıyla oluşturduğu hâkimiyeti alanları" Bu kapsamda yürütülecek mücadele sırasında tabandaki gönüllü kitle ile tavandaki örgütlü yapı arasındaki bağın koparılması hedefleniyordu. Mütedeyyin, sosyal sorumluluk ve dayanışma bilinciyle hareket eden samimi kitlelerin rencide edilmemesine özen gösterileceği vurgulanıyordu. Yani TSK, kumpası bozuyordu.

AKP’nin derin kulağı Fehmi Koru gibi yazarları:

“Hükümet şimdi de bir yasa değişikliğiyle MİT’i daha korunaklı hale getirmeyi amaçlıyor Acaba doğru mu yapıyor? Hükümet ülkeyi yönetilemez hale döndürmeyle sonuçlanabilecek bir girişimle karşı karşıya; bir yandan bunu durdurmak için canla başla bir mücadele yürütürken, bir yandan da bugünlerde yaşananların tekerrür etmemesi için tedbirler alma yoluna gidiyor... Daha önce ‘internet yasası’ değiştirildi, ‘HYSK yasası’ ile oynandı... ‘MİT yasası’ değişikliğiyle de tedbirler muhtemelen bitmeyecek; başka yasal düzenlemeler de bekleyebiliriz... Gündeme gelen yasal düzenlemeler şimdiye kadar yaşananlara acil birer tepki gibi gözüküyor. (Ancak) Her acele iş gibi, bunun da yanlışlıklara ve ilk elde öngörülemeyen yan etkilere yol açma ihtimali bulunuyor! İnternete getirilen kısıtlamalar uygulanabilecek türden değil, alınan bütün yasal tedbirleri teknolojiyle aşmak mümkün; buna karşılık, algı yüzünden Türkiye ‘internete sansür uygulayan ülkeler’ arasına kolaylıkla itilebilir... Yasayla MİT’e ülke içinde ve dışında daha rahat hareket imkânı sağlayabilir, yöneticilerini koruma altına alabilirsiniz; ancak bu kadar kalın zırhlara sahip hale gelen bir istihbarat örgütünün yanlış işlere bulaşmayacağını nasıl garanti edebilirsiniz? 00Üstelik hesaba çekme noktasında boşluklar da bırakmışsanız... Konuya aşina olanlar, HSYK yasasında da ileride sorunlara yol açabilecek yönler olduğu kanaatini ifade ediyorlar... Hükümetin çabalarını destekleyen kalemler de var itiraz edenler arasında... O halde ne yapmalı? Genel kabul gören bir ilke bu noktada işe yarayabilir; ‘kendinize yapılmasını hoş görmeyeceğiniz şeyleri başkasına da yapmama’ ilkesi... Bu ilkeyi, iktidar partisi için, ‘kendinize uygulandığında rahatsızlık duyacağınız hiçbir düzenlemeyi asla yapmayın’ biçimine çevirmek mümkün... Başka bir parti iktidara geldiğinde, şimdi çıkartılan yasalarla, AKP tabanını teşkil eden insanlar pekâlâ rahatsız edilebilir...”[2] şeklinde temkinli ve endişeli bir dil kullanıp, iktidarı ikaz ederken, Allah’tan çok Erdoğan’dan, Emine ve Şenlikçi yalakalar ise, bunların her türlü hıyanet ve rezaletine, hikmet ve keramet uydurmayı “cihat” sanıyordu!

Başbakan Erdoğan ve oğlu Bilal’e ait olduğu iddia edilen ses kasetleri İslamcı yazar Emine Şenlikoğlu’na hatırlatıldığında verdiği yanıt ise bunların ayarını ve ahlakını ortaya koyuyordu. “Bu gün biri sordu, kaset doğru olsa ne söylerdin? Ona dedim ki: dindarlar zekâtını yoksullara ulaştırmak için başbakana vermiş olabilirler!? diyordu. Yani, 2.5 milyar dolarlık vurgun ve soygun hazırlığına, “Hüsnü zan” kılıfı geçiriliyordu. Bu arada Recep Bey’in, Fetullah Gülen’in kendisine hediye olarak gönderdiği ve bugüne kadar kutsal bir emanet gibi korumaya özen gösterdiği, kıymetli tespihi geri vereceği konuşuluyordu. İnsan sormadan edemiyor: Bu denli haysiyet ve hassasiyet sahibi olan Sayın Başbakan, acaba Siyonist Yahudi Lobilerinin boynuna taktıkları Cesaret (esaret) madalyasını iade etmeyi niye hiç düşünmüyordu?

PKK’nın özerklik hazırlığı hiç tartışılmıyordu!

Cemaat ve Hükümet şahsi iktidar hırsıyla kapışırken, bu arada PKK, halk içinde görevlendirdiği silahlı milislerini seçimler için görevli kılmıştı. Yerel seçimlerden sonra özerklik sisteminin belediyeler üzerinden hayata geçirilmesiyle beraber; PKK’nın vali ve kaymakamlarının atamaları yapılacaktı. Artık KCK'nın 'öz yönetim' lerindeki vergi memurları, özel idare sistemi, milli eğitim, bayındırlık görevlileri örgütçe belirlenip atanacak ve görevliler tamamen KCK-PKK emirlerine göre davranacaktı. Ayrıca Belediye eş başkanları için; onları, sürekli örgüt denetimine tabi tutacak ve gizli raportif çalışmalarını örgüte aktaracak gizli KCK müfettişleri göreve başlayacaktı. Böylece örgüt, belediye başkanlarının çalışmalarının örgüt hiyerarşisi içinde yürütülüp yürütülmediğini sıkı bir gözetim ve denetim altında tutmayı amaçlamaktaydı. Seçilecek belediye eş başkanlarının PKK müfettişlerinden, PKK vali ve kaymakamlarından habersiz hiçbir şeye imza atmamaları sağlanacaktı. Aksi durumlar ve örgüt hiyerarşisine aykırı davranışlar gerekli cezalara çarptırılacaktı. Yeni KCK, idari yapılanmasının görev dağıtımlarında, seçimlerde etkin çalışan ve başarı gösterenlerin dikkate alınacağı açıklanmıştı.

KCK-PKK il toplantılarında bu amaçları için AKP iktidarının devam arzusu konuşuluyordu.

Ahmet Türk'ün son açıklaması bu açıdan dikkat çekici bulunmaktadır. Ahmet Türk’ün; "Tabii ki hedefimiz Kürdistan ve Kürdistani halkların demokratik özerkliğe kavuşturulmasıdır. Bu konudaki kararımız zaten çoktan verilmiş durumdadır. Şimdi bu anlayışla örgütlenmelerimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz." Sözleri açıkça devlete meydan okumaktır. Selahattin Demirtaş ise 1 Aralık 2013'te Diyarbakır'da oldukça açık konuşmuş ve küstahlaşmıştır: "Ayrılmak bir seçenektir. Bağımsızlık bir seçenektir. Bir halk olarak, bir ulus olarak Kürt halkının kendi geleceğini tayin ederken bu seçeneği kullanma hakkı da vardır." Şimdi şunu söylemek zorundayız: Türkiye artık üniter bir devlet değildir. Ülkesinin bir bölgesinde KCK/PKK otoritesi kadar belirleyiciliği ve etkileyiciliği olmayan, üstelik bu terör otoritesini gördüğü halde seyredip çaresiz Kürt vatandaşları örgütün takdirine bırakan bir devletin üniter yapısından bahsetmek mümkün değildir. Üniter yapı AKP iktidarında kaybedilmiştir.[3]

Cumhurbaşkanı görevini yapıyor muydu?

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 5. Maddesi'nde "Devletin temel amaç ve görevleri": "Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır" diye kayıtlıdır. Yine Anayasada "Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milletinin birliğini temsil eder, anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir." hükmü vardır. Anayasa'da başbakanın göreviyle ilgili ise "Başbakan, Bakanlar Kurulu'nun başkanı olarak, bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir" ifadeleri kullanılmıştır.

Anayasamız, cumhurbaşkanını; devletin işleyişiyle, başbakanı ise, siyasetin yürütülmesiyle yetkilendirilmiş olmaktadır. Bu durumda o can alıcı sorunun muhatabı Anayasa'ya göre cumhurbaşkanıdır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e defalarca hatırlatılan, ama bir türlü yanıtı alınamayan şu soru tekrar sorulmalıdır: Devlet içinde paralel bir cunta hazırlığı, devletin birliğine tehdit oluşturan bir yapı var mı, yok mu? Varsa, milletin birliği ve devletin güvenliği elden gitme noktasındadır! Bu aynı zamanda Anayasa'da cumhurbaşkanın temsil ettiği makama ve devlet olgusuna yönelik bir saldırıdır. O halde bu mesele Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan daha çok Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün sorumluluğundadır. Cumhurbaşkanı'nın kendisine bunu mesele edip etmediğini anlayan var mı? Devlet içinde paralel bir devlete hepten "var" demiyor, ama hepten "yok" da demiyor, cemaati de hükümeti de idare ediyor. Oysa ondan her tarafın kendisine göre başka türlü yorumlayacağı sözler yerine, ülkede herkesin anlayacağı açıklıkta sözler ve girişimler beklemesi doğaldır. Tespitleri doğruydu, ama “Sn. Abdullah Gül, niye Fetullah Gülen’in güdümüne girmiyor ve AKP’yi sıkıştırmıyor?” diye sitem ediliyordu.

Fetullahcı Bugün yazarları, MİT yasası, Basının susturulması ve PKK’nın özerklik hazırlığı konusunda; güya Milli ve cesaretli bir tavır takınırken aynı gazetede Doğu Ergil’in: “AKP iktidarının AB’ye kabul edilme ve İsrail’in gözüne girme hatırına, Kıbrıs’taki egemenlik haklarımızı devretmesini” hararetle alkışlaması bunların gerçek ayarını yansıtıyordu!

“Doğu Akdeniz'in karanlık sularında bir ışık huzmesi belirdi. Kıbrıs halkı, bunca yılın ayrılığını, çatışmayı ve acıyı geride bırakıp ortak bir gelecek kurmak için hareketlendi. Yunanlıların aşk, güzellik ve zevk tanrıçası Afrodit’in adı, Güney Kıbrıs'ın açıklarında keşfedilen zengin doğal gaz yataklarına verildi. Adanın "münhasır ekonomik alanı" içinde, güney sahillerinin 34 km. açığında blok 12 adı verilen bu deniz altı yatakları, İsrail'in 'Leviathan' isimli deniz altı yataklarının batısında yer alıyor. Amerikan Noble Energy adlı dev şirket, 2008 yılında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile deniz altından gaz çıkarma, 2011 yılında da üretim ortaklığı anlaşması imzaladı. Ayrıca Kıbrıs, 2003 yılında Mısır'la, 2007 yılında Lübnan'la ve 2010 yılında İsrail'le "deniz sınırlarını belirleme anlaşmasını" tamamladı.

Kıbrıs Rum kesimi (ki adanın resmi yasal otoritesi olarak AB ve dünya tarafından tanınıyor) elde edilecek büyük servetten, 'Ada Türkleri'ni dışarıda bırakarak yararlanamayacağını, güçlü dostlarına rağmen biliyor. Kıbrıs Türkleri'nin dışarıda bırakılmasının getireceği huzursuzluğun ve istikrarsızlığın orta ve uzun vadede faydadan çok zarar getireceği anlaşılmaya başlandı. Adadaki 40 bine yaklaşan Türk askeri varlığı da Rumlar'ın huzursuzluk kaynağı.

Öte yandan hem Rum hem de Türk tarafında iktidara, anlaşmadan yana hükümetler geldi. Rumlar, siyasiler genel itibarıyla ama özellikle birliğe direnen adanın kilise otoritesi, uzlaşmadan yana sinyaller vermeye başladı. Türk tarafı da kimsenin tanımadığı ve tanımayacağı bağımsız bir Kıbrıs Türk devleti hevesinden vazgeçtiler. İki toplumlu, iki bölgeli, ada vatandaşlarının istedikleri yerde mesken ve iş edinmelerine izin veren bir federal çözümü kabul ettiler. Türkler AB üyeliğine şimdilik Ankara-Brüksel hattından değil Lefkoşa üzerinden ulaşacaklar gibi görünüyor. Türkler-Rumlar anlaşıyor bir de Türkler Türkler'le anlaşabilse!”[4] diyen Fetullahcı Bugün yazarı Doğu Ergil, AB’ye kabul edilme hatırına KKTC’nin ve Akdeniz’deki güvenliğimizin feda edilmesini ve Türk askerinin adadan çekilmesini alkışlıyor ve gizli ordu düşmanlığını açığa vuruyordu. Zaten TSK’nın körletilmesi, PKK’nın özerkleşmesi, İsrail’le işbirliğine girişilmesi ve AB hevesine Kıbrıs’ın feda edilmesi, Cemaat-Hükümet ittifakının kapıştırılmasının da asıl amacını teşkil ediyordu.

Erbakan’a hıyanet edenler, şimdi Onun hatırasını istismardan sakınmıyordu!

Başbakan Tayyip Erdoğan, yolsuzlukları örtmek için başlattığı 'Cemaati Linç Kampanyası'nda yine 28 Şubat'tan dem vuruyor ve Cemaatin 28 Şubat'ta ihanet ettiğini söylüyordu. Milli Görüş'ü bölüp neden AKP'yi kurduğuna ise hiç değinmiyordu. Artık her konuşmasında bir kesimi 'vatan haini' ilan eden Erdoğan'ın bu sözleri, bize 28 Şubat'ta Refahyol Hükümeti'nin Başbakanı olan merhum Necmettin Erbakan'ın kendisiyle ilgili sözlerini hatırlatıyordu. İşte, Rahmetli Erbakan 28 Şubat'ın 'ihanet edenleri'ni şöyle açıklıyordu:

Davos'ta 2009 yılında, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ve programın moderatörü David Ignatius'la tartışmasındaki 'One Minute' çıkışı, AKP için bir efsane oluyor, Başbakan ve AKP'nin kurmayları her başı sıkıştığında, o kahramanlığını gündeme taşıyordu. Ancak Rahmetli Erbakan gibi, pek çok insan Erdoğan'ın bu çıkışını samimi bulmuyordu. Erbakan Hoca, vefatından önce Kanal B'de Fikret Bila'nın sorularını cevaplarken, Erdoğan'ı İsrail üzerinden ağır sözlerle uyarıyor, Erdoğan'ın İsrail'i desteklediğini söyleyerek, İsrail'in bütün zulümlerinden Erdoğan'ın da ortak olduğunu vurguluyordu.

"Sen Siyonizm’i destekledin, İsrail'i destekledin. İsrail yeryüzünün en  zengin kıtası olan Afrika'yı en fakir ülke haline getirdi. 1 milyar 300 milyon insanı ekmeksiz bıraktı. 100 milyon çocuğu ilaçsızlıktan öldürdü. “Sen bu zulmün ortağısın” denilerek yarın günah-sevap terazisi kurulduğunda mizanda nasıl kendini kurtaracaksın. 'Ya Rabbim ben bunun bu manaya geldiğini bilmiyordum' diyerek kendini savunamazsın! Niçin ecdadının yolunu bıraktın da onlara (İsrail)e destek olmaya kalkıştın? Niçin Filistin'i kan gölüne döndürenlere dolaylı imkân sağladın? Niçin camide küçücük çocukların öldürülmesine seyirci kaldın? Akşamları televizyona bakarken gözünüzden yaş gelmiyor mu sizin? Benim geliyor. Bunların sebebi Türkiye'de AKP'nin iş başında bulunması ve lafta onlara (İsrail)e atıp tutarken, fiiliyatta onlara destek çıkmasıdır!" diyen Erbakan, Erdoğan’ın gerçek niyetini ve tiyniyetini deşifre ediyordu.

Bu noktada, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın talimatları doğrultusunda, 17 Aralık 2013'ten itibaren yolsuzlukları örtmek için canhıraş bir çaba gösteren Kanal A'nın genel yayın yönetmeni Alper Tan'ın daha önce Erbakan'la ilgili sözlerini hatırlamak gerekiyordu. 2012 yılında Kanal A'da katıldığı bir programda, Necmettin Erbakan'la ilgili şok ifadelerde bulunan Alper Tan, Milli Görüş liderinin 28 Şubat'ın mağduru değil işbirlikçisi olduğunu iddia ediyor, Erbakan'ın bu konuda Demirel'le aynı noktada olduğunu söyleyecek kadar küstahlaşıyordu. "Mesela Erbakan diyor ki 'profesörler başörtülü öğrencilere selam duracak.' İslamiyet'in neresinde vardır hocaların öğrencilere selam durduğu. Bu (malum kesimlere) 'tedbirinizi almazsanız böyle olur' diye tahrik amacıyla söyleniyordu. Erbakan'ın bu tutumuna Oğuzhan Asiltürk ve Şevket Kazan da katılıyordu" sözleriyle Erbakan’ın haksız, 28 Şubatçıları haklı gören, Başbakan yalakası, Alper Tan, bu konuda Fetullah Gülen’le aynı kafada olduğunu gösteriyor ve aynı tarafta duruyordu. Bugün Başbakan’ın himayesine sığınan Numan Kurtulmuş da, HAS Parti döneminde Erdoğan'ı İsrail konusunda sürekli suçluyor ve "İsrail en büyük zaferini AKP sayesinde kazandı" diye eleştiriyordu! Ama bir sürü zavallı, hala bunların peşinden koşuyor ve apaçık hırsızlık rezaletlerine kerametler uyduruluyordu.

 Ahmaklık, en çaresiz hastalık oluyordu!

Bir gün Meryem oğlu İsa (as); sanki arkasında bir aslan varmış da, kendisini kovalıyormuş gibi, koşarak dağlara doğru uzaklaşıyordu. Birisi yetişerek sordu: - Hayrola?!.. Peşinde kimseler yok, neden böyle kuş gibi kaçıyorsun?.

Hz. İsa öyle hızlı gidiyordu ki, acelesinden cevap bile vermiyordu. Adam merakından bir müddet peşinden kovalıyor, ardını bırakmayıp şöyle bağırıyordu: - Allah rızası için, bir an olsun dur!. Merak ettim, neden kaçıyorsun? Arkandan gelen ne bir düşman, ne de bir yırtıcı hayvan var!.. Neden korkuyorsun ve kimden uzaklaşıyorsun?..

O zaman Hz. İsa şöyle buyurdu: - Bir ahmaktan kaçıyorum. Yolumdan çekil de, uzaklaşıp kendimi kurtarayım.

Adam Hz. İsa‘ya dönüp: “Körün gözlerini, sağırın kulağını açan, abraş (deri hastalığını) şifaya kavuşturan, sen değil misin?.. - Gayb ilimlerinin bilgesi, ölüyü okuyunca cenazeyi bile diriltici, Allah’ın Nebisi sen değil misin?... Güzel yüzlü, doğru sözlü, asil özlü şahsiyet; çamurdan kuşlar yapıp uçuran sırlı ve sihirli kişi sen değil misin?..” diye sorunca

Hz. İsa buyurdu ki: “İnsanı eşsiz ve örneksiz yaratan, canı ezelde halk eden ve hikmetle donatan Allah’ın zatına and olsun, O’nun tertemiz zatının ve sıfatlarının hakkı için söylüyorum ki, felek bile yenini, yakasını yırtmış ona âşık olmuştur. Ben, o İsm-i Âzam’ı köre okudum; gözleri açıldı, sağıra okudum; kulakları duymaya başladı, taş gibi dağlara okudum; yarıldı ve hikmet madenleri saçıldı, ölüye okudum; dirildi ve ayağa kalktı… Hiç bir şey olmayan, ortada bulunmayan şeye okudum; meydana geldi, varlığa karıştı. Fakat ahmağın gönlüne yüz binlerce kere okudum, fayda sağlamadı, şifa bulmadı. Mermer kayalar, katmer topraklar yumuşadı, ama ahmaklar hiçbir şey anlamadı!”

Adam tekrar sordu: “- Allah adının köre, sağıra, ölüye tesir edip te, ahmağa tesir etmemesinin sebebi nedir?” Hz. İsa buyurdu:

“- Ahmaklık, Allah’ın bir kahrıdır ve hidayet kararmasıdır. Hastalık ve sakatlık ise kahır değil, bir ibtiladır. İbtilaya tutulana, kendisine böyle bir illet musallat olana kul da acır, Allah da acır. Fakat ahmaklık öyle bir beladır ki; ahmağa da zarar verir, onunla konuşana da. Ahmağa vurulan Allah’ın mührü ve feraset körlüğüdür ki, ona bir çare bulmanın imkanı kalmamıştır!..”

Hz. İsa nasıl kaçtıysa sen de ahmaktan kaçmalısın. Hava; suyu yavaş yavaş çekip aldığı gibi, ahmak ta heyecanınızı ve vicdanınızı böyle çalar, alır.[5]

İşte bu yüzden atalarımız “deveye hendek atlatmak, ahmak kişiye laf anlatmaktan kolaydır” buyurmuşlardır. Evet, ahmaklık Hz. Allah’ın bir laneti ve kahrıdır. Zira Hz. Allah bir kulundan aklını alsa, o kul hesaptan ve vecibelerinden muaf tutulacaktı. Ama o kişiye ahmaklık illeti vurulur ve artık Hakkı batıldan, münafığı Müslümandan ayıramaz olursa, o kimse için hiç bir kurtuluş çaresi kalmamıştır.

Başbakan Erdoğan 30 Mart seçimleri için başarı sayacağı oy barajını şöyle açıklıyordu:

Paralel yapının ‘Yüzde 30’un altına düşerse AKP gider’ hesabı yaptığını söyleyerek: ‘2009’daki oyumuz yüzde 38.8 idi. Bunun üzerindeki her oy başarıdır. Uluslararası güçler oyumuza göre pozisyon alacak’ diyor ve çok derin kuşkularını deşifre ediyordu. Hatta bu yüzden bazıları Recep Beyin seçimleri erteleyebileceğini dahi gündeme getiriyordu. AKP yüzde 50'lerde iken Tayyip Erdoğan seçimleri niye erteletsin ki? Sorusunu şöyle yanıtlıyordu: Hayır AKP değil yüzde 50, yüzde 40 bile değil. Yüzde 36'lara geriledi. Kamuoyu bilmiyor ama her hafta üç anket yaptıran Erdoğan bunu biliyordu. Bu nedenleKurmayları Erdoğan'a mahalli seçimden yenilgi ile çıkılırsa Cumhurbaşkanlığı seçiminin tehlikeye gireceğini söylüyor ve Erdoğan da bu kanaati taşıyordu. F Tipi örgütün elinde daha çok dosya olduğunu ve bunu seçimin arifesinde sızdıracağını bilen Tayyip Erdoğan mahalli seçimleri erteletip üç seçimi yani genel-mahalli ve Cumhurbaşkanlığı seçimini bir arada yapmayı ciddi ciddi düşünüyordu!?

“Tayyip Erdoğan’ı Uluslararası Yargıda Tutuklatacak Belge!” kimleri umutlandırıyordu?

Bir değil, iki değil, üç değil tamı tamına 13 ayrı buluşma. Kamera kayıtları ile ispatlı. Evet, Yasin El Kadı ile Tayyip Erdoğan buluşmasından söz ediyorum. El Kadı malum Birleşmiş Milletlerin terörist ilan ettiği bir isim ve halen kanlı El Kaide örgütünün baronuydu. Türkiye’ye girişi yasak lakin Başbakanlık korumaları onu hava limanından alarak pasaport kontrolüne sokmuyordu. Buluşmaların sebebi sadece Etiler’de polis okulu arazisine yapılması amaçlanan 3 milyar dolarlık AVM ile konut projesi değil, El Kaide temel gündem konusuydu. Öyle çünkü mesela Haliç Kongre Merkezinde yapılan bir görüşmeye MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da katıldığı yine kamera kayıtları ile ispatlanıyordu. Belli ki Türkiye, El Kaide çeteleri ile ilişkiyi bu Yasin El Kadı üzerinden götürüyordu. İyi de bu işin uluslararası bir müeyyidesi yok muydu? Söylemedi demeyin, Tayyip Erdoğan, Yasin El Kadı ve El Kaide ilişkileri çerçevesinde küresel teröre yardım ve yataklıktan uluslararası yargıda yargılanabilirdi! Başbakan’ın El Kadı ile 13 kez buluştuğu belgelendi ise bu boşuna değildi ve Erdoğan’ın deliğe süpürülmesi gündemdeydi.

İşte 10 Maddede AKP Türkiye’si:

1-   Her büyük ihalede değiştirilen ihale yasası (60 küsur defa değişti)

2-   Sayıştay’ın fiilen kapatıldığı yani kamu denetiminin rafa kaldırılması.

3-   Yargının emrini yerine getiren polisin sürülüp cezalandırılması.

4-   Başbakanının iki aydır her gün “devletin içinde başka bir devlet var!” diye ağlaşıp gereği için hiç bir adımın atılmaması.

5-   Aleni hırsızlıkların komplo argümanı ile görmezden gelindiği ve hukuk ile kanunların paspas yapılması.

6-   Başbakanının TV alt yazılarına ve yayınlarına bizzat ve cebren müdahale edip talimat yağdırması.

7-   Yönetenlerin yalan makinesine dönüştüğü devlet mekanizması.

8-   İnternetin sansürle yasaklanması.

9-   Yargının yüzde yüz yürütmeye bağlanması.

10-MİT’in iktidarın özel örgütü haline sokulması.[6] diyen Sn. yazar, o uluslararası yargının da Sn. Recep Erdoğan’ı iktidara taşıyan Siyonist odakların güdümünde olduğunu bilmiyor muydu, yoksa “AKP çok yıpranıp yoruldu, artık sömürü arabanıza bizi koşun!” demeye mi getiriyordu?

Erdoğan'ın ses kaydıyla ilgili MHP'li vekil 'şekil montaj, ama içerik gerçek' açıklaması yapıyordu!

MHP Milletvekili Prof. Dr. Sinan Oğan sosyal medyadaki hesabı üzerinden Erdoğan ve oğluna ait olduğu öne sürülen ses kasetleri için "yaptığımız incelemeler sonunda kanaat şudur ki konuşmalar montaj" diye yazıyor ve "Ancak" diyerek devamını getiren Oğan, kasetlerdeki montaj kısmının 5 farklı konuşmanın birleştirildiği nokta olduğunu söylüyordu. İşte MHP'li vekilin attığı twitler;

1. Kaç gündür yaptığımız incelemelerden sonra geldiğimiz kanaat şudur ki, Başbakan ile oğlu arasında geçen konuşmaların montaj olduğu anlaşılıyor.

2. Ancak, tamamen gerçek olan yaklaşık 5 farklı telefon konuşmasının peş peşe montajlanmış halini yansıtıyor. Yani anlaşılan “para sıfırlama” konuşması yapılıyor.

3. Başbakan montajdır derken aslında yalan konuşmuyor. Doğru 5 gerçek konuşmanın peş peşe eklendiği gözleniyor. Ve zaten Başbakan içeriği yalan demiyor, sadece montaja dikkat çekiyor...

İngiliz dergisi The Economist ilginç iddialar ortaya atıyor ve Erdoğan sonrasını tartışmaya açıyordu!

Türkiye'de ses kasetleri ile birlikte yaşanan siyasi çalkantı İngiliz haftalık dergisi The Economist tarafından hayli ilginç bir senaryoya dönüştürülüyordu. Ünlü dergi Erdoğan'ın yakında gideceğini yerine de 2 isimden birinin geleceğini öne sürüyordu. Türkiye'deki seçim sonuçlarını tahmin etmenin imkânsız gibi göründüğünü belirten ünlü dergi, AKP'nin Ankara'yı kaybedebileceğini belirtiyordu. Derginin yorumuna göre Ankara'nın kaybedilmesi Erdoğan'ın yerine başka bir ismin getirilmesi tartışmalarını başlatacaktı. Derginin iddiasına göre Erdoğan gittiğinde yerine geçmesi muhtemel iki isim vardı. Bunlardan biri Abdullah Gül, diğeri ise Ali Babacan’dı. Derginin iddiasına göre asıl büyük mesele Erdoğan'a ne olacağıydı!? Başbakana neyi yapması gerektiği şöyle hatırlatılmıştı: “Helikoptere bin, yurt dışına kaç!”

Cemaat abisinden “sınav itirafı” geliyordu!

Kayseri'de Gülen grubuna bağlı bir evde öğrencilere 'abilik' yapan Ömer Koçak, "Askeri lise sınavı sorularını bizim evde fotokopi makinesiyle çoğaltıp dağıttılar" diyerek suç duyurusunda bulunuyordu. Genel Kurmay Başkanlığından yapılan resmi açıklama da bu gerçeği dolaylı biçimde doğruluyordu. Sabah gazetesinde “Ağabeyler Askeri Liselere giriş sorularını dağıttı” başlığıyla verilen haber Ali Altundaş imzasıyla yer alıyordu. Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü 4. sınıf öğrencisi Ömer Koçak (23), yaklaşık 2 yıl önce Gülen cemaati ile tanışarak, Melikgazi ilçesindeki bir evde kalmaya başlıyordu. 'Abi' diye hitap edilen Koçak'a, eğitimlerine yardımcı olması için 3 ilköğretim öğrencisi veriliyordu. Zamanla cemaat içinde yanlış giden uygulamalar olduğunu fark eden Koçak, Askeri Liselere Giriş sınavı öncesi, cemaatteki öğrencilere sınav sorularının verildiğini ileri sürerek Cumhuriyet Savcısı'na suç duyurusunda bulunuyordu.

Fetullah Gülen'in ilk talebesi ve halefi olarak düşünülen Latif Erdoğan, cemaatten nasıl koptuğunu iki örnekle açıklıyordu.

Esnaflardan daha fazla para almak için himmet toplantısında açıkça yalan söyleyen sorumlu abiden sonra, cemaatten koptuğunu anlatan Erdoğan, başından geçenleri ayrıntılarıyla açıklıyordu. Cemaatten ayrıldıktan sonra evinin dinlendiğini söyleyen Latif Erdoğan, hareketin ailesini kendisine karşı kullandığını söylüyordu. Latif Erdoğan, cemaatteki değişimi "Eskiden, iman, ibadet, takva, züht, kardeşlik gibi argümanlar öne çekilirken, daha sonra ekonomik kavramlar, mal ve makam davası, şöhret ve etiket sevdası yönlendirici noktaya yerleşti." sözleriyle açıklıyordu.

“Şecaat arz eden Kıpti!”ye benziyordu.

“Önce herkes şunu bilsin ki, Şefkat Tepe dizisinin senaryosu nasıl harfi harfine soruluyor ve onay alınıyorsa, bu kasetlerin içeriği anlatıldıktan sonra yayınlanması için de Fetullah Gülen'den onay alınıyor. Onay geldikten sonra yayınlanacak kaset, cemaatin içinde çok etkin görevde olan bir kişinin cep telefonuna, takip edilemeyen bir program üzerinden gönderiliyor. Bu kişi, cemaat adına yardım toplayan ve sık sık değişik ülkelerdeki okulları dolaşarak buralara para taşıyan, bağış adı altında toplanan trilyonları kısa sürelerle yurtdışına çıkaran birisi oluyor... O kişinin ismi bende saklı duruyor!? Bu kişi ve yanındaki diğer cemaatçi kişiler kaset yayınlanmadan saatler önce yine adresi bende saklı bir yerde toplanıyor. İlk iş olarak twitter'da cemaati savunan yüksek takipçili kullanıcılara bu kasetlerin yayınlanacağı saat söyleniyor ve ona göre bir TT ismi belirleniyor. Bu adresi ilgili kişilerin aileleri bile bilmiyor, özellikle söylenmiyor. Ve bu kişiler şifreli dahi olsa telefonda hiçbir şey konuşmuyor. Söz konusu ses kayıtları burada "Haramzadeler", "Başçalan" veya "Anatolia" gibi hesaplara servis ediliyor. Daha sonra aynı kişiler, videoları sanki ilk kez bu adreslerde görmüşler gibi twitter üzerinde yayıyor” diyen iktidar yalakası Süleyman Özışık, bunca ayrıntıyı nereden biliyordu? Yoksa hem Cemaate, hem de Hükümete ortak mı çalışıyordu? “Muhtemeldir ki bir zaman sonra "Bilal Erdoğan'ın evden kaçırdığı paralar kamyonla böyle taşındı!" isimli bir video yayınlanacak. “Burada bir parantez açıp, kamyonla taşınan paralar konusuna açıklık getirelim. Taşınan o paralar, Erdoğan'ın evinden çıkan yolsuzluk paraları değil. Başbakan'ın da inkâr etmediği "atv ve Sabah için havuzda toplanan paralar"ın taşınma görüntüsüdür” diyen yazar “kahramanlık taslarken hırsızlığını açıklayan Çingene” konumuna düşüyordu ve Erdoğan aleyhine yeni kasetlerin çıkacağını söylüyordu.

Bahçeli’nin Recep Bey’e Ukrayna uyarısı ne anlama geliyordu?

26.02.2014 / Şalom gazetesine göreUkrayna’da şiddet olayları tırmanırken, Yahudi Ajansı Başkanı Ukrayna’daki Yahudilerin güvenliğini sağlayacaklarını açıklıyordu. Acaba Devlet Bahçeli Başbakan’a “Yahudi dostlarına fazla güvenme. Onlar kendi iktidarlarını bile koruyamıyor” mesajı mı veriyordu?

Ukrayna Yahudilerinin şemsiye kuruluşunun başkanı Edward Dolinsky, Kiev’deki durumu korkunç olarak nitelendirirken İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman’dan, cemaatinin güvenliği konusunda yardım istiyordu. Ülkenin önde gelen hahamlarından Moshe Reuven Azman ise cemaatine şehri, mümkünse ülkeyi terk etme çağrısında bulunuyor ve ülkedeki Yahudi okullarının kapalı olduğu belirtiyordu. Dünya Yahudi Ajansı Başkanı Natan Sharansky ise Ukrayna’da yaşayan Yahudi cemaatinin güvenliğini sağlayacaklarını ve bölgeye acil yardım ulaştıracaklarını duyuruyordu. Sharansky konuyla ilgili olarak, “300 bin kişilik nüfusuyla dünyanın en büyük Yahudi cemaatlerinden biri olan Ukrayna Yahudi Cemaati’ne ait yüzlerce kuruluş var. Son günlerde yaşanan olaylar bize bu kuruluşların güvenliğini sağlamamız gerektiğini gösterdi. Ukrayna’da yaşayan Yahudileri korumak bizim ahlaki sorumluluğumuz,” açıklamasını yapıyordu.

Ukrayna’da aylardır süren protestoların şiddeti 19 Ocak’ta artıyor, 22 Ocak’ta ilk ölüm haberi geliyordu. Yaklaşık 200 kişinin hayatını kaybettiği Ukrayna’da parlamento; “görevini yerine getirmediği” gerekçesiyle Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i görevden alarak 25 Mayıs’ta erken seçim yapılmasına karar veriliyordu. Uluslararası Hıristiyan-Yahudi Birliği Kurumu (IFCJ) Ukrayna Yahudilerine destek amacı ile bir milyon dolar acil yardım gönderiyordu. Ve Putin herkesi şaşırtan bir kararla Kırım’ı işgal ediyor, kahraman Batı ve AKP iktidarı sadece seyrediyordu.

Ukrayna’da neler oluyordu?

Ukrayna'da protestolar, Yanukoviç'in Avrupa Birliği'yle ortaklık anlaşmasını imzalamayı reddetmesinin ardından Kasım ayında başlıyordu. 2004 Anayasası, parlamentoya ve başbakana daha fazla yetki tanıyordu.
Cumhurbaşkanı Yanukoviç seçimle iktidara geldiğinde anayasada değişiklikler yapıyor ve Cumhurbaşkanlığı yetkilerini arttırıyordu. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Cumhurbaşkanı Yanukoviç'le telefon görüşmesi yapıyor ve polisin Kiev'in merkezinden çekilmesini istiyordu. Ancak Biden'a ne yanıt verildiği bilinmiyordu.
Almanya Başbakanı Angela Merkel da Yanukoviç'le görüşmeye çalışıyor, ancak çabaları sonuç vermiyordu. Rusya ise, Batı'nın protestocuları kınamayarak şiddet olaylarını körüklediğini söylüyordu. Ukrayna'da faaliyet gösteren Ortodoks ve Katolik Kiliseleri arabuluculuk yapmaya çalıştı ancak başarılı olamıyordu. Kravçuk, Kuçma ve Yuşçenko gibi bazı eski cumhurbaşkanları da arabuluculuk yapma teklifinde bulunuluyor, ancak bu teklifleri de dikkate alınmıyordu. 07 Şubat 2001 tarihinde % 49 oyla Cumhurbaşkanı seçilen Viktor Yanukoviç sonunda Rusya’ya kaçmak zorunda kalıyordu!

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ukrayna’nın Kırım Özerk Bölgesi’ndeki gelişmeler ve Rusya’ya ait bazı hava ve kara unsurlarının bu bölgeye giriş yaptığı ve Simferopol Havaalanı’nın Rus birliklerince ele geçirildiği haberleri üzerine resmi bir ziyaret için bulunduğu Bulgaristan’dan Ukrayna’ya gitme kararı alıyordu. Malum Davutoğlu köken olarak Kırımlı oluyordu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Bulgaristan temaslarının ardından Ukrayna’nın Başkenti Kiev’e geliyordu. Davutoğlu sosyal paylaşım sitesi Twitter’deki hesabından açıklamalarda bulundu Kırım Tatar Milli Meclisi eski Başkanı, Ukrayna Milletvekili Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’yla görüşmesinden bir fotoğraf paylaşan Ahmet Davutoğlu’nun, "Kiev'e iner inmez Kırım davasının simgesi haline gelmiş Mustafa Cemil Kırımoğlu ile görüştüm.” Ahmet Davutoğlu’nun: ABD, Almanya Dışişleri bakanları ve AB yüksek temsilcisi Ashton ile de konuşarak atılabilecek ortak adımları değerlendirdik. Türkiye olarak Ukrayna'nın bütünlüğü içinde Kırım'ın geleceğini teminat altına almak için her türlü çabayı göstereceğiz." 

Ukrayna Yahudilerin Güdümünde mi bulunuyordu?

Jeopolitik önemi tartışılmaz olan Ukrayna, ülkede yaşayan Yahudi nüfus bakımından da son derece önemli bir ülke sayılıyordu. Dünya Yahudi nüfusu bakımından Ukrayna’nın, Amerika, İsrail, Rusya ve Fransa’dan sonra Yahudi nüfusun en çok olduğu ülke olduğuna işaret ediliyordu. Ukrayna Hahambaşısı Yaakov David Bleich’e göre bugün Ukrayna’da Yahudi menşeli 400 bin kişi yaşıyordu. Dünyanın en eski ve en etkili Yahudi cemaatinin 10. yüzyıldan beri yaşadığı Ukrayna’da bugün başkent Kiev’de 110 bin, Dnepropetrovsk’da 60-70 bin, Harkov’da 40-50 bin, ünlü liman şehri Odesa’da 50 bin olmak üzere diğer şehirlerde yaşayanlarla birlikte önemli ve hem ekonomik ve hem de siyasi ağırlığa sahip bir Yahudi cemaati bulunuyordu. Bu nüfusun yüzde 60’ı Viktor Yanukoviç cephesinin ağırlıkta olduğu doğuda, yüzde 40 ise Viktor Yuşçenko cephesinin çoğunlukta olduğu batıda yaşıyordu.

Ukrayna Parlamentosu’nda önemli Yahudi milletvekili bulunurken iş dünyasında da çok sayıda Yahudi işadamı faaliyet gösteriyordu. Bunlardan en ünlüsü eski Devlet Başkanı Leonid Kuçma’nın damadı Viktor Pinçuk’tur. Parlamento’daki 12 milletvekili Yuşçenko ve Yanukoviç cepheleri arasında yarı yarıya yer alıyor, yani, Ukrayna Yahudi cemaati, iki siyasi rakip cephe içinde hemen hemen eşit oranda temsil ediliyordu. İşte bu yüzden her iki rakip adayda Yahudi cemaatiyle eskisinden çok yakınlaşmaya gayret ediyor, bu doğrultuda güçlü mesajlar veriliyordu. Nitekim şimdi kaçıp Rusya’ya sığınan, Yuşçenko, eşi ve çocuklarıyla birlikte 9 Aralık günü Kiev’deki sinagoga giderek başında kippa Hanuka bayramı kutluyor, mumlar yakıyor, cemaate ne kadar yakın olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ukrayna’nın bağımsızlıktan sonraki üçüncü devlet başkanı olan Viktor Yuşçenko, Batı yanlısı, iyi bir maliyeci-bankacı merkez bankası başkanlığı, başbakanlık yapmış, Amerikan vatandaşı, bir zamanlar Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda da çalışmış olan Yahudi asıllı Katerina Yuşçenko ile evli ve üç çocuk babasıydı.

Ukrayna’nın Yahudi Oligarkları ne işler çeviriyordu?

Ukrayna, ağırlıklı olarak bir Ortodoks Hristiyan ülke sayılıyordu ama ülkede yüzde 15 civarında 6-7 milyon kişi de Katolik yaşıyordu. Bunlara Rum Katolikler de denen Uniat Kilisesi de dâhil bulunuyordu. Ayrıca, ülkede 400-500 bin civarında Yahudi yaşıyor, ekonomik ve kültürel ağırlıkları ile Hristiyanları bastırıyordu. Ülkenin yaklaşık yüzde 80’ini teşkil eden Ortodokslar, bütünlük halinde görülmüyordu. Moskova yanlısı, tam resmi adı Ukrayna Ortodoks Kilisesi Moskova Patrikliği olan kilisenin 20 milyona yakın bağlısı vardı ve bu kilise Moskova Patrikliği’nin kontrolü altında faaliyet gösteriyordu. Rusya yanlısı devrik Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i destekleyen bu Ukrayna Ortodoks Kilisesi, muhalefet lideri Viktor Yuşçenko’nın seçimi kazanıp devlet başkanı olmasını kesinlikle istemiyordu; çünkü Yuşçenko ve cephesinin iktidara gelmesi halinde bugünkü ağırlık ve saygınlığını kaybedeceğine inanıyor ve bu yüzden bugün çok kaygılı olduğunu saklamıyordu.

Ülkenin batısında yaşayan Katolikler ise Ortodoksluğun ağırlık ve nüfuzunu azaltacağı ve kendilerinin önünü açacağı beklentisiyle Viktor Yuşçenko’yu destekliyordu. Vatikan ve Papa 2. Jean Paul’ün de Viktor Yuşçenko ve cephesini can-ı gönülden desteklediği biliniyordu. Ukrayna’da kiliselerin siyasi faaliyetlere karışmaları yasak olmasına rağmen, kiliseler ve bağlıları ülkede yaşanan siyasi gelişmelerde çok önemli roller oynuyordu. Ukrayna, büyük komşusu Rusya gibi 1990’lı yılların başlarında ekonomide muazzam özelleştirmeler gerçekleştiriyordu. Bu dönemde çoğu zaman karanlık, şüpheli işlemler sonucunda devlete ait büyük işletmeler, madenler, fabrikalar, petrol-doğalgaz yatakları, bankalar ve başka kuruluşlar bir takım fırsatçı-vurguncu kimselerin eline geçiyor ve böylece ülkede yeni ekonomik klanlar, bu klanları kontrol eden oligark denen işadamları ortaya çıkıyordu.

Ülkenin ağır sanayisinin bulunduğu Ukrayna’nın doğusundaki Donetsk, Harkov, Dnipropetovks gibi bölgelerdeki demir-çelik, çelik-boru, çimento, maden işletmeleri, banka ve diğer önemli işletmelerle çoğu Yahudi asıllı bu oligarklar Ukrayna ekonomisinin önemli bir bölümünü kontrol ediyordu. Bu oligarklar öyle fazla bilinen, tanınan kimseler olmayıp, medyada bile adlarına nadiren rastlanıyordu. Bunların başını Viktor Medveççuk, İgor Kolomovski, Alaksandr Yaroslavsky, Rinat Ahmetov ve Viktor Pinçuk adlı şahıslar çekiyordu. Donetsk’in en zengin, en güçlü adamı olan Rinat Ahmetov adından da çıkarılacağı gibi muhtemelen Müslüman-Tatar görünen bir Yahudi dönmesi oluyordu. System Capital Management adlı çok yönlü dev bir sanayi ve mali hizmetler grubunun başında oturuyor. Viktor Pinçuk ise Interpipe Corporation adlı büyük bir metal ve boru fabrikasının ve Ukrayna’nın 5. büyük bankası Ukrabank’ın, ICTV adlı televizyon istasyonunun ve başka birçok işletmenin sahibi oluyordu. Bugün 53 yaşında büyük bir servetin sahibi olan Viktor Pinçuk’ın fazla bilinmeyen bir özelliği de eski Ukrayna Devlet Başkanı olan Leonid Kuçma’nın öz damadı olmasıydı. Yahudi asıllı Pinçuk, Kuçma’nın tek kızı ile evliydi ve tabii ki bu sayede yıllarca yönetimin en tepesine oldukça yakındı. Diğer oligarkların arasında aynen Rusya’da olduğu gibi çok say

Yorum Yaz