Eylül 19 11:05

Devlet Bahçeli’nin Erdoğan İttifakı “BEKA” KAYGISI MIYDI, YAKAYI KAPTIRMASI MIYDI?

Devlet Bahçeli’nin Erdoğan İttifakı “BEKA” KAYGISI MIYDI, YAKAYI KAPTIRMASI MIYDI?

Yıllarca AKP’nin tahribatlarını, Erdoğan’ın tutarsızlıklarını, yandaş medyanın ve devlet kurumlarının duyarsızlığını, hem de en sert ve sivri sözlerle tenkit, hatta tahkir eden Devlet Bahçeli’nin; birdenbire “Cumhur ittifakı” kılıflı bir “Erdoğan ortaklığına”dönüşüvermesinin altında hangi nedenler yatmaktaydı? Gerçekten Bekamız ve Bağımsızlığımızla ilgili endişeleri ve Milli gayretleri mi buna yol açmıştı, yoksa gizlenen bir şahsi zafiyet ve mecburi teslimiyet meselesi mi vardı? MHP’nin teşkilat ve tabanı bile bu soruların yanıtını vermekte zorlanmaktaydı. Evet; Sn. Bahçeli’nin bu hayret verici değişimi, bir BEKA kaygısı mıydı, yoksa yakayı kaptırması mıydı? AKP iktidarının 13 yıllık talan ve tahribatına ve ondan sonraki derin suçlarına ve sorumluluklarına ortak olmayı makul ve mubah gösterecek, hangi Milli mazeret ve mecburiyete sığınılmıştı? AKP İktidarının ve Erdoğan’ın AB ve ABD ile, İsrail’le ve Kıbrıs meselemizle ilgili “geleceğimizi ve güvenliğimizi” karartan anlaşmalardan hangisine engel olmuşlardı, bekamızı ve bağımsızlığımızı tehlikeye sokan hangi girişimlerden geri adım attırmışlardı?

Sn. Bahçeli’nin bu yaklaşımını, uzun zaman “Milli bir gayret ve stratejik bir hedefle” yorumlamaya ve hakkında hüsnü zanda bulunmaya çalıştık… Ancak; ittifak ortağı olan Sn. Erdoğan’a sahip çıkma aşırılığıyla, platonik bir aşk bağlısı havasını yansıtmaları… Siyasi nezaket ve nezahet ölçülerini aşan irtibat korumacılığıyla, fanatik bir taraftar heyecanına kapılmaları… Temel prensipleri ve genel kriterleri çok farklı olan AKP ve MHP’nin, birbirlerinin yan kuruluşu gibi davranmaya başlayıp muhaliflerine; “zillet” (bayağılık, aşağılık) ve “illet” (iltihaplı çıban ve sepici hastalık) diye sataşıp, o çok savundukları Milli birlik ve dirliği bizzat kendileri bozmaya başlamaları… Kısaca hırçınlaşmanın da ötesinde halkı kışkırtıcı ve kutuplaştırıcı bir tavır takınmaları, bunlarınmakul mazeretlerden değil, meçhul mecburiyetlerden kaynaklandığı kanaati oluşmaya başlamıştı.

Güney Kıbrıs NATO’ya mı alındı?

3 Mayıs 2019 Cuma günü, NATO’da bir devir teslim töreni vardı. Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Komutanlığı’na, Amerikalı Orgeneral Wolters atanmıştı. Bu törene NATO üyeleri ile birlikte Avrupa Birliği üyesi ülkelerin temsilcileri de çağrılmıştı. AB üyesi olduğu için, dolayısıyla Güney Kıbrıs Rum Kesimi de NATO’nun Avrupa karargâhının davetlileri arasındaki yerini almıştı. Türk heyeti de NATO ile herhangi bir bağı olmadığı halde törene davet edilen Güney Kıbrıs’ın, orada oluşunu protesto etmiş ve törene katılmamıştı. Bu tavır doğruydu ama öncesinde hangi hatalar yapılmış ve bugünlere nasıl ulaşılmış sorusuna cevap aranmamıştı. Güney Kıbrıs nasıl AB üyesi oldu sorusunu soran olmamıştı. Herkes gelişmelerin sadece bugünle sınırlı olduğunu sanmıştı. Oysa 15 yıl öncesine gidersek ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılırdı. 24 Nisan 2004 tarihinde, bu iktidar Kıbrıs’ta, Annan Planı referandumunda “evet” çıksın diye seferberlik ilan etmiş ve o süreci gözü kara bir şekilde yürütmüştü. Bunun üç gerekçesi vardı. Birincisi; “masadan kaçan taraf değiliz” propagandası yapmak, ikincisi; “kazan-kazan” stratejisi ile her iki tarafın da kazanacağı algısını oluşturmak, üçüncüsü ise; “çözümsüzlük çözüm değildir” anlayışını haklı çıkarmak. Bu temeller üzerine yürütülen kampanya KKTC’de etkili oldu ve Türk tarafı yüzde 65 “evet” oyu ile bu tuzak planı kabul etmişti. Gel gör ki, Rum tarafı yüzde 75 “hayır” deyince; Türkiye’nin hayata geçmesi için her şeyi yaptığı plan, sonuç itibarıyla kabul edilmemiş oldu. Bugün AB, NATO ve Güney Kıbrıs üzerinden su yüzüne çıkan tartışmalar da aslında bundan sonra başlamıştı. Bu sonuçlara rağmen hem de tam 1 hafta sonra, yani 1 Mayıs 2004’te Güney Kıbrıs; “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB üyesi yapıldı. Söylerken zorlanıyorum ama Türkiye öylesine bir tuzağa düşürüldü ki, bugün biz 2 devletli çözümü dile getirdiğimizde, konuya taraf kim varsa hepsi, “Siz Annan Referandumu’na evet diyerek, adada iki devletli çözüm istemediğinizi gösterdiniz.” diyorlar. Bütün bunlarla birlikte, Avrupa’ya dâhil edilmiş bir Güney Kıbrıs’ın, Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin merkezine oturtulduğunu düşünürseniz, kuşatmanın ne denli planlı olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Üstelik geçtiğimiz ay medyada, “6. Filo Türkiye’ye saldıracak” diye haberler çıkmıştı. The US Naval Enstitute (ABD Denizcilik Enstitüsü) geçen yıl Fleet Tacticsand Naval Operations (Donanma Taktikleri ve Deniz Harekâtı) diye bir kitap yayınlamış ve o kitapta ‘Ege Savaşı’ ile ilgili kendilerince olası senaryoları ortaya koymuşlardı. Bu planlardan birisine göre, Doğu Akdeniz’deki enerjinin Avrupa’ya taşınmasında Türkiye’yi devre dışı bırakmak gibi bir hedefle hareket eden senaristler, doğal olarak Türkiye’yi bu senaryoda “düşman ülke” olarak konumlandırmışlardı. Ayrıca yine bu senaryoya göre Yunanistan’ın, Güney Kıbrıs’a balistik füzeler yerleştirme kararı ve Türkiye’nin bu duruma verebileceği tepkiler üzerinden de bazı savaş oyunları yazılıp çizilmişti. Şimdi şöyle bir düşünelim. 2018 yılında, hem de ABD Denizcilik Enstitüsü tarafından detaylı bir kitap yayınlanıyor. O kitaptaki savaş senaryolarına göre ABD’nin Türkiye’ye saldıracağı söyleniyor. Yine orada dile getirilenlere göre savaşın çıkış sebebi, Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’de olası faaliyetleri gerekçe gösteriliyor. Yunanistan ve 2004 yılında sinsice AB üyesi yapılan Güney Kıbrıs ise getirilip işin merkezine oturtuluyor. Bütün bunlar olurken de NATO hiçbir bağının olmadığı(!) Güney Kıbrıs’ı AB kılıfının içine gizleyerek önemli bir törene davet ediyor. Şimdi bütün bu olayları sıradan veya denk düşmüş diye geçiştirebilmemiz mümkün mü? Dün “günü kurtarmak” adına, bugün olacakları hesaplamadan bir dış politika anlayışıyla hareket etmenin, ülkeyi nerelere getirip bıraktığını net olarak görebiliyor muyuz acaba? Tam da bu dış politik şartlar içerisinde, milletin birliği ve beraberliği üzerinden siyaset geliştirme zorunluluğu ortadayken, içeride tansiyonu yükseltmekte ısrarcı olanların tavırlarını nasıl yorumlamalı bilemiyorum. Buradan bir çıkış yolu bulmak zorundayız. Yoksa etrafımıza örülen duvarları aşmamız mümkün olmayacak. Son derece sistematik bir şekilde kuşatılıyoruz. Buna rağmen iktidarın kutuplaşma dilinde ısrarcı olması akıl alır bir iş değil. Töreni protesto etmek güzel de, NATO’ya o davet imkânını oluşturan şartlara nasıl oldu da katkı sunduk diye, kendi kendimize sormayacak mıyız?”[1] Ve her fırsatta BEKA bahanesine sığınan Sn. Bahçeli, Kıbrıs’ın NATO tarafından kuşatılmasına ve bu konuda iktidarın duyarsızlığına niye hiç karşı çıkmazlardı?

Gerçi Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar; “Türkiye oldubittilere müsaade etmemeye kararlıdır.” diye çıkışmıştı!

Milli Savunma Bakanı Akar; “Türkiye, Doğu Akdeniz ve Ege'de uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarının yanı sıra garantör ülke olması nedeniyle, KKTC halkının haklarını da her zaman korumaya ve oldubittilere müsaade etmemeye kararlıdır” ifadelerini kullanmıştı. “Ege ve Doğu Akdeniz'de bulunan enerji kaynaklarının barış, diyalog ve ortak kalkınmaya köprü olması gerektiğini ifade eden Akar, barış dolu bir gelecek için tüm kıyıdaşların mutabakatıyla, deniz yetki alanları sınırlarının belirlenmesinin şart olduğunu”hatırlatmıştı.

“Bölgede, uluslararası hukuku istismar ederek yapılan gasp girişimlerine göz yumulmayacağını.” vurgulayan Hulusi Akar: "Türkiye Cumhuriyeti, gerektiğinde milli hak ve menfaatlerini etkin, caydırıcı ve saygın milli güç unsurlarıyla korumaya da hazırdır."diyerek karşılıklı güven, barış ve istikrarı zedeleyen adımlardan uzak durulması gerektiği konusunda uyarmıştı. Sn. Hulusi Akar’ın yüreklerimizi ferahlatan bu tür çıkışları da olmasa, umutlarımız hepten kararacaktı.

Suriye’de ve özellikle İdlib’de de batağa mı saplanmıştık?

Son bir yılı aşkın süre içinde İdlib’deki durumu anlatan ve Türkiye, Rusya ve İran’ın bir araya geldiği Astana sürecinde, bu bölgede atılan adımları konu alan yazarlar, İdlib’de son günlerde gerilimin sert bir şekilde tırmanmasını endişe verici olarak yorumlamışlardı.

İşte bunlardan biri olan Sedat Ergin, “İdlib konusunda; Bir Muhasebe” başlıklı önemli bir analiz yayınlamıştı:

“İdlib, Türkiye açısından birçok nedenle hayati önem taşımaktaydı. Batı sınırının yaklaşık yarısı Hatay’a komşu, kuzey sınırının önemli bir bölümü TSK’nın kontrolündeki Afrin ile bitişik olan İdlib, sonuçta iki cepheden Türkiye ile doğrudan alâkalıydı. Dolayısıyla, oradaki en küçük bir gelişmenin bile Türkiye’ye dönük serpintileri kaçınılmazdı. İdlib’de, Birleşmiş Milletler’in resmi rakamlarına göre 3 milyon dolayında insan yaşamaktaydı. Bu toplamın yarıdan biraz fazlası, başka yerlerden buraya göç etmek zorunda kalmış olan Suriyelilerdi ve çok zor koşullarda yaşıyorlardı. İdlib’in geleceği de karanlıktı, çünkü bu bölge Suriye iç savaşının bugün için kapanmayan en sıkıntılı parantezlerinden biri konumundaydı. Bu vilayetteki ana zorluk, sahanın kontrolünün büyük ölçüde El Kaide’nin Suriye kolu olan, El Nusra’nın uzantısı Hayat Tahrir üş Şam’ın (HTŞ) elinde olmasıydı. HTŞ, BM Güvenlik Konseyi tarafından terör örgütü olarak sayılmaktaydı. Türkiye de, 31 Ağustos 2018 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle HTŞ terör örgütleri listesine alınmıştı. İşte ikilemlerden biri hemen burada karşımıza çıkmaktaydı. Bir terör örgütü olan HTŞ, İdlib’de kendi idaresini kurmuş bulunmaktaydı. Bu vilayette birçok hizmet HTŞ’ye bağlı birimler tarafından sağlanmaktaydı. Örneğin, Hatay Cilvegözü sınır kapısının karşısında, Suriye tarafındaki giriş noktası da HTŞ’nin kontrolü altındaydı. Salt bu durum bile, İdlib’e buradan yardım ulaştırmak isteyen bütün uluslararası kuruluşları ve devletleri bir şekilde HTŞ ile muhatap olmak zorunda bırakmıştı.

Oysa Türkiye, Astana sürecinde ‘gerilimi düşürme bölgesi’ ilan edilen İdlib’de, ateşkesi denetlemek üzere 12 askeri gözlem noktası oluşturmuş durumdaydı. Bu gözlem noktaları, sıkı bir şekilde tahkim edilmiş birer küçük askeri üs konumundaydı. Türkiye, böylelikle HTŞ’nin kontrolündeki bir sahada yabana atılmayacak büyüklükte bir silahlı güç bulundurarak, İdlib’deki denklemin askeri aktörlerinden biri halini almıştı. Çatışmaların kontrolden çıkacağı bir ‘en kötü durum senaryosu’nun, bu bağlamda sahada ciddi riskler oluşturacağından korkulmaktaydı. Şimdi meselenin en kritik kısmına varıyoruz. Türkiye, İran ve Rusya’nın bir araya geldiği Astana sürecinin, çok temel bir ikilemi vardı. Bu süreçte; HTŞ hem terör örgütü olarak kabul ediliyor ve bu örgütle mücadele edilmesi meşru görülüyor, hem de diğer yandan İdlib bir ‘gerilimi düşürme bölgesi’ ilan ediliyor, burada güya çatışmasızlık hedefleniyordu. Uluslararası camiada; İdlib’de sıcak bir çatışmanın çıkıp, bunun büyük bir göç dalgasını tetiklemek suretiyle bir insani felakete yol açmasından endişe ediliyordu. Böyle bir göç dalgasının doğrudan Türkiye sınırına yöneleceğini de herkes biliyordu. Bu noktada meselenin bir başka boyutu olarak, Esad rejiminin niyetleri devreye giriyordu. İç savaştan galip çıkan Esad rejimi, kendi toprakları olduğu için, bir an önce İdlib’e girip egemenliğini yeniden tesis etmek istiyordu. İşte bu amaçla, eğer Suriye ordusu İdlib’e dönük topyekûn bir harekâta girişirse, Esad rejiminin insancıl hukuk karşısındaki vurdumduymazlığı, benzer şekilde HTŞ’nin yapabileceklerinin sınırsızlığı ile birleştiğinde, nasıl bir tabloyla karşılaşacağımız ortaya çıkıyordu? Bu takdirde sivil halkın büyük bir mağduriyete uğrayacağı bir ‘kıyamet senaryosu’nun yaşanacağı hususunda yaygın endişeler giderek artıyordu. Bu durum Rusya’yı, Esad’ın İdlib’de frenlenmesi konusundaki taleplere, beklentilere açık hale getiriyor, ama maalesef Rusya pek oralı olmuyordu?

Soçi mutabakatı nefes aldırdı, ancak sorunlar daha da yoğunlaştı!

İşte bütün bu karmaşık faktörlerin bileşimi içinde, Eylül 2018’de Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında imzalanan ‘Soçi Mutabakatı’, İdlib’de ateşkes rejimini devreye sokarak uluslararası camianın beklentilerini karşılamış ve herkesin derin bir nefes almasını sağlamıştı. Ancak; bu mutabakatın açıkça telaffuz edilmeyen en önemli anlayışlarından biri, HTŞ unsurlarının Türkiye ile iş birliği içindeki ‘Ilımlı Muhalefet’in bünyesine çekilmeye çalışılması, örgütün bu şekilde küçültülüp saf dışı bırakılmasıydı. Bu da, Türkiye’ye düşen bir sorumluluk kapsamındaydı. Gelgelelim sahadaki uygulamada, bunun tam aksi bir sonuç ortaya çıkmıştı. HTŞ çözülmediği gibi; Ocak 2019 başında giriştiği saldırıyla, Türkiye’ye yakın muhalif grupları İdlib’den sürüp çıkarmış ve bölgenin tek hâkimi halini almıştı. Rusya ise özellikle Ocak ayından sonra, Suriye’nin elini İdlib sınırında kontrollü bir şekilde serbest bırakmıştı. İzlenen strateji; Suriye ordusunun İdlib’de hedef belirlediği noktaları, sınırdan topçu atışıyla taciz etmesini kolaylaştırmaktı. Rejim, böylelikle HTŞ’yi sürekli baskı altında tutarak, bu şekilde varlığını hissettirmeye çalışmaktaydı. Bu strateji, 2019 Şubat ayıyla birlikte daha sistematik bir görüntü kazandı. Bundan, Rusya’nın Suriye üzerindeki kontrolünü biraz daha gevşettiğini anlamalıyız. BM’ye göre, Şubat ayından sonraki dönemde çatışmaların artmasıyla, İdlib’de bulunduğu yerlerden kuzeye ve başka noktalara doğru göç etmek zorunda kalan sivillerin sayısı 140 bine ulaşmıştı. Yine BM’ye göre, aynı dönemde meydana gelen çatışmalarda, 200’den fazla sivil ölmüş bulunmaktaydı.

Rusya ikili mi oynamaktaydı?

Devamını okumak için tıklayınız.

Yorum Yaz