Ocak 13 23:23

ESRA EROL PROGRAMI, İHBAR SAYILMAYACAK MIYDI?

ESRA EROL PROGRAMI, İHBAR SAYILMAYACAK MIYDI?

Haçlı AB yasalarıyla toplumun temel taşı aile yuvamızın altına dinamit koyulmaktaydı!

AB'ye girme sevdasına yuvalarımız yıkılmaktaydı! Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde hayata geçirilen 6284 Sayılı Kanun ile Türk aile ve geleneklerinin altı oyulmaktaydı. Batı’dan ısmarlama bu kanun, adeta barışmak isteyen evli çiftlere dahi ceza yağdırmaktaydı. Hem Yüce Dinimizin hem de milli birliğimizin en hassas olduğu konuların başında sayılan ve toplumsal ahlakın önemli yapı taşlarından birini oluşturan aile kurumunun dibine, Avrupa Birliği uğruna getirilen 6284 sayılı kanunla adeta dinamit koyulmaktaydı. Toplumumuzu, Batı toplumlarından ayıran en önemli unsur olan güçlü aile yapısı, AB uğruna yok edilmeye çalışılmaktaydı. Uyum yasaları sebebiyle hayata geçirilen bu kanun, 2012 yılından bu yana birçok yuvayı da dağıtmış durumdaydı.

Erkeği uzaklaştırma kararıyla herkes kendi dünyasına ve nefsi hevasına atılmaktaydı!

İstanbul Aile Danışmanları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Zafer Avcılar, Milli Gazete’ye yaptığı açıklamada aileye rehabilitasyon desteği yapılmadığını ve bunun kanunda boşluk bırakıldığını vurgulamıştı. Avcılar, “Aile bütünlüğünün korunması için aile danışmanlığı kurumunun güçlendirilmesi lazımdır. Danışmanlar bu süreçlerde aktif olarak rol almalıdır. Hâkim uzaklaştırma verdiği süreçte danışmanlara görev vermeli ki aile yeniden güçlenebilsin ve toparlansın. Uzaklaştırma veriliyor, herkes kendi dünyasına gidiyor ve boşanma artıyor. Bana göre boşluk burada. Ek bir karara ihtiyaç var. Çiftler psiko-sosyal destek almalı.” ifadelerini kullanmıştı.

Bu yasa boşanmaya odaklıydı!

Aileyi Koruma ve Destekleme Derneği Başkan Yardımcısı Yasemin Çoban ise yaptığı açıklamada yasanın Türkiye’ye uygun olmadığını belirterek, “Bu yasa Türkiye’ye göre hazırlanmış bir yasa değildir. Avrupa’ya uygun olabilir. Her ülkenin kendi sorunlarına kendi iç dinamiklerine, ilkelerine göre çözüm üretilir. Bizim aile yapımıza uygun bir yasa değildir. Bizim aile yapımız büyüklerin yönlendirdiği, akrabaların, arkadaşların dostların yardımcı olduğu bir yapıdır. Batı’da ise sadece kurumlar sorun çözücü.” dedi. Çoban, “Hâkimlerin verdiği uzaklaştırma cezası aileyi olumsuz etkiliyor. Bizim yapımıza göre akrabalar, dostlar, arkadaşlar devreye girer çoğunlukla sorun çözülür, evlilik devam eder. Fakat kanunda bu ara çözüm yolu yer almamıştır. Bu yasa daha çok boşanmaya odaklıdır. Ailelerin boşanmaya değil barışmaya, çözüme odaklı yollara yönlendirilmesi lazımdır. Kadın cinayetlerinin bu yasaya doğrudan sebep olarak gösterilmesi yanlıştır. Eşlerini öldüren erkekler genellikle ruhsal sorunları olan, uyuşturucu veya alkol bağımlısı olan insanlardır. Bu sorunlar çözülmeden cinayetler de önlenemez. Yasa da önleyemedi zaten.” diye uyarmıştı.

Basına yansıyan haberlere göre:

Hiçbir şiddet içermeyen ufak bir tartışmada, inceleme yapılmadan 6 ay uzaklaştırma cezası alan çift, tekrar konuşmak için bir araya geldiklerinde 10 günlük hapis cezasına çarptırılmıştı. Uzaklaştırma cezası alan kişi, eşine barışma niyetiyle çiçek göndermek istedi fakat kanuna takıldı ve kişiye, herhangi bir şekilde iletişim kurmasının yasak olduğu hatırlatıldı. Hanımı için hediye yaptırarak uzlaşmaya giden eş gözaltına alınarak 6284 nedeni ile zorlama hapsine maruz kalmıştı. Eşi ile barışmak isteyen kişinin ona yaklaştığıiddiasıyla ve 6284 sayılı kanunun dayatmasıyla gözaltı muamelesine maruz bırakılması ailenin kurtarılması adına bütün barış adımlarına engel olmaktaydı.[1]

Sanki aileyi dağıtma yasasıydı!

İktidar, AB’ye uyum sağlamak için kendi değerlerini yıkmaktaydı. Avrupa standartları baz alınarak hazırlanan 6284 sayılı kanun, aile yapımızı temelden sarsmaktaydı. Kanunun sağladığı psikolojik şiddet hakkı kapsamında; kadın, kocasını dayak, yaralama gibi bir fiziksel şiddet olmamasına rağmen evden attıracaktı. Eşlerin kanunu her tartışmada sopa gibi kullanması, boşanmalara ve cinayetlere sebep olmaktaydı. Söylemlerde millilik naraları atan ve dindarlık taslayan, icraatlarda ise Avrupa çizgisinden çıkamayan Türkiye, rol modeli batı gibi aile yapısını tehlikeye atmaktaydı. Oysa AB’de evlilik dışı ilişkiler çoğalmakta ve kanunlar, "evlilik"e göre değil, "birliktelik"e göre yapılmaktaydı. Doğan her iki çocuktan biri evlilik dışı ilişkiden doğmaktaydı. Bunun yanı sıra insanlar, çocuk sahibi olmak yerine kedi, köpekleri “evlat” edinip yozlaşmaktaydı. AB’de tablo böyle iken Türkiye, aile yapısını batıya entegre etmeye çalışmaktaydı. Avrupa standartları örnek alınarak hazırlanan 6284 sayılı kanun, Türk aile yapısını parçalayacaktı. Kanunu sopa niyetine kullanan eşler, kendilerini boşanmanın eşiğinde bulacaktı.

Avrupa’da aile kalmamıştı!

OECD tarafından yayımlanan istatistiklere göre, evlilik dışı doğum oranları 1970’li yılların başında OECD ülkelerinde ortalama %10’un altında seyrederken, 1995’te %24’e, 2014’te ise %40,5’e yükselmiş durumdaydı. AB istatistik ofisi Eurostat’ın yayımlamış olduğu verilere göre ise AB ülkelerinde 1964 yılında 3,3 milyon evlilik gerçekleşirken bu sayının 2014 yılında 2,1 milyona gerilediği ortaya çıkmıştı. Aynı zaman diliminde boşanan çiftlerin sayısının ise 330 binden 1 milyona yükseldiği anlaşılmıştı.

“Aileyi bir arada tutmaya yönelik adımlar atmalıyız”

Psikolog Dr. Bora Küçükyazıcı: “Öncelikli olarak, bizler depresyonu tüm dünyada birincil nedenin işsizlik ve ekonomik sorunlar sebebiyle oluştuğunu biliyoruz. Bu nedenle aile bireyleri eğer ekonomik buhranın içerisindeyse siz o kişilerin aile kavramı oluşturmasını bekleyemezsiniz. Avrupa’da uygulanan aile sistemi bizim kültürümüzle hem de aile yapımızla uyuşmadığı için aile yapımıza uygulamaya geçirilmesi kabul edilir durum değildir. Bu nedenle kişileri yasalarla değil, aile yapısını ayakta tutacak manevi duygular verilmesi gerekiyor. Ceza verilerek ya da aileyi dağıtarak bir yere varılmaz. Biz aileyi bir arada tutmaya yönelik adımlar atmalıyız” uyarılarını yapmıştı.

Porno filmlerine erişim kolaylığı, ahlaksızlığı ve cinsi sapıklığı körükleyen TV dizilerinin yaygınlaşması, eşcinselliğin meşrulaştırılması, çok küçük yaşlardan itibaren cep telefonuyla sosyal medya kullanımının çoğalması; maalesef kız ve erkek çocuk tacizlerini, hatta aile içi ensest ilişkileri hızla artırmaktaydı.

Örneğin: Erzurum'da, ablasının 23 yaşındaki kızına tecavüz ederek hamile bırakan, dünyaya getirdiği çocuğun babası olduğu DNA raporu ile saptanan Muş'un Malazgirt ilçesinde görevli imam, 2 çocuk babası 41 yaşındaki A. İ. tutuklanmıştı. İmamlık gibi kutsal bir mesleği icra eden bu iğrenç adamın savunması ise çok daha aşağılıktı. A. İ. "Uyurken odama girmiş. Rızam dışında ilişkiye girmiş. Asıl ben ondan şikâyetçiyim" demekten utanmamıştı.

Halâ: “Batı'dan kopmadık, kopmayacağız!” edebiyatı.

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek halâ; “Ne AB'nin Türkiye'den, ne de Türkiye'nin AB'den vazgeçtiğini” söyleyerek, "Batıdan kopmadık, kopmayacağız" açıklamasını yapmaktaydı. Mehmet Şimşek, "İnsani Finans" temasıyla düzenlenen Küresel Katılım Finans Zirvesi'nin (Global Participation Finance Summit-GPAS Istanbul) açılışında yaptığı konuşmada: "AB ile ilişkilerin dondurulacağı, ilişkilerin kesileceği" yönünde iddialar olduğunu, ancak AB'nin Türkiye'den, Türkiye'nin AB'den vazgeçemediğini, vazgeçemeyeceğini vurgulamıştı.

Yandaş yazarların tutarsızlığı!

"Aile içindeki huzursuzlukları, para kazanma aracı olarak gören (fırsatçılar)... Kendi egolarını tatmin etmek için, en kral avukatı tutarak, eşine ders verme amacı taşıyan, psikolojik rahatsızlık yaşayanlar… Çocukları anne/babasına göstermeyerek, küçücük bebelerin anne veya babası ile ilişki kurmasını engellemekten gurur duyan manyaklar…“Hayat benim değil mi? İster doğururum, ister düşürürüm” diyerek, ailenin anlamını idrakten aciz çatlaklar… Bugünlerde televizyon ekranlarında boy gösteren, “Bu hükümet, arabuluculuk yasası ile, her konuda iş alanımızı daraltıyor… İşçi-işveren davasında da bu... Aile içi davalarda da bu... Adım adım, avukatlık tasfiye ediliyor” diyerek, insanların birbiri ile mahkemelik olmasından zevk duyan zırvacılar…

Maalesef bu ülkede aile ile ilgili kanunlarda geçmiş dönemde söz sahibi oldukları için, bugün aileler, büyük bir travma yaşıyor... Özellikle 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ve bu kanunun uygulanmasında öyle absürt olaylarla karşılaşıyoruz ki, eminim somut olaylar masaya yatırılsa ve bunlar kamuoyu ile paylaşılsa… Hepimiz ağzı açık “Yanlış olmalı... Mümkün değil... Olamaz, doğru değildir”demek zorunda kalırız.

Kocasından korumak için, sığınma evine konulan kadının, kendi anne babasından da kaçırılması örneği mi dersiniz... Öz anne-babasının evine yakın bir yerde oturan, ancak eşi ile tartışması olduğu için uzaklaştırma cezası aldığından, yardıma muhtaç anne-babasının yanına yaklaşamayan insanlar mı dersiniz... Onlarca, yüzlerce, binlerce içler acısı olay... Somut olayları bir kenara bırakıp kanunun mantığına bakalım... 6284 sayılı kanunun, 3. maddesinden örnek vereyim... Bakın, aile içi tartışmalardan para kazanmayı düşünecek kadar çakallaşan, arabuluculuk sistemi gelecek diye ödü kopan namussuzların baskısı ile çıkartılan kanunda, aile içi kavgalar nasıl körükleniyor...

“Mülkî amir tarafından verilecek koruyucu tedbir kararları” başlığı ile... “Bu Kanun kapsamında korunan kişilerle ilgili olarak aşağıdaki tedbirlerden birine, birkaçına veya uygun görülecek benzer tedbirlere mülkî amir tarafından karar verilebilir:” deniliyor... Ve ilk tedbir şöyle belirtiliyor: “Kendisine ve gerekiyorsa beraberindeki çocuklara, bulunduğu yerde veya başka bir yerde uygun barınma yeri sağlanması.” Eyvallah...

İkinci yardım da şu: “Diğer kanunlar kapsamında yapılacak yardımlar saklı kalmak üzere, geçici maddi yardım yapılması.”

Devam ediyoruz, maddeye: “Psikolojik, meslekî, hukukî ve sosyal bakımdan rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmesi...”

Sonrasında; “Hayatî tehlikesinin bulunması hâlinde, ilgilinin talebi üzerine veya resen geçici koruma altına alınması. Gerekli olması hâlinde, korunan kişinin çocukları varsa çalışma yaşamına katılımını desteklemek üzere dört ay, kişinin çalışması hâlinde ise iki aylık süre ile sınırlı olmak kaydıyla, on altı yaşından büyükler için her yıl belirlenen aylık net asgari ücret tutarının yarısını geçmemek ve belgelendirilmek kaydıyla Bakanlık bütçesinin ilgili tertibinden karşılanmak suretiyle kreş imkânının sağlanması.”

Bu kadar tedbirleri kanunla düzenlediniz de… Peki, ailenin kurtulması, yürümesi için aldığınız tedbirler nerede, sayın kanun düzenleyicileri?" diyen yandaş ve dindar, Yeni Akit yazarı Ali Karahasanoğlu'nun sahtekârlığına bakın, muhalefet ağzıyla konuşuyor, ama halâ aile yuvamızı ve ahlaki yapımızı dinamitleyen bu iktidarı savunuyordu!

Hiçbir dönemde ahlaki ve ailevi yapı bu denli sarsılmamıştı!

Komşusuyla gizli ve kirli ilişkisini yakalayan oğlunu öldüren cani kadın ve suç ortağı yakalanmıştı. Sakarya’nın Karasu ilçesinde komşusuyla kendisini yatakta yakalayan oğlunu öldüren hain ve cani anne ile sevgilisi adliyeye çıkarılmıştı. Şehvet artırıcı ahlaksız yayınların artması, inanç temellerinin giderek zayıflaması, AB uyum yasaları kılıflı zinayı kolaylaştıran hatta cezasını kaldıran kanunların çıkarılması toplumun temeltaşı aile yuvasını derinden sarsmaya başlamıştı. Görünüşte dindarlık taslayarak, gerçekte ise din istismarı yaparak iktidara taşınan; ama içten içe İslami ve insani değerleri hızla yozlaştıran bir süreç yaşanmaktaydı.

Afyonkarahisar'da 13 yaşındaki ilkokul öğrencisi, 11 yaşındaki sınıf arkadaşına tecavüz edince, karın ağrısı çeken kızın hastanede hamile olduğu anlaşılmıştı. Karın ağrısı şikayetiyle hastaneye götürülen 11 yaşındaki kız çocuğu, 2.5 aylık hamile çıkmıştı. Savcılığın talimatıyla çocuğa kürtaj yapılmış ve korumaya alınmıştı. Küçük kız ifadesinde aynı sınıfta okuyan 13 yaşındaki sınıf arkadaşının kendisine cinsel istismarda bulunduğunu anlatmıştı. Star TV’nin haberine göre, inanılmaz olay 7 Kasımda Afyonkarahisar’da yaşanmıştı. Ortaokul öğrencisi 11 yaşındaki kız çocuğu karın ağrısı şikâyetiyle annesi tarafından devlet hastanesine götürülünce yapılan kontrollerde 11 yaşındaki kızın 2,5 aylık hamile olduğu saptanmıştı. Hastane yönetimi durumu savcılığa bildirmiş, Savcılık kararıyla kıza kürtaj yapılmıştı. Daha sonra küçük kız korumaya alınmıştı. (24.11.2017)

Evet, şehvet azgınlığı artık ilkokul seviyesine inmiş durumdaydı. Gayet kolay ulaşılan hatta cep telefonlarında taşınan porno filmleri, şehveti tahrik ve teşvik edici TV dizileri ve ilkokul çocuklarının bile sosyal medya erişim ve iletişimleri neslimizi yozlaştırmakta, geleceğimizi karartmaktaydı.

Türkiye Yüzme Federasyonu; Balkan Gençler Şampiyonası için Bulgaristan’a 41 kişilik kafile yollanmıştı. 12 antranör, 29 sporcunun bulunduğu kafilede, tek bir yönetici bile yer almamıştı. Gündüz madalya kazanan 17-18 yaşındaki gençlerimiz, akşam ise ‘casino’da çeşitli çılgınlıklara başlamıştı. Yöneticinin olmadığı Sofya’da; gençlerimizin önlerinde kumar makineleri, ellerinde içki kadehleriyle Başıboş bırakılan gençler, hatıra olsun diye çektirdikleri fotoğrafı sosyal medyada paylaşmıştı. Acaba dindar AKP iktidarının Spor bakanlığı ve Yüzme federasyonu sorumluları bu rezaleti nasıl savunacaklardı?

Şimdi asıl gelelim Esra Erol’da programındaki çarpıcı “bebek ticareti” konusuna: Esra Erol'daki itiraf ve ithamlardan sonra yer yerinden oynamalıydı, ama hayret bu tepkisizlik ve ilgisizlik nasıl okunmalıydı?..

Adana’da 1984 yılında Meydan Hastanesi’nde doğan ve doğduğu gün evlatlık alınan Reşit Ongun, aylardır Esra Erol’un TV programına çıkarak biyolojik annesini aramaktaydı. Geçtiğimiz günlerde aynı Meydan Hastanesi’nde çocuklarını kaybeden birçok aileye DNA testi yapılmış ve DNA testi iki aile için olumsuz sonuçlanmıştı. Bu süreçte "Esra Erol’da" programına yüzlerce başvuru yapılmış ve aynı hastanede doğan bebeklerinin gerçek ailelerine "çocuğunuz öldü" denilerek başka ailelere satıldığı ve o ismin yine Leyla Atayolduğu ortaya atılmıştı. Reşit’i büyüten anne Kerime Hanım da; Leyla Atay ile birlikte Reşit’i hastaneden beraber çıkardıklarını söyleyip durmaktaydı. Yayına bağlanan ve bilgiler aktaran kişiler, doğum evinden çalınan çocukların hepsinin ardından çıkan ismin Leyla Atay olduğunu vurgulamışlardı. Hastanede öldü denilen bebeklerin hangi ailelere verildikleri ise ancak Leyla Atay isimli kişinin ortaya çıkarılması ile aydınlatılacaktı. Türkiye haftalardır Leyla Atay’ı konuşmakta ama o bir türlü ortaya çıkmamaktaydı. Peki, Leyla Atay nerede saklanmaktaydı ve niye halâ soruşturma açılmamış ve yakalanmamıştı? Adana Meydan Hastanesi’nde o yıllarda ne haltlar karıştırılmıştı? Bunların soruşturma kapsamında aydınlatılması niye savsaklanmaktaydı? Leyla Atay’ın bugün halâ bir özel poliklinikte çalıştığına dair bazı duyumlar da yayıncı kuruluşa kadar ulaşmıştı.

Şimdi şu sorular kafaları kurcalamakta, vicdanları sızlatmakta ve elbette yanıtları aranmaktaydı:

1- Bunca feryadı, iddiayı ve çok ciddi ithamları, "ihbar" kabul etmesi gereken savcılar harekete geçmek için daha neyi bekliyordu?

2- Adana Valiliği’nden, İl Sağlık Müdürlüğü’nden... Sağlık Bakanlığı’ndan, Aile ve Sosyal Yardım Bakanlığı'ndan niye halâ tıs çıkmıyordu?

3- Ve tabi işbaşındaki Hükümet ve Devlet niye bu olaya el koymuyordu?

4- On yıllar boyunca yüzlerce, hatta binlerce bebeğin: "Öldü, belediye götürüp gömdü" denilip, anne babalarından koparılarak, büyük paralar karşılığı pazarlandığı; doğum ve ölümlerle ilgili resmi kayıtların bile tutulmadığı veya ortadan kaldırıldığı iddiaları ve bu konuda onlarca mağdurun bizzat yaşadıkları ve aktardıkları karşısında, Devlet ve Hükümet yetkililerinin: "Ne yapalım, bizden önceki iktidarlar döneminde yaşanmış..." dercesine, bu konuda ilgisiz ve isteksiz davranıp ağırdan almasının altında başka şeyler mi yatıyordu? Çocuk ve organ mafyasının şeytani etkinliği halâ devam mı ediyordu?

5- Yoksa bu ağır suçlulara ve vicdansız sorumlulara; kendilerini aklamak, pisliklerini örtüp saklamak ve gerekli-geçerli(!) sahte mazeret belgeleri hazırlamak ve kaçmak dahil her türlü kurtuluş tedbirini almak üzere fırsat mı tanınıyordu?

6- Ya da, yürekleri yaralı ve ciğerleri yanmış mağdur vatandaşlarımızın; bu hıyanet ve cinayet şebekelerinden, intikamlarını kendileri mi alsın isteniyordu? Vatandaşlarımız niye sahipsiz ve ümitsiz bırakılıyordu?

7- Ve tabii sormak lazımdı: Yayıncılığın ahlaki ve hukuki ilkelerine azami dikkat gösterilerek yapılan ve toplumsal sorunlara dikkat çekmeyi amaçlayan bütün bu açıklamalara karşı, ilgili ve yetkililerin bu duyarsız ve tutarsız tavrını nasıl yorumlamak gerekiyordu ve Türkiye nereye gidiyordu?

Halkımızı ATV ekranlarına bağlayan ve izlenme rekorları kıran Esra Erol’daprogramında aylardır süregelen biyolojik annesini bulmak isteyen Reşit'in ve çocuğunuz öldü denilerek, anneden kopartılan acılı ailelerin dramı konuşulmaktaydı. 1984 yılında doğan ve doğduğu gün evlatlık verilen Reşit ve Reşit’i büyüten anne Kerime Hanımın canlı yayına katılmasıyla başlayan hikâye, Esra Erol’da programı Türkiye’nin kanayan bir yarasına parmak basmıştı, ama halâ devlet bu konuya el atmamıştı. Aylardır süren Adana Meydan Hastanesi olayında, isimler üzerinde oynandığı ve bu yüzden, güvenilir, hastane kayıtlarına ulaşılamadığı anlaşılmıştı. En acısı da; çocuk alışverişi sayısının 1000’li rakamlara ulaşmasıyla, bilmeden (bazı kardeşlerin) birbirleri ile tanışıp evlilik hazırlıkları yaparken nikâhlarına günler kala gerçeklerin yüzlerine tokat gibi vurulması, olayın ayrı bir trajik kısmını oluşturmaktaydı. Maalesef her çocuğun hayatı ayrı ayrı dramlarla anlatılmaktaydı.

Çocuk ticareti adı altında alınan ihbarlarda binlerce kişi, Leyla Atay adını ortaya atmasına, Leyla Atay ile ilgili iddiaların gün geçtikçe çoğalmasına rağmen halâ hiçbir soruşturma açılmamıştı. Konuşulan iddialar oldukça sarsıcı ve şaşırtıcıydı. Dünyaya gelen çocuklar annelerinden koparılarak çocuğu olmayan ailelere yüklü paralar karşılığında, satılmıştı. Akrabalara, komşulara, İncirlik’te yabancı uyruklu ailelere bile bu çocukların verildiği konuşulmaktaydı. Bu süreçte evraklar değiştirilerek kayıt dışı işlemler uygulanmıştı.

Çeşitli medyada yer alan haber ve yorumlara göre:

Bazı doğumevlerinde ‘öldü' diyerek ölüsü ya da dirisi ailelere verilmeyen çocukların satıldığı, gayri meşru yollarla evlatlık alındığı ortaya çıkmıştı. Bazı annelere verilen çocukların da kendi doğurduğu çocuğu olmadığı anlaşılmıştı. Ülkeyi dehşete sürükleyen yayın sürerken, Sağlık Bakanlığı ve her konuda ahkâm kesen kadın oluşumları nedense sessiz ve tepkisiz kalmışlardı. Savcılıkların bir türlü harekete geçmemiş olması, ülkenin şok üstüne şok yaşamasına neden olurken, medyanın önemli bir bölümü de insanlığın nesebini bozarak, kardeşin kardeşle evlenmesine dahi yol açan bu vahşet karşısında suskunluğunu bozmamışlardı.

Haftalardır ATV ekranlarında konuşulan ve bütün bir ülkeye ‘insanlıktan mı çıktık'? dedirten aile ve çocuk dramları herkesi şüphe ve hüzne boğmuş durumdaydı. Doğumevlerinde doğum yapan pek çok kadının, evladım dediği çocuğun kendisine ait olup olmadığı endişesine yol açmıştı. Adana'daki Meydan Doğumevi özelinde ilerleyen gelişmeler 1980'li yıllarda başlamıştı. Doğumevine konuşlanmış dışarıdan da destek alan resmi görevli bir çete, doğumhaneden servise geçen çocukların öldüğünü söyleyerek ailelerden koparıp almıştı. Genellikle şüphe, gelen bir ihbar veya evlatlık alan ailelerin son nefeslerinde çocuklara kendisinin evlatlık olduğunu haber vermesi üzerine ortaya çıkan zulümkârlığın, deştikçe çok daha büyük olduğu ortaya çıkmaktaydı. İnsan olanın kanını donduran hikâyeler, bazı doğumhanelere görevli olarak yuvalanmış çetelerin, ailelere çocuklarının öldüğünü söylemesiyle başlamıştı. ‘Bebeğiniz öldü, kimsesizler mezarlığına gömdük' denilen ‘gariban' aileler ısrar etmezse evlerine yollanmıştı. ‘Cesedini verin' diye ısrar edenlere ise doğumhaneden rastgele bir bebek verilerek avutulmuşlardı. İkiz bebekler başka başka çocuksuz ailelere satılmıştı. Bazı bebeklerin ise daha hangi şeytani amaçlar için hangi alçaklara verildiği ise henüz tam olarak anlaşılmamıştı. Ölen bebeklerin çöp tenekelerine atıldığı görgü şahitlerince bir bir anlatılmıştı.

Az daha ikiz kardeşiyle evlenmiş olacaktı!

Esra Erol'un programına telefonla bağlanan bir kadının anlattıkları herkesi şaşkınlık ve gözyaşı içinde bırakmıştı. Bağlanan kadın gençliğinde kardeşi olduğunu sonradan öğrendiği kişiyle Ankara'daki bir okulda tanışıverdiklerini, daha sonra farklı bir yere taşınan erkekle görüşmeye devam ettiklerini ve evlilik kararı aldıklarını anlatmıştı. İsteme merasiminin ardından damadın halâsı ölünce, ailenin nikâhı düğünden sonraya ertelediğini belirten kadın, düğün günü iki aile bir araya geldiğinde çocukların evlatlık verilmelerine aracı olan kadının her iki aileyi de tanıyıp bütün gerçeği kendilerine anlattığını aktarmıştı. Düğünün iptal edilmesinden sonra kendisinin başka bir erkekle evlilik yaparak, 2 çocuk sahibi olduğunu gözyaşları içinde, zorlanarak anlatan kadın, evlenmek istediği kişinin ikiz kardeşi olduğunu öğrendiği andan itibaren hadisenin şokunu bir türlü atlatamadığını, 3 defa intihara kalkıştığını, halâ ilaç kullandığını ancak huzur bulamadığını anlatmıştı!

Bütün bu yaşananların bazı çetelerin çocuk satarak para kazanması gibi adice bir ticaret olarak görülmeyecek kadar ürküten boyutları vardı. Sadece tetikçi tezgâhtarların adının geçtiği felaketler zincirinin içinde küresel örgütlerin bulunulabileceği ihtimali dikkatlerden kaçırılmaktaydı. Doğumhanelerden yahut sokaklardan çalınan çocuklar ya organ yetmezliği yaşayan zenginlere organ için doğranmakta, ya satanist ayinlerinde kullanılmakta, ya tecavüz için köleleştiriliyor olmakta, ya çocuğu olmayanlara satılmakta, ya da nesep karışıklığı olsun diye doğumhanede bilerek karıştırılmaktaydı. Bu çocukların ABD'lilere ve İsraillilere satıldığı iddiaları ise insanın kanını dondurmaktaydı.

Doğar doğmaz sağlık çalışanlarının elinde dolaşıma giren çocukların karıştığı sık sık haberlere konu olmaktaydı. Bu bazen sistemin bayağılığından, bazen de kasıtla yapılmaktaydı. Gelişmeler ise ister istemez ‘doğumhanede verilen çocuk benim çocuğum mu’ sorusunu gündeme taşımaktaydı. Çünkü dünya çapında nesep karışıklığı hedefleyen küresel sapık örgütler doğumhanelerde cirit atmaktaydı. Yaklaşık 25 yıldır bütün dinleri ve insanları birleştirme masalıyla dünyayı aldatan sapkın MOON tarikatı çocuk karıştırmakla suçlanmaktaydı. Bunlar Türkiye'de ilk kez değil, 1997'den bu yana yazılıp çizilmesine rağmen devletin bir türlü harekete geçmemiş olması kafa karıştırıcıydı. Dünya ayağa kalkmışken Türkiye Cumhuriyeti makamlarının sessizliği nasıl okunmalıydı? Medya karşısına çıkan Sağlık Bakanı bu şeytanî afet konusunda tek bir kelime etmezken, eften püften sorular soran medya ise konuyu bakana bile sormamıştı. Sağlık Bakanlığının susmakla kalmayıp, normal şartlarda Adana Meydan Hastanesinden alınabilen doğum izini engellemeye başladığı da anlaşılmıştı. Komisyon kurduğu ileri sürülen hastane yönetimi, müracaat eden aile ve avukatlarını Sağlık Müdürlüğü'ne yollamıştı. Hiçbir başsavcılığı harekete geçiremeyen bu alçaklık sadece 80 milyonluk Türkiye'de değil, tüm dünyada yankı uyandırmıştı, ama devlet halâ duyarsızdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan söylemeden hiçbir mühim konuda harekete geçmeyen siyaset, bürokrasi ve akademi çevrelerinin suskunluğu yüreklerdeki koru cehennem alevine çevirmiş durumdaydı. Mağdurlar hep birden Erdoğan'ın talimat vermesini beklerken,[2] tekrar soruyoruz, bu hıyanet ve cinayet şebekelerinin tedbir alması ve kendilerini aklaması için, bilerek fırsat mı tanınmaktaydı?

Doğumevi miydi, bebek pazarı mıydı?

Adana Meydan Doğumevi’nde 1985 yıllarında başlayan şaibeli doğumlar, öldü denilen çocuklar, o günkü hastanede Başhekimden, doktora, hemşireden ebelere varan, dahası hastanede karanlık kişilerin bebek üzerinden ticaret yaptığı iddialarıyla başlayan ve insanı şaşkınlığa uğratan olaylar gün geçtikçe artmaktaydı. O hastanede olan bitenlerin sayısı halâ gizemini korumaktaydı. Konuya muhatap kişilerin “Esra Erol’da”yı arayıp hikâyelerini anlatmasıyla çocukların acıklı hikâyeleri de tek tek ortaya çıkmaktaydı.

Cevap bekleyen korkunç iddialar vardı!

İddialara göre çocuğu olmayan aileler o hastaneye başvurmaktaydı. Hastane tam bir mezat pazarı gibi çalışmaktaydı. Doğumdan çıkan bebekler gayriresmi bir şekilde elden ele dolaşmaktaydı. Çocuğunu canlı dünyaya getiren annelerin çocukları bile sırra kadem basıp kaybolmaktaydı. Meydan Doğumevi’nde kirli eller yenidoğan bebekleri annelerinden koparıp pazarlamaktaydı. Çocuklar doğuran anneye değil, parayı bastıran kimselere sunulmaktaydı. Böylece büyük bir pazarda çocuklar sermaye olarak kullanılmaktaydı.

Çocuğunu almak isteyen ailelerin kendilerine öldü denilerek verilmeyen bebekleri kayıptı. Çocuklarını almak isteyen aileler bir türlü susturulmaktaydı. Hastaneyi şikâyet için gidilen Emniyet birimlerinde şikâyetler savuşturulmakta, hatta mağdur kişilere işkence yapılmaktaydı. Bebek satışlarından kazanılan paralar çete üyelerince paylaşılmaktaydı... Yurtdışına satılan veya verilen çocukların durumu ise halâ gizemini korumaktaydı. O yıllarda tutulan hastane kayıtlarının gerçeği yansıtıp yansıtmadığı da yapılacak inceleme ile netlik kazanacaktı. Bu olayların olduğu yıllarda hastane kadrosunda çalışanların bir kısmı iddiaları doğrular nitelikte bilgi verirken büyük bir kısmı ise sessizliğini korumaktaydı. Bu çete mensupları elini kolunu sallayarak toplum içerisinde dolaşmaktaydı.

O gün hastanede çalışan bazı personellerin şahit oldukları ve bugün itirafları ile gün yüzüne çıkan bu gerçeklerden nasibini alanların hayatları ise bir nevi kararmıştı. O gün ailelerinden habersizce koparılanların bazıları şanslı olsa da, bazıları ise halâ köklerinden habersiz yaşamaktaydı. Şansları yaver gidenler ise yıllar sonra korkunç gerçeklerle karşılaşmıştı. Programa katılan mağdurların hikâyeleri insanın kanını dondurmaktaydı. Ailelerinden kopartılan ve hayatın bir cilvesi olarak birbirini tanıyan kardeşlerin sevgili olmalarından tutun da, evlenmek için birbiriyle kaçıp son anda kardeş olduklarını anlayan kardeşlerin, köksüz büyüyüp koca bir ömürde yalnız kalan, ailelerinden bihaber yaşayan onlarca köksüzün hazinli hikâyeleri izleyenlerin yüreğini parçalamakta ve Türkiye nereye sürükleniyor, soruları beyinleri kurcalamaktaydı.

Kendi egolarını ve cüzdanlarını dolduran vicdani sorumluluklarını unutan, adeta taşlaşmış kalplere sahip olan bu mahlûklar ise halâ haram, haksız ve ahlaksızca kazandıkları servet ve saltanatlarını sürdürüp durmaktaydı.

Artık adli makamlar harekete geçmeli ve konuya el atmalıydı!

Programa katılan yüreği yanık anne ve babalar, boynu bükük, gerçek ailesini tanımayan gencecik insanlar şaşkın ve perişandı, herkes birbirini suçlarken, bu olaya karışan veya suçlanan kişilerin isimleri belli iken, devam eden programdaki konuyu ihbar olarak görüp ilgili makamlarca somut bir adım atılmaması da bir o kadar enteresandı.

İşte Adana M doğumevinde yaşanan skandallar ve kan donduran iddialardan bazıları!

İkiz doğum yapan mağdurlardan birine çocuklardan birinin öldüğü söyleniyor... Mağdur olan kişinin elinde herhangi bir ölüm raporu yok. Bu mağdura da öldüğü iddia edilen çocuğun cenazesi verilmiyor. Ve birkaç kişi bu mağdurun çocuğunun benzerini gördüğünü bir dönem iddia etmiş. Mağdur çocuğunun öldüğüne inanmıyor... Her gün Esra Erol’a Adana M doğumevinde doğum yaptığını ve bebeklerinin öldüğünü söyleyen Aileler akın ediyor. Çember gün geçtikçe genişliyor. Esra Erol’un programına telefonla katılan bir kadın neredeyse abisi ile bir izdivaç yapacağını haykırıyor. Kendisi istanbul’da abisi olduğunu söylediği kişi de Samsun’da yaşıyor. Bunlar tanışıp nişanlanıyor ve nikâh tarihi için gün almaya gidiyorlar. Prosedürde birtakım tetkitler yapılıyor ve test sonuçlarında bu nişanlı çiftin kardeş olduğu ortaya çıkıyor!

Ve yine Esra Erol Adana M doğum evinden evlatlık olarak verilen bir kadınla İzmir’e röportaja gidiyor. Kadının verdiği bilgiler adeta kan donduruyor. Mağdur küçükken evlatlık verildiğini öğreniyor ve biyolojik ailesini aramaya koyuluyor. Onu canından çok seven evlatlık alan Aile Leyla Atay’la irtibata geçiyor. Leyla Atay’la bir pastanede buluşuluyor. Mağdur Leyla Atay’ın elinde kalın bir dosya olduğunu, o dosyalarda birçok bebeğin bilgisinin yer aldığını iddia ediyor. Leyla Atay’ın ailesini bulmak için de yüksek miktarda para istediğini de belirtiyor.

Programa katılan bir diğer mağdur, eşini doğum yapması için Adana M doğumevine götürüyor. Eşi burada sezeryanla doğum yapıyor. Doğum sonrası bebeğin sezeryanda kafasının koptuğu ve öldüğü söyleniyor. Bebeğinin ne ölüm belgesini ne de cenazesini alamıyor. Eşinin ölümün eşiğine geldiğini belirten mağdur eşinden bir daha bebek sahibi olamıyor... Mağdur çift bu durumdan psikolojikmen oldukça etkileniyor ve yıkılıyor.

Programa katılan Adana’nın ileri gelenlerinden biri “M doğumevinde” bir hemşirenin anlattıklarıyla adeta donup kalıyor. Yine bir çifte bebeklerinin öldüğü söyleniyor. Bebeğin babası ve yakınları bebeğin cesedini istiyor, tartışma çıkıyor, yine de bebeğin cesedini hastane vermiyor. Bir hemşire bir odaya girdiğinde başka bir hemşirenin bir bebeği yastıkla boğmaya çalıştığını görüyor. Leyla Atay, annelere çocuklarının öldüğünü söylüyor ve para karşılığı başkalarına veriyor! Dünyaya gelen çocuklar annelerinden koparılarak çocuğu olmayan ailelere yüklü paralar karşılığında, satılıyor. Ve devlet halâ ortada görünmüyor!

Adana Tabip Odası'nın vurdumduymazlığı!

Esra Erol’un programında ortaya çıkan Adana Meydan Hastanesi olayında binlerce kayıp çocuktan bahsediliyordu. Gün geçtikçe ortaya atılan iddialar, programa katılan konukların anlattıkları, çocuğunuz öldü denilerek cenazeyi dahi teslim etmeden evlerine yollanan aileler ve büyük bir çocuk ti

Yorum Yaz