“DEAŞ’la mücadele ediyor” bahanesiyle, Suriye’nin %33’ünü (üçte birini) PKK-PYD kontrolüne sokan ABD’nin bu işgal planını boşa çıkarmamız lazımdı ve bu maksatla “Barış Pınarı Harekâtı” kaçınılmazdı. Ancak kuşkulandığımız bazı tuzakların, bu harekâtın henüz 1. haftasında doğru çıkmaya başlaması endişelerimizi arttırmıştı.
Tel Abyad hapishanesindeki DEAŞ-IŞİD militanları PKK tarafından boşaltılmış ve bu tehlikeli teröristler sivil ve yerel elbiseler giydirilerek serbest bırakılmışlardı. Bunlar, her an bir köşe başında askerlerimizin karşısına çıkacak ve başımıza bela açacak canlı bombalar konumundaydı. Bu arada, bazılarının yaralarını kaşısa ve huzurlarını kaçırsa da; şimdi kovmaya çalıştığımız PKK-PYD çapulcularını, Kuzey Irak’tan gelip Türkiye üzerinden Ayn el-Arab’a (Kobani’ye) geçmeleri için yollarını açan ve destek sağlayıp yöre halkına kahramanlar gibi alkışlatan bu Erdoğan iktidarı olduğunu da hatırlatmamız lazımdı!? O süreçte, yandaş yazar ve yorumcu takımı, yaptığımız ve sonunda haklı çıktığımız uyarılar yüzünden, bizlere “barış düşmanı!” diye sataşmışlar ve hakkımızda davalar açtırmışlardı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, "(DEAŞ’lı) Teröristlerin orada bir sözde devlet teşkiline ve bunun sonucunda militanların eski Sovyet Cumhuriyetlerine akın etmesine ve oradan da Rusya topraklarına girmesine izin veremezdik" ifadelerini kullanmıştı. Oysa bu DEAŞ’lılar Rusların da desteklediği PKK-PYD korumasındaydı. Vladimir Putin, gerçekleştirdiği Riyad ziyareti öncesi Russia Today (RT), El-Arabiya ve Sky News Arabia televizyonlarına verdiği röportajda şunları aktarmıştı: "Suriye'ye meşru hükümete destek vermek için girdik, bilhassa meşru hükümete, bunun altını çizmek istiyorum. Bu, orada iç sorunlar olmadığı anlamına gelmiyor. Bu, mevcut yönetimin oluşan durumda hiçbir sorumluluğu bulunmadığı anlamına da gelmiyor. Ancak bu, terör örgütlerinin Suriye topraklarını ele geçirmesine ve orada bir sözde terör devleti kurmasına izin vermemiz gerektiği anlamına kesinlikle gelmiyor" diyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışmıştı.
ABD Başkanı Donald Trump, Twitter’dan Fırat’ın doğusuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Türkiye sınırındaki yoğun mücadeleye askerimizle katılmadığımız çok akıllıca. Bırakın birbiriyle savaşsınlar.” diyerek küstahlaşmış ve kötü niyetini açığa vurmuşlardı.
Doğudan ve Batıdan, bütün ülkelerle her türlü irtibat ve ittifaklar kurulmalı, ancak ne Amerika’nın ve ne de Rusya’nın güdümüne ve himayesine sığınılmamalıdır. Özellikle kardeş bölge ülkeleriyle sorunlarımızı karşılıklı diyalog ve dayanışma anlayışıyla çözmeye çalışmalıdır. Bu konuda Mevcut Suriye Yönetimiyle de artık ciddi ve gerçekçi münasebetler başlatılmalıdır. Ve özellikle İslam Birliği’nin ve Erbakan Hoca’nın D-8 girişiminin canlandırılması, hem Türkiye’nin ağırlığını ve caydırıcılığını arttıracak, hem de bölgemizde ve yeryüzünde çok daha saygın bir konuma taşıyacaktır. Bu, Mustafa Kemal’in de bir arzusu ve amacıdır. Bunlardan; mevcut irtibat ve ittifaklarımızı bozmak, kendimizi diğer dünyadan soyutlamak anlamını çıkarmak da yanlıştır, konuyu saptırmaktır.
“Bu iktidarın en başından bugüne kadar izlediği tümüyle yanlış olan Ortadoğu ve Suriye politikasında attığı tek bir olumlu adım ve başarı gibi görünen tek bir olay vardır; bu da Rusya ve İran’la başlattığı Astana Süreci olmaktadır. Başarı gibi görünen diğer olay ise, 10 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, BMGK’de Türkiye’nin kınanması önerisine hem Rusya’nın hem de ABD’nin karşı çıkmasıdır.” yaklaşımı da yanıltıcıdır. Bu konudaki haber, Amerika’nın Sesi İnternet Sitesi’nde Can Kamiloğlu tarafından özet olarak şöyle aktarılmıştı:
Türkiye’nin Suriye’de başlattığı askeri harekâtın kınanması yönünde öneri getiren Avrupalı konsey üyeleri; İngiltere, Fransa, Belçika, Polonya, Almanya ve Estonya’nın talebi, ABD ile Rusya’nın karşı çıkması üzerine gündeme alınmamıştır. Acaba uluslararası camia Suriye operasyonunu kınarken gerek ABD gerekse Rusya, birbirlerinden farklı nedenlerle, BMGK’de kınanmasını önleyerek neden Türkiye’ye sınırlı bir zaman kazandırmışlardır? “Türkiye’nin Ortadoğu bataklığından ve Suriye’deki iç ve dış savaştan kurtulmasının tek yolu olarak gösterilen ABD ile Rusya arasında görülen bu geçici mutabakat fırsatını mevcut Esad rejimi ile müzakereler yoluyla, Suriye sorununu çözmek için kullanmalıdır.” iddialarında haklılık payı vardır, ancak bunu yapacak bir irade Erdoğan iktidarında bulunmamaktadır.
“Hatırlayınız, ‘Arap Baharı’ olarak bilinen olaylar; Tunus’ta başlamış, ardından Mısır’ı, Libya’yı, Yemen’i de içine aldıktan sonra Suriye’ye sıçramıştı. Bu olaydan en fazla etkilenen dört ülke -Tunus, Mısır, Libya, Yemen- ile en son olarak onlara katılan Suriye arasında önemli bir fark vardı; ilk dört ülkede yönetimler değişmiş durumdaydı, ‘Arap Baharı’ ortaya çıktığında o ülkeleri yönetenlerin hepsi iktidardan atılmışlardı. Ancak, üzerinden geçen bunca yıldan sonra, yüzbinlerce masum kişinin ölmesi, milyonlarca insanın mülteci haline dönüşmesi ve tarihi kentlerin harabeye dönmesine mal olmasına rağmen, Suriye’de Beşşar Esad’ın rejimi yerli yerinde durmaktaydı. Tunus’ta Zeynelabidin bin Ali gitti, Mısır’da Hüsnü Mübarek gitti, Libya’da Muammer Kaddafi gitti, Yemen’de Ali Abdullah Saleh gitti, onlardan önce de Irak’ta Saddam Hüseyin gitmişti; Beşşar Esad ise gitmediği gibi “Çözüm” denildiğinde hemen herkes ‘Beşşar Esad’sız olmaz’ deyip duruyorlardı! Üstelik ABD de, Rusya da, İran da çözüm için sadece ‘Beşşar Esad’ isminde birleşebiliyorlardı. ‘Barış Pınarı Harekâtı’ operasyonunun beşinci gününde, Esad’ın ordusunun kuzeye doğru yürüdüğüne ve Münbiç’e gireceğine dair haberler dolaşmaktaydı ve aynen yaşandı. Yani Esad’ın hâlâ yürümeye takatli bir ordusu vardı. Arap Baharı palavraları başladığında onun da sonunun yakın olduğunu sananlar, diğerlerinin başına gelenin kısa sürede onun da başına geleceği hesaplarını yapanlar, şimdilerde hesaplarını yeniden gözden geçirmekle uğraşmaktaydı. Öyle ise, bizim Suriye hesaplarımızı Esad’la yapmamızı hem Milli gereksinimler hem mevcut dengeler zorunlu kılmaktaydı.
İyi de bu Esad’ı ayakta tutan hangi odaklardı?
Hesap yanlışlığı, Beşşar Esad’ı tek başına biri olarak görmekten kaynaklanmıştı. Kişi olarak Esad; şimdi işgal ettiği makamı aklından geçirmeden önce bir yabancı ülkede (İngiltere’de) sessiz sedasız yaşamaktayken, babası Hafız Esad’ın ölümü üzerine, o makam için yetiştirilmiş kardeşleri devre dışı kaldığından, geçici formül olarak iktidara taşınmıştı. Arkasında ülkeyi yarım asra yakın bir süredir yöneten bir esas güç vardı: Bu, Baas Partisi olmaktaydı. Diğer yanlış bir hesap da, Hafız-Beşşar Esad’ın Suriye’de azınlık olan bir dini gruba mensup oldukları, Baas Partisi’nin de gücünü yine aynı gruptan aldığı hesabıdır. 50 yılı bulan yönetimi sırasında Baas, ülkede çoğunluğu teşkil eden dini gruplarla da sıkı ittifaklar oluşturmayı başarmıştır. Yani Baas Partisi ülkenin kılcal damarlarına kadar işlemiş bir yapılanmadır. Şu an ABD, Rusya ve İran da Baas iktidarının ve Esad’ın yanında durmaktadır.” diyen Fehmi Koru, her nedense Amerika ve Rusya’yı hâlâ güdümünde tutan Siyonist odakları hiç gündeme taşımamaktaydı. Oysa bir dönem Erdoğan’la Esad’ı kanka yapan da, ardından kanlı bıçaklı yapan da aynı merkezler olmaktaydı. Ve yine kimi Selefi, kimi El Kaideci kiralık asker konumundaki ÖSO askerlerinin Milli Suriye Ordusu diye tanıtılması da ileride başımızı ağrıtacaktı. Bunlardan yararlanmak elbette lazımdı, ama farklı ve aslına aykırı tanıtılması ise yanlıştı. Bu konuda temkinli ve tedbirli olmakta fayda vardı.
Barış Pınarı Harekâtı’na yaptırım şantajları!
Türkiye’nin Batı destekli terör örgütü PKK’ya karşı operasyonlarını ısrarla “Kürtlerle Savaş” şeklinde yansıtmaya çalışan ABD Başkanı Trump, Türkiye’ye yönelik uygulanabilecek “3 Seçeneğin” olduğunu açıklamıştı.
DEAŞ üzerinden Suriye konusunda Türkiye ile yapılan diplomasinin başarılı olduğunu öne süren ABD Başkanı Donald Trump; "Suriye'de Türkiye'nin saldırısı altındaki bölgelerde artık askerimiz yok. Biz işimizi mükemmel bir şekilde(!) yaptık" ifadelerini kullanmıştı. Suriye'de, Türkiye'nin gerçekleştirdiği operasyona dair üç seçeneğin olduğunu belirten Trump; "Şimdi Türkiye Kürtlere saldırıyor, bu ikili 200 yıldır birbiriyle savaşıyor. Şimdi bizim üç seçeneğimiz var. Ya oraya asker göndereceğiz ve askeri olarak kazanacağız ya Türkiye'yi finansal olarak ve yaptırımlarla sert bir şekilde vuracağız ya da Türkiye ve Kürtler arasında bir anlaşma için arabuluculuk yapacağız" şeklindeki ifadeleri paylaşmıştı.
Türkiye’ye yaptırım hazırlığı neyi amaçlamıştı?
11 Ekim 2019’da ABD Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçi 29 parlamenter, Türkiye’ye yaptırım talep eden bir yasa tasarısı için girişimde bulunacağını açıklamıştı. Aynı türde bir yasa tasarısı hazırlığı, Senato’da Trump’ın partisi Cumhuriyetçiler ve Demokratlar tarafından bir gün önce başlatılmıştı. Temsilciler Meclis’indeki yasa tasarısı girişimine Kevin McCarthy ve Whip Steve Scalise öncülük ediyorlardı. ABD’nin derdi PKK’ydı… ABD Dışişleri Bakanlığı ise, Türkiye’nin güney sınırı ile ilgili ulusal güvenlik kaygılarını güya “anladıklarını”, ancak Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine yönelik operasyonunu onaylamadıklarını vurgulamıştı. ABD Dışişleri Bakanlığından üst düzey bir yetkili şunları aktarmıştı: “Alanda, bize hizmetçi ortaklara ihtiyacımız önemlidir. Bu ortak, PKK’nın Suriye uzantısı olan YPG’nin ağırlıkta olduğu SDG güçleridir. Evet, Türkiye’nin haklı endişeleri olabilir, ancak bu askeri harekâtını kesinlikle onaylamadığımızı bilmeleri gerekir!” Diğer yandan Bakanlık yetkilisi, Türkiye’nin başlattığı operasyonun durdurulması için Trump’ın, terör örgütü PKK’nın Suriye kanadı YPG ve Türkiye arasında “ara buluculuk” yapmak ve ateşkesi sağlamak için bir yol bulmaya çalıştığını aktarmıştı ve dedikleri aynen çıkmıştı.
Devamını okumak için tıklayınız.