İstanbul’daki İslam İşbirliği Teşkilatı Kudüs zirvesine Suudi Arabistan’dan, Birleşik Arap Emirliklerinden devlet başkanı düzeyinde katılım olmamış ama Venezüella Devlet Başkanı Nicolas Maduro, misafir olarak toplantıya katılmıştı.
İslam İşbirliği Teşkilatı Olağanüstü Zirvesi katılımcı listesinde yer alan liderler ise şöyle sıralanmıştı: Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Yemen Cumhurbaşkanı Abdrabuh Mansour Hadi, Kuveyt Emiri Şeyh Sabah, Umman Kralı’nın özel temsilcisi Seyit Assad bin Tarıq Al Said, Katar Emiri Şeyh Tamim, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Brunei Kralı Hasan El-Bolkiah, Cibuti Başbakanı Abdulkader Kamil Mohamed, Kazakistan Meclis Başkanı Kassım Jomart Tokayev, Pakistan Başbakanı Şahid Hakan Abbasi, Libya Başkanlık Konseyi Başkanı Faiez Serrag, Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo, Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani, Ürdün Kralı Abdullah, Özbekistan Senato Başkanı Nigmatulla Yuldaşev, Malezya Başbakanı Najib Razzak, Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir, Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde, Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Aoun, Komorlar Devlet Başkanı Azali Assoumani.
Oysa İİT’nin 57 üyesi bulunmaktaydı. Ama bunların sadece 22’si (yani üçte biri kadarı) toplantıya katılmıştı.
İsrail merkezli Haaretz gazetesi, İsrail ulaştırma ve istihbarat bakanlıklarını yürüten Yisrael Katz'in Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman'ı İsrail'e davet ettiğini açıklamıştı. Suudi Arabistan İstanbul'daki zirve için üst düzeyde katılmamıştı. Katz, ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs kararının ardından sekteye uğrayan İsrail-Filistin barış sürecinin sponsoru olarak Suudi Arabistan'ı görmek istediklerini vurgulamıştı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın çağrısıyla İstanbul'da olağanüstü toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) zirvesinden “Doğu Kudüs'ün Filistin'in başkenti olduğunu ilan ediyoruz...” kararı çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın zirvedeki konuşmasında dile getirdiği, "Tüm dünyayı Kudüs’ü Filistin’in işgal altındaki başkenti olarak tanımaya çağırma" önerisi benimsenip açıklanmıştı.
İslam İşbirliği Teşkilatının Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan etme kararına Rusya’dan gelen ilk tepki herkesi şaşırtmış; Rus lider Putin’in sözcüsü Dmitriy Peskov Türkiye’yle bu konuda hemfikir olmadıklarını açıklamıştı. Putin’in Sözcüsü Dmitriy Peskov’un; “Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın tutumunu biliyoruz, ancak şimdiki durumda bu tutum Rusya’nın tutumuyla örtüşmüyor. Bizim hem Kudüs, hem İsrail-Filistin ihtilafının nasıl çözüme kavuşturulmasını istediğimizi herkes gayet iyi biliyor” sözleri, Rusya’ya umut bağlayanları hayal kırıklığına uğratmıştı.
Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed'in Kudüs'ü sattığını yazmıştı. Oysa geçen seneler, Erdoğan’ın bunlarla birlikte kurdukları İSLAM NATO’sunu hararetle alkışlamışlardı.
Şimdi de Tayyip Bey, zafer kazanmış edasıyla "Lozan güncellenmeli" havaları atmaktaydı. Öyle diyeceğine Yunanistan'ın Lozan'a uygun davranmasını sağlaması daha akılcı ve tutarlı olacaktı. Çünkü Lozan'ı güncellemek, Türkiye'nin mevcut sınırlarını tartışmaya açmaktı! ABD ve AB, Türkiye'nin Güneydoğu sınırlarını ve Hatay'ı zaten tartışmalı saymaktaydı. Hatırlayınız, koordinatör ülke emretmiş, bizimkiler Oslo'da PKK ile masaya oturmuşlardı. Bu sayede PKK, Güneydoğu kentlerinde hendekler kazmış, egemenlik kurmaya başlamışlardı! Devlet, kendi kentlerini geri almak için şehitler vermek pahasına operasyonlara mecbur kalmıştı. İşte o yüzden soruyoruz, bu kafalarla nereye varılacaktı!
Oysa Mescid-i Aksa yakın zamanda yıkılmak üzere altı oyulmaktaydı!
Ama bu gerçek özenle saklanmaktaydı. Çünkü dünya medyasının neredeyse tamamı Musevi işadamlarının elinde bulunmaktaydı… Rakamlara vurulduğunda bu oran yüzde 95'i aşmaktaydı. ABD'de ise bu rakam yüzde 80'lere ulaşmaktaydı. Ve tabi pek çok gazete ve televizyon, dergi ve yapım şirketi, Musevi işadamlarına ait durumdaydı. En çok seyredilen televizyon programlarının yazar ve yapımcılarının yüzde 60'ı, en yüksek tirajlı gazetelerde yazan gazetecilerin yüzde 25’inden fazlası Yahudi asıllıydı.
Örnek isterseniz, New York Times, Washington Post, Wall Street Journal, Newsweek, Time, AOL, MTV, CBS, ABC, CNN ve NBC bunların bazılarıydı.
Trump'ın, yakın zamana kadar, CNN başta olmak üzere bu yayın kuruluşlarıyla zaman zaman kavgaya tutuştuğuna hepimiz şahit oluyoruz. İşte bu yayın kuruluşları, Donald Trump'ın seçimlerde Rusya ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle ABD Başkanlığı'ndan azledileceğini yazıp çiziyor. Bazı ahmaklara göre Trump, aldığı Kudüs kararı ile iki şeyin önüne geçmeye çalışmıştı:
Bir: Yahudi medyasını susturmaya ve hatta yanına almaya çalışmaktaymış...
İki:Yahudi Lobisi'ni yanına çekerek hem bu dönemini, hem de ikinci seçim dönemini garanti altına alma hesabı yapmaktaymış… Oysa Trump, Siyonist odakların bir kurgusu ve kuklasıydı. Ve oluşacak tepkiler ve tahripleri kendilerinden savuşturup manyak Trump katırını hedef tahtası yapmak üzere kullanmaktalardı!
Yandaşların yavan çıkışları!..
“Kınamanın, uluslararası kurulları hatırlatmanın Filistin’e ve Kudüs’e hiçbir fayda sağlamadığını 70 senedir görüyoruz. İsrail hiçbir kararı uygulamıyor. Arkasını dayadığı ABD ve batı da bu şımarık çocuğun kulağını çekmiyor. Batı zahirde kınıyor karşı çıkıyor ama hiçbir müeyyide uygulamayıp ‘Küfür tek millettir’ hükmünü pekiştirerek şımarttıkça şımartıyor. Çünkü ABD ve batı desteği olmadan İsrail’in ayakta kalması mümkün görülmüyor. Aslında tek ve net çözüm İsrail’i nasıl girdiyse öyle çıkarmaktır. Lakin İslam Alemi’nin durumu ortadadır. Geriye İsrail’e verilen desteği ortadan kaldıracak müeyyideler uygulamak kalıyor” diyen yandaş Resul Tosun, kendi kendisiyle çelişkiye düşüyor ve Erdoğan’ı mazur göstermek üzere bir sürü “uyduruk uyarı” tavsiye ediyordu.
ABD ve Batı nasıl yola getirilir?
“İİT belki askeri operasyon yapma imkânına sahip (ama) değilmiş!.. Lakin ABD ve Batıya diz çöktürecek çok sayıda imkânı ve seçeneği varmış… Kral Faysal kısmi bir petrol ambargosu uyguladığında Batının nasıl dize geldiğini hatırlatıyorlarmış... Mesela, toplantıdan yine kısmi bir petrol ambargosu kararı çıkmalı ve uygulanmalıymış... Mesela, ABD ve Batı ile yapılan silah alımı anlaşmaları askıya alınmalıymış… Mesela Batı ile ticaret bazı alanlarda bir süreliğine durdurulmalıymış… Mesela, İİT üyesi 57 ülke ABD’deki elçilerini geri çağırmalıymış… Mesela, 57 ülke dolar ve avro ile ticareti bırakıp kendi aralarında milli paralarla ticaret yapmalıymış…” Ve dahi, Mesela ABD’nin askeri üsleri kapatılmalıymış ve İsrail’le ilişkiler sonlandırılmalıymış… Yahu bu tedbirleri almak için bay kahraman Erdoğan daha ne günü kollamaktaydı?
Tayyip Bey’in “İslam NATO’su” ne günü kollamaktaydı?
Hatırlayınız güya bunlar bir İslam Ordusu kurmuşlardı. Suudi Arabistan ve Türkiye ön saftaydı. Kurulma çalışmaları için dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu yanına Genelkurmay Başkanımızı da alarak Suudi Arabistan'a koşmuşlardı. "İslam NATO'su" diyerek alternatif bir güç olarak gündeme taşınmıştı. İran, Irak ve Suriye'nin katılmadığı İslam Ordusu'nun kuruluşuna dair ilk açıklama Aralık 2015 tarihinde Suudi Arabistan Savunma Bakanı Muhammed bin Selman tarafından yapılmıştı. Selman, koalisyonun sadece IŞİD'le değil tüm terörist gruplarla savaşacağını söyleyerek "Koalisyon, önce İslam dünyasına zarar veren şimdi de uluslararası toplumu tümüyle etkileyen bu hastalıkla (aşırıcılık) mücadelede teyakkuzundan gelmektedir. İslam dünyasının pek çok kısmında terörle mücadele çabalarını desteklemek ve koordine etmek için Riyad'da bir operasyon merkezi olacak" buyurmuşlardı. İlk başta 34 ülkenin katılımıyla kurulan bu ordu "gürültülü" bir isimle Mart 2016'da bir tatbikat yapmış, Türkiye de buraya kuvvet yollamıştı. Ne hikmetse bu ordunun, Müslüman coğrafyayı kan ve gözyaşına bulayan ne PKK/YPG ne de IŞİD ile bir mücadelesine bugüne kadar şahit olunmamıştı!.. Üye sayısının 41'e yükseldiği İslam Ordusu'nun Trump'ın Kudüs kararını alma arifesinde yaptığı bir toplantı da kafa karıştırıcıydı!
Koalisyon üyesi 40 ülkenin Savunma Bakanlarının (Türkiye'yi MSB Nurettin Canikli temsil etti. Katar katılmadı) katılımıyla 26 Kasım'da gerçekleştirilen toplantının açılış konuşmasını, ev sahibi sıfatıyla Suudî Arabistan Veliaht Prensi ve Savunma Bakanı Muhammed bin Selman bin Abdulaziz yapmıştı. Bu toplantıyla terörle mücadele konusunda güçlü bir iradenin ortaya konulacağını belirten Bin Selman, “Terörü yeryüzünden silip atacağız” diye haykırmıştı. Çok ilginçtir ki, toplantıdan bir gün önce bazı gazetelere toplantıyla ilgili tam sayfa reklam yayınlanmıştı. Aralık 2015'te kurulduğunda Türkiye'de sıkça gündeme gelen İslam Ordusu'nun bu toplantısı Türk basınında haber bile olmamıştı!.. Peki bu koalisyon neden şimdi harekete geçirilmiyordu?.. En azından, İslam Ordusu Kudüs'te olup bitenlerin ardından hala niye susuyordu?.. Bugüne kadar dünyada hiçbir etkili karara imza attığı görülmeyen İİT, olağanüstü toplantıya çağrılırken neden İslam Ordusu R. Erdoğan'ın hiç aklına gelmiyordu?.. "İslam Ordusu, İslam Barış Gücü olarak devreye girsin" demek çok mu zordu?..
Rahmetli Necmettin Erbakan'ın vakti zamanında sarf ettiği şu sözleri kulaklarımda çınlıyordu; "8 milyonluk İsrail için 1,5 milyar Müslüman Ebabil bekliyorsa (en azından ayıptır), Ebabiller gelse İsrail'i değil, bizi taşlayacaktır!.."[1]
İsrail laftan değil, güçten anlardı!
Kudüs tartışmasına katılan Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, Trump'ın Kudüs kararına karşı çıkarak "İsrail diye bir devlet var mı ki başkenti Kudüs olsun?" diyerek Erdoğan dahil, hiçbir İslam ülkesi liderinin ağzına almadığı gerçeği haykırmıştı. Trump'a “Akıl hastası bunak” diye seslenmesi de doğru bir tavırdı.
Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, 'bunak' diye seslendiği ABD Başkanı Donald Trump'ın, İsrail'deki ABD Büyükelçiliği'ni Tel Aviv'den Kudüs'e taşıma kararını “pervasız ve aşağılık” bir hamle olarak nitelendirmesi doğru ve onurlu bir çıkıştı. Kuzey Kore lideri, konuşmasında Trump'a 'akıl hastası bunak' diye seslenerek Kudüs kararı 'pervasız' ve 'aşağılık’ ifadelerini kullanması, aslında bu Kudüs konusunda ucuz kahramanlık yapanların yüzünü kızartmalıydı.
Dünya barışını kimin tehdit ettiği ortaya çıkmıştı. AFP'nin aktardığına göre, Kuzey Kore Dışişleri Bakanlığı sözcülerinden biri de, yaptığı açıklamada Kudüs gelişmesiyle ilgili şunları aktarmıştı: "Akıl hastası bunağın (ABD Başkanı Donald Trump) Birleşmiş Milletler'de yer alan bir egemen devleti yani Kuzey Kore’yi yok etme çağrısı yaptığını göz önünde bulundurarak, şimdi Kudüs konusundaki bu hamlesine de şaşırmadık. Artık dünya barışını ve küresel güvenliği ABD’nin ve İsrail’in tehdit ettiğini herkesin anlaması lazımdır. Meşru haklarını kazanmak için mücadele eden Filistin ve Arap halklarına destek çıkmak ve dayanışma içerisinde olmak zamanıdır!”
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de, ülkesinin Kudüs'teki kutsal mekanları korumak için her türlü adım atacağını belirtirken, “İran, ABD’nin yeni komplosuna karşı sessiz kalmayacak” mesajını yayınlamıştı. Ancak bugüne kadar İsrail’e karşı ciddi ve caydırıcı hiçbir girişimde bulunmamış olmaları bu tür çıkışları etkisiz kılmaktaydı.
Trump vitrinlik bir kuklaydı. ABD’yi yöneten Siyonist Yahudi odaklardı!
ABD Başkanı Donald Trump'ın günde ortalama en az 4 saat, hatta bazı günler ise 8 saate kadar televizyon izleyip haber programlarını takip ettiği ortaya çıkmıştı. Amerikan New York Times gazetesinde yer alan ve Trump'a yakın isimlere dayandırılan habere göre Trump, günlük ortalama en az 4 saat televizyon başındaydı. İlgili haberde, sabah 5.30'da kalkan Trump'ın ağırlıklı olarak muhafazakâr Fox News kanalındaki haber programlarını izlediği, özellikle "Fox&Friends" adlı programı yakından takip ettiği vurgulanmıştı. Fox News dışında CNN ve MSNBC programlarını da takip ettiği bildirilen haberde, Beyaz Saray'da Trump'ın izlediği 152 cm ekran televizyonun kumandasına sadece ABD Başkanı'nın ve teknik personelin dokunduğu aktarılmıştı. Twitter hesabını yoğun şekilde kullanan Trump, bugüne kadar birçok kez CNN, MSNBC, Washington Post ve New York Times gibi yayın organlarını eleştiren ve Fox News kanalını öven paylaşımlar yazmıştı. Şimdi iz’an ve vicdan sahiplerine soruyoruz; günde 8 saat TV. izleyen bir “bunak ve aylak” için ABD’yi yönetiyor sanmak nasıl bir zavallılıktı?
Hırsızlık, hilekârlık ve hayâsızlık Siyonist Yahudilerin ortak vasıflarıydı!
İşgal altındaki Batı Şeria'nın El Halil şehrinde İsrailli bölük komutanının, sokaktaki Filistinlilere ait meyve tezgahından elma çalma anının yer aldığı görüntüler medyaya yansımıştı. İsrailli komutanın, askerlerle halk arasındaki çatışmalardan kaçan Filistinli esnafın terk ettiği tezgâhtan kendisi ve arkadaşları için elma çalma anına ilişkin görüntüler, sosyal medyada yayılarak alay konusu yapılmıştı. Bunun üzerine İsrail ordusu, elma çalan askerin açığa alındığını duyurmuştu. Komutanın elma çaldığını doğrulayan ordu açıklamasında: "Bu davranış, İsrail ordusundaki bir asker veya komutandan beklediğimiz bir davranış değil. (Elma çalan) Komutan açığa alındı ve disiplin cezasına çarptırılacak." ifadeleri yer almıştı. "Givati" isimli tugayda görev yaptığı belirtilen komutanın kimliği açıklanmadı. Hırsızlık olayının, Trump'ın, "Kudüs'ü İsrail'in başkenti" olarak tanıma kararının ardından çıkan olaylar esnasında yaşandığı vurgulanmıştı.
ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü "İsrail'in başkenti" olarak tanıma kararına en duyarlı ve tutarlı tepkilerden birini Malezya Savunma Bakanı Hüseyin ortaya koymuş ve “Bu karar Müslümanlara bir darbedir ve ordumuz Kudüs için daima hazırdır” diyerek Siyonist azgınların laftan değil güçten anladığını ortaya koymuşlardı.
Malezya Savunma Bakanı Hüseyin, “Malezya Silahlı Kuvvetleri'nin Kudüs konusunda görev almaya her zaman hazır olduğunu” vurgulayarak İslam ülkeleri yöneticilerine de onurlu bir mesaj ulaştırmışlardı. Bernama Haber Ajansı'na göre, partisinin grup toplantısında konuşan Hishammuddin Tun Hüseyin, ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü "İsrail'in başkenti" olarak tanıma kararının Müslümanlara yapılmış bir darbe ve hakaret olduğunu hatırlatmıştı. Savunma Bakanı Hishamüddin Hüseyin "Müslüman ülkeler olarak olası bir olumsuzluğa karşı her daim hazırlıklı olmalıyız. Üst düzey liderlerin harekete geçmesi ve önerge vermesi durumunda Malezya Silahlı Kuvvetleri Kudüs konusunda görev almaya her zaman hazır" diyerek, artık laf ve edebiyat değil icraat zamanı olduğunu ortaya koymuşlardı.
Bu arada Alman ordu dergisi büyük skandala imza atmıştı!
Bugüne kadar topraklarını PKK'lıların barınması için tepe tepe kullandıran Almanya, şimdi de terör örgütünün Suriye kolu YPG terör örgütüne kendi Genelkurmay dergisinde övgüler yağdırmıştı. Almanya Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi dergisi "Y Magazine"de 'Savaştan geri kalan' başlığıyla Alman askerlere sunulan skandal dergide terör örgütü YPG'nin propagandası yapılmıştı. Almanya Savunma Bakanlığı'nın talimatıyla çıkartılan ve askerlere dağıtılan Y Magazine adlı dergide PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’ye geniş yer ayrılmıştı. 'Savaştan geri kalan' başlığıyla askerlere sunulan skandal dergide terör örgütü YPG'nin propagandası yapılmıştı. Terör örgütü YPG, ABD'nin teslim ettiği Rakka'da ABD askerlerinin koruması altında şov yapmış ve tüm dünya medyası canlı yayınlamıştı. Almanya'nın son skandalıyla birlikte artık terör örgütlerinin reklamı resmi bültenlerle yapılmaya başlanmıştı.
Yani Kudüs’ün İsrail’in Başkenti yapılması kararına, Almanya’nın ve bütün Avrupa’nın sahte ve göstermelik tepkilerine asla aldanmamalıydı. Çünkü Kur’an’ın açıkça buyurdukları ve Mü’minleri uyardıkları gibi “Yahudi ve Hristiyanlar, Müslümanların değil, ancak birbirlerinin dostlarıydı”
“Ey iman edenler! (Fitne çıkarmamak, anarşi ve ahlaksızlığı kışkırtmamak ve karşılıklı hak ve hürriyetlere saygılı bulunmak şartıyla; onlarla birlikte yaşayın, komşuluk yapın, ülke ve bölge nimetlerini paylaşın, ilmi ve iktisadi konularda yardımlaşın, ama gerçekten iman ediyor ve gereğini yapmaya razı ve hazır bulunuyorsanız, sakın) Yahudilerin (ırkçı emperyalist kesimlerini ve yine haksızlık ve ahlaksızlık hedefleyen bazı) Hıristiyan (merkezlerini) veliler (yöneticiler) edinmeyin. (Onları dost ve dürüst zannedip, kendinize idareci, karar verici olarak kabullenmeyin. Zulüm ve hıyanet örgütlerine ve girişimlerine destek vermeyin.) Onlar, (sizin değil) birbirlerinin dostları ve destekleyicileridir. (Artık) Sizden her kim onları dost ve rehber edinip (peşlerine giderse), kesinlikle o da onlardandır. Şüphesiz Allah (Siyonist Yahudilere ve emperyalist Hıristiyanlara değer ve destek veren ve Müslümanlara hıyanet eden) zalimler topluluğuna hidayet etmez (onların iman nurunu karartır). Not: (Bu ayet Yahudi ve Hıristiyan kimselerle iyi ve insani ilişkileri, ticari ve bilimsel işbirliğini değil; zulüm sistemlerinin ve oluşumlarının güdümüne girmeyi yasaklamaktadır.)”[2]
“(Bu İlahi ikazlarımıza rağmen) Kalbinde maraz bulunan (şuursuz Müslümanları) görürsün ki, halâ (Yahudi ve Hıristiyanlarla ve onlara ait batıl kural ve kurumlarla dostluk hususunda) yarışırlar (kâfirlere yaranmaya çalışırlar, ve bu münafıklıklarına bahane olarak da;) “aleyhimize gelişen ve değişen zaman içinde, Müslümanların mağlup olmasından korkuyoruz. (Bari hiç değilse, Yahudi ve Hıristiyanların yardımını kaçırmayalım, diye düşünüyoruz)” derler. Fakat pek yakında Allah Müslümanlara umulmadık bir zaferi veya Kendi katından mutlu bir emri ve haberi gönderecek de, (o sahtekârlar) kendi içlerinde gizledikleri (şeytani heves ve hesaplarına) bin pişman (ve perişan) olacaklardır.”[3]
İşte gördünüz, başta Suudi Arabistan, onun peşi sıra Körfez ülkeleri Kudüs kararına taş koymuşlardı, İstanbul toplantısından güçlü bir Kudüs kararı çıkmamıştı. Ankara’nın çabası yeterli olmamıştı. Arap dünyasının patronları ABD’ye tavır alamamıştı.
Putin, Ankara’ya gelmeden önce Suriye’ye uğramış, Esad’la görüşüp anlaşmış. Suriye’nin geleceğini Esad’a emanet ederek askerlerinin az bir kısmını çekeceğini açıklamıştı. Oysa Sn. Erdoğan yıllarca “Suriye’nin geleceğinde Esad’ın yerinin olmadığı” tezini savunmuşlardı. “Esad’ın kalması kabul edilemez” diye çıkışmışlardı. Putin bir kısım askerlerini çekse de, Suriye’den elini ayağını çekiyor sanılmasındı. İki büyük askeri üssü Suriye’de kalacaktı. Daha önemlisi, Esad’ın hamisi olarak Suriye’ye yerleşip duracaktı. Yani artık Suriye Putin’den sorulacaktı. Ve Rusya kuzey komşumuz olacaktı. Böylece hem kuzeyden, hem güneyden sarmalayıp kollayacaktı!..
Bu arada ABD ve Rusya’nın ortaklaşa desteklediği PYD/YPG varlığını koruyacaktı.
Hatırlayınız Vietnam’daki toplantıda Trump ile Putin bu konuda el sıkışmışlardı. Önce Rus generalin YPG’lilerle fotoğrafları yayınlanmış, ardından ABD’li kadın komutan YPG’lilerle halay pozu dağıtmıştı. Yarın öbür gün Esadlı fotoğrafları çıkarsa kimse şaşırmasındı! ABD PYD/YPG’ye 2018’de 500 milyon dolarlık silah ve mühimmat yardımı yapacaktı. Gönderdiği 4000 tır silah yetmemiş, şimdi YPG bölgesinde fabrika kurmaktaydı… Putin ise Mısır’daydı… Rusya, Mısır’da askeri üs kuracaktı... Yani Akdeniz’den de komşumuz olacaktı. Libya’da da askeri üs kuracaktı... Biz ise şimdi Libya’ya giremiyoruz bile… İşte AKP iktidarının kahramanlık kafası.
İsrail ve ABD'yi aşırı abartmamak lazımdı!
“Ben dünya üzerinde üç ülkeye bakarım: Amerika, İngiltere ve İsrail. Bütün fikirler, teknolojik hamleler, sosyal medyadaki yenilikler genelde bu üç ülkeden çıkar. Kültür sanat alanı da aşağı yukarı bu üç ülke tarafından belirlenir. Ellerindeki silah gücünü ekleyince karşımızdakilerin gücünü daha iyi görürüz. Normal bir savaşta bu üçlüyü yenmek çok kolay değil. Ancak elinde her türlü imkân ve kabiliyetin olması her şeyi yapacağınız anlamına gelmez”[4] diyerek söze başlayan… Yani ABD, İngiltere ve İsrail’le gizli hayranlığını belirterek bu güçlere teslimiyet duygusu aşılayan… Aslında bu tavrıyla tarafgirliğini yaptığı AKP iktidarının Sn. Erdoğan’ın ve diğer yandaş takımının da psikolojik yapısını ve ayarını da ortaya koyan Türkiye Gazetesi yazarı Cem Küçük gibilerden hız ve heyecan alanlar elbette yarı yolda kalacaklardı. Halkımızı avutmak ve aldatıp oyalamak üzere ve göstermelik olarak ABD, İngiltere ve İsrail’i eleştirmek gerektiğinde bile, önce bu ülkelere ve Siyonist merkezlere bağlılık ve hayranlık duygularını hatırlatmak mecburiyetinde kalanlarla nasıl yol alınacaktı?
'İttihatçılar'ın ihaneti ve Kudüs’ün satılması.
Siyonist Yahudiler'in hayali, mason ve dönme ittihatçılar eliyle gerçekleşmeye başlamıştı. İttihatçılar, Masonlar'ın desteğiyle Abdülhamid'i tahttan indirdi ve kısa bir sürede Yahudiler'in Filistin'de toprak almalarını sağlayacak yasayı çıkarmıştı... Filistin’de bir Siyonist çete devletinin kurulması için özellikle Avrupa'daki Museviler'den büyük bir destek alan Herzl, tüm çabasına rağmen Sultan Abdülhamid'i ikna edememişti. Çünkü Abdülhamid, bu duruma asla izin vermeyeceğini sert bir dille ifade etmişti. Büyük bir şok yaşayan Herzl, taktik değiştirmeye karar vermiş ve bundan sonraki stratejisini kendi hatıratında şöyle aktarmıştı:
“15 Şubat 1902: Abdülhamid, ikna olmaya bir türlü yanaşmamıştı. Yahudiler'in nereye yerleşeceğinin kararını hükümet alacak, Filistin kesinlikle bunun dışında kalacaktı. Şirkete; Mezopotamya, Suriye ve Anadolu'da kolonizasyon tanınacaktı. İzzet'le beraber konuşuyorduk. Zatı şahane, imparatorluğun kapılarını bütün dünyadan gelecek Yahudi muhacirlere açacak, ancak gelenler Osmanlı tebası olacak, askerlik yapacak "Filistin hariç” memleketin her yerinde yerleşmelerine imkân sağlanacaktı. Borçları birleştirerek ödeme imkânları ayarlanacak, bütün madenlerin işletilmesinin yolu açılacaktı. Altın, gümüş, kömür ve petrol kuyuları bunların arasındaydı. Şirket, Osmanlı olacak, yönetimde hem Müslümanlar, hem Yahudiler görev alacaktı. Sultan'a verilmek üzere bir mektup yazdım. “Milli himaye isteriz. Yahudi-Osmanlı şirketini kuracağız. Şirket bir yer seçecek, iskân için toprak alınacak, Yahudiler orada toplanacak” diye hatırlattım.
Sultan Adına Cevap: (19 Şubat 1902) “İstanbul'dan ayrılıyorum. Ya tahditsiz (sınırsız) muhacerat (Yahudi göçü) ya hiç olmaz. İzzet'le önemli görüşme yaptım. Banka, maden, koloni... Şirket, istediği sayıda muhacir getirme yetkisini alsın istiyoruz.”
Theodor Herzl, Abdülhamid'in Yahudi bir devletin kurulmasına izin vermeyeceğini anlayınca, kendi kendine şu kararı almıştı: Sultan'a karşı hiç vakit kaybetmeden bir kampanya açmalıydı. Bu iş için de sürgün edilmiş Prensler ve Jön Türkler'le temaslar kurulmalıydı. Onun gücünü etkisiz hale getirmek için her türlü çaba harcanmalıydı!.."
Siyonizm tehlikesine Osmanlı Meclisinden uyarı!
Gümülcüne mebusu İsmail Hakkı Bey, Meclis-i Mebusan'da yaptığı bir konuşmada Siyonizm tehlikesine dikkat çekmiş ve Siyonistlerle ilişki içinde olan İttihatçılar'ın memleketi sıkıntıya uğrattıklarını dile getirmiştir. Bu gerçeği dile getirenlerden biri de Beyrut mebusu Rıza Salih Bey'di. Bu konuda emin olan Rıza Salih Bey, İsmail Hakkı Bey'in ardından Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Museviler, Filistin'de bin liralık tarlayı elli liraya alıyorlar. Birçok araziyi satın alıp koloniler haline getiriyorlar. Şimdiden 200 bin nüfusa yaklaştılar. Bu bölgenin ekonomisini tamamen ellerine geçirmiş durumdalar." Önceleri İttihatçılar'la birlikte olan, sonra karşı cephede yer alan Miralay (Albay) Sadık Bey de Siyonizm tehlikesine şu şekilde dikkat çekiyordu: “Bugün Siyonistler nazarında Osmanlı Devleti'nin çökmesi, hiç değilse Kudüs'ün ve Filistin'in bizden kopması istenmektedir. Masonlar da onlarla beraberdir. Hem de büyük bir destek vererek. Buralarda bir Yahudi hükümeti kurmak istiyorlar."
Miralay Sadık Bey bu uyarıyı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kongresine sunduğu bir raporda yapmıştı ve İttihatçılar kendisini istenmeyen adam ilan etmişlerdir. İttihatçılar'ın Osmanlı Devleti'nde ipleri ellerine almalarından ve Sultan II. Abdülhamid'i iktidardan uzaklaştırmalarından sonra Filistin'e Yahudi göçünün kolaylaştırıldığı böylece gözler önüne serilmektedir. Gerçekten de İttihatçılar, Siyonist İsrail çete devletinin kurulması için her türlü gayreti göstermişlerdi.
31 Mart kalkışmasının sinsi ve Siyonist amacı!
31 Mart ayaklanması, çıkışı ve niteliği bakımından yakın tarihimizin en karışık olaylarından biridir. Olay üzerine çeşitli tezler ileri sürülmektedir. Günümüzdeki ağırlıklı iddiaya göre 31 Mart ayaklanmasını İttihat Terakki, İngiltere ve Abdulhamid'e Filistin nedeniyle husumet besleyen Mason teşkilatları tertip ederek Abdulhamid'i tahttan indirmeyi düşünmüşlerdir. Nitekim Abdulhamid'in tahttan inmesiyle Yahudilere, Filistin'de toprak satın alma izni verilmiştir. İttihat Terakki ise hiçbir etkisi olmayan padişah Vahidettin sayesinde yönetime tamamen hâkim duruma gelmişlerdir. Abdulhamid'ten sonra imparatorluk hızlı bir parçalanma sürecine girdiğinden İngiltere de istediğini elde etmiştir. 31 Mart Olayı'nda İngilizlerin önemli ölçüde pay sahibi olduğuna dair iddialar önemlidir.
II. Meşrutiyet'in ilanı, Alman yanlısı Abdülhamid rejiminin yıkılması bakımından İngiltere'de memnuniyetle karşılanmakla birlikte Meşrutiyet'in İngiliz sömürgeleri üzerindeki etkileri çekingenlik meydana getirmiştir. Anayasa'nın ilanından bir hafta sonra 31 Temmuz 1908'de İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey'in sarf ettiği sözler hayli ilginçtir: "Eğer Türkiye Meşrutiyet'i kurar, bunu ayakları üstünde tutmayı başarır ve güçlenirse, bunun sonuçları şu an hiçbirimizin göremeyeceği noktalara ulaşacaktır. Mısır'daki etkisi müthiş olacağı gibi Hindistan'da da etkileri artacaktır. Eğer Türkiye şimdi bir parlamento kurar ve bu parlamento ülkeyi etkilerse, Mısır'da Anayasa ve Meşrutiyet istemleri çok güçlenecek, bizim de bunlara karşı direnme gücümüz azalacaktır. O nedenle her planı en ince ayrıntısına kadar düşünmemiz lazımdır!” Görüldüğü gibi İngiltere, Mısır ve Hindistan'daki çıkarları açısından Meşrutiyet'in güçlenmesinden endişelenmektedir. Ayrıca Derviş Vahdeti ve Volkan Gazetesi'nin İngiliz yanlısı olmaları da 31 Mart Olayı'nda İngiliz parmağı olabileceğini kuvvetlendiren delillerdir. Birinci Dünya Savaşı'nda emperyalist ülkelerin Türkiye üzerinde oynadıkları oyunlar göz önünde bulundurulursa, İngiltere'nin böyle bir şeye kalkışması ihtimali güçlenmektedir. 1909 yılında İkinci Meşrutiyet döneminde teşkil olunan Osmanlı hükümetinde, üç Yahudi Bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) görevlendirilmiştir. İttihat ve Terakki'nin hazırladığı bu ortam, sonrasında azınlıkların da toprak satın alabileceğine dair kanunun yasalaşmasını netice vermiştir. Yani İttihatçılar'ın ihanetlerinden biri de bu meseledir ki; Yahudiler, geniş topraklar alarak üzerlerine tapu etmişlerdir.
Herzl’in Kıbrıs Planı!
Herzl, 1902 yılında Yahudi devletinin kurulması için hazırladığı planın suya düşmesiyle büyük bir şok yaşamıştı. Filistin'den toprak alamayacağını anlayınca, bu defa hedefini Kıbrıs üzerinde yoğunlaştırmış, ancak İttihatçılar sayesinde buna gerek kalmamıştı.
Abdülhamid Kudüs’ü korumak için yabancılara toprak satışını yasaklamıştı.
Osmanlı Arşivi’nden çıkan 1908 tarihli bir vesikada, yabancılara toprak satışının tehlikeli bir hal aldığı hatırlatılmış ve buna derhal müdahale edilmesi çağrısı yapılmıştır. Sultan 2. Abdülhamid devrine ait belge, bundan 100. Yıl önce de yabancılara toprak satışı meselesinin mahsurlarının gündemde olduğunun bir kanıtıdır.
Islahat Fermanı ile satışlar başlamıştı!
Osmanlı topraklarından mülkiyet satın almak için uzun seneler uğraşan batılı devletler Islahat Fermanı ile bu hakka sahip olmuşlardı. Yabancıların bu arzuları 1856 yılında Islahat Fermanı ile gerçekleşmiş olmaktaydı. Daha sonra 1857 yılında çıkartılan “Tebaa-i Ecnebiyyenin Emlake Mutasarrıf Olmaları Hakkında Kanun” adlı yasayla uygulamaya sokmuşlardı. Bu kanuna göre; yabancı devletlerin vatandaşları, Osmanlı ülkesinin Hicaz Bölgesi dışında kalan her yerinde, devletin vatandaşları gibi ve başka bir şarta bağlı kalmaksızın, şehir ve kasabaların içinde ve dışında kalan her yerinde toprak satın alma ve mülk edinme hakkına sahip olacaklardı. Bu Kanunla birlikte Avrupa’nın konu hakkındaki sevinçleri, Londra’da yayınlanan Times gazetesinin 12 Şubat 1856 yılında yer alan haberinde şöyle yer almıştı. “Osmanlı Devleti topraklarında yabancıların gayrimenkul satın almaları ve bu cihetteki tüm manilerin bertaraf edilmesi, büyük neticeler meydana getirecek diplomatik bir zafer sayılmalıdır. Önümüzde işlenmemiş zengin topraklar durmaktadır. Batı sanayisi bu toprağa nüfuz etmeli ve ona sahip olmalıdır.”
Sultan Abdülhamid’in olaya el koyması!
Saltanatı devrinde, İstanbul başta olmak üzere ülkenin birçok yerinde artan toprak satışları Sultan 2. Abdülhamid’i rahatsız etmeye başlamıştı. Padişah konunun hükümette derhal görüşülmesini ve düzenlenmesini emir buyurmuşlardı. Osmanlı Arşivi’ndeki (BOA, İ.HUS., 162-52) numaralı vesikada, padişahın başkâtibi Tahsin Paşa’nın 29 Ocak 1908 yılında yazdığı, padişah emri olan “İrade-i Seniyye”de yer almaktaydı. İşte o metnin orijinali: