10 Ekim 1935 tarihli gazeteler, Türk Mason Cemiyeti’nin “Türkiye Cumhuriyeti’ndeki terakkileri nazar-ı itibare alarak” faaliyetlerine ara verdiğini duyuruyordu!.. Kendisi de mason olan dahiliye vekili Şükrü Kaya ise, “Masonların hükümetin programındaki esasları inceleyince, kendi ideallerinin gerçekleşeceğini gördüklerini, bu yüzden kendi kendilerini feshettiklerini” açıklıyordu!.. Aslında Atatürk’ün kahrına uğradıkları gerçeğini saklamaya çalışıyorlardı. Çünkü; işin içyüzü tamamen farklı bir durumdu!.. Bu olaydan kısa bir süre önce Atatürk Mahmut Esat Bozkurt’u yanına çağırtıyor, ona masonlar hakkında bir kitap vererek okumasını ve meclis kürsüsünden masonlara hücum eden bir konuşma yapmasını istiyordu.
Mahmut Esat Bey çok iyi bir hatipti, güzelce hazırlanıyor ve mecliste, şu tarihi açıklamayı yapıyordu:
— “Biz atalarımızın mensup olduğu tarikatları bile kapattık. Masonluk da kökü dışarıda, bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Onu da kapatmamız gerekir.” Ortalık buz kesiyordu!..
Zaman kötüydü... Dünya 1930’ların krizini henüz atlatmaya başlamışken, İtalya ve Almanya’da hırslı diktatörlükler oluşuyordu. Basiret gözü açık olan, tarihten ders almasını bilen ve General Mc Arthur’la yaptığı sohbette “Yeni bir savaşın kaçınılmaz olduğunu ve Alman hücumunun nereden ve nasıl başlayacağını” dahi büyük bir isabetle söyleyen rahmetli Atatürk,böyle bir durumda yabancılara körü körüne bağlı bir cemiyetin, ülkede faaliyet göstermesinin tehlikelerini elbette ki seziyor ve masonluğun ne olduğunu çok iyi biliyordu!
— Nizip bozgununu fırsat bilen Mustafa Reşit haininin ülke ekonomisini 1838 ticaret anlaşmasıyla nasıl ipotek altına soktuğunu,
— Paris Anlaşması’yla Avrupalı sayılmanın bedeli olarak ilan edilen 1856 Islahat Fermanı’nın nasıl gayrimüslim hegemonyası oluşturduğunu,
— Katil Hüseyin Avni Paşa’nın 1875’te İngiltere’ye gidip, talimat aldıktan sonra Kayserili Ahmet ve Mithat paşaların desteği ile Sultan Abdülaziz’i nasıl şehit ettirip boğdurttuğunu,
— Rum Scalieri namussuzunun Türk ekmeği yiyip, sonra Bizans devleti kurmak için nasıl koşturduğunu, evet hepsini biliyordu!.. Hem de çok iyi biliyordu ve Atatürk masonları iyi tanıyordu!
Ayrıca kendisi hariç bütün arkadaşları mason ve birçoğu Sabataist dönme olduğu için; Selanik’teki Yahudi evlerinde ülke aleyhine süren ihtilal toplantılarını, İttihatçıların yabancı oyununa gelip ülkeyi nasıl 1. Cihan Savaşı’na soktuklarını, Mustafa Suphi olayını, Çerkez Ethem’in isyanını, İzmir Suikastını ve Hilafetin kaldırılması konusunda da, İngilizlerin ve özellikle Hahambaşı Haim Nahum Siyonist’inin ısrarını bizzat yaşayarak biliyorlardı.
İş bununla da bitmemişti... Atatürk’ün nasıl çetin bir ceviz olduğunu sezen batılı ülkeler ve masonik işbirlikçiler kendisine de çengel atmışlardı, 1908’de gerçekleştiremediklerini 1925 yılında sağlamaya çalışmaktaydılar. İngiltere’deki İskoç büyük locası, Atatürk’e zahmetsiz yoldan 33. Derece masonluk ve “rit hâkimliği” ünvanı verilmesini kararlaştırmış, bu karar Türkiye Masonları Yüksek Şurası’na ulaştırılmıştı!.. Şura’nın bu dileği de Dr. Fikret ve Mehmet Cemal Uybadın Beyler tarafından Atatürk’e hatırlatılmıştı. Atatürk’ün kısa ve kesin yanıtı, bu masonları şaşkınlığa uğratmıştı: “Böyle bir teklifi duymamış olayım!...”
Atatürk, yeni Cumhuriyetin başına gelen her musibetin arkasında yabancıların eli olduğundan, bu elin ucunda da mason parmağı bulunduğundan elbette ki haberdardı. 1924’te Lozan’da Musul’u kaybetmemiz, Kürt isyanları gibi sıkıntılara uğramamız, hep Türk devletinin ne yapacağını mason uşaklarından öğrenen yabancı devletlerin, duruma daha önceden hâkim olmasından kaynaklanmıştı. Türkiye çok sıkıntılı dönemler yaşamıştı.
Atatürk biliyordu ki, tehlikesiz mason, ancak “masonluğunu mecburen unutan” ve dış destekleri kurutulan masonlardır. İşte bu arada ufukta görünen 2. Dünya savaşı tehlikesi, Atatürk’ü böyle bir tedbir almaya ve mason derneklerini kapatmaya zorlamıştı. Batı devletleriyle ve uluslararası mason örgütleriyle gereksiz yere sürtüşmek de anlamsızdı. Bu yüzden dönemin büyük üstadı İstanbul Emlak Bankası Direktörü Muhittin Osman Omay’dan, mason derneklerini kapatması “lisan-ı münasiple” hatırlatılıp uyarılmıştı. Gerçekten de yapılan açıklamaya uygun olarak, mason locaları kısa süre içinde birer birer kapandı. Böylece yabancıların Türkiye içindeki elleri değilse bile, parmakları koparıldı. Ayrıca Mason Derneği’nin malı-mülkü de Halkevleri’ne devredilerek, faaliyet gösterecek maddi imkânlardan mahrum bırakıldı. Ertesi hafta parti genel sekreteri Recep Peker, meclis kürsüsüne çıkıp şu müjdeyi aktarmıştı: “Arkadaşlar!.. Bugünden itibaren Türkiye’de masonluk kalmamıştır. Bütün localar kapanmıştır!...”
Bu sözler üzerine meclis salonunda kıyamet kopmaktaydı. Alkışlar, sevinç çığlıkları ve “kahrolsun Yahudi uşakları!..” nidaları tavanları çınlatmıştı. Olayın etkisinden bir türlü kurtulamayan 33. Dereceden mason dahiliye vekili Şükrü Kaya ile Kazım Özalp, Mazhar Germen ve Mim Kemal Öke doğru Atatürk’ün yanına çıkmışlardı... “Devlete bağlı olduklarını, asla yabancılarla işbirliği yapmadıklarını” anlatıp Gazi’ye yeniden masonluk ve “maşrık-ı azam”lık teklifinde bulunmuşlardı.
Atatürk onları sükûnetle dinledikten sonra, tek bir soru sormuşlardı:
— “Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve liderinizin ismi nedir?”
Cevap verdiler:
— “Biz Cenova gizli locasına bağlıyız. Üstadımız da Borca Mişon’dur.”
Bu itiraf üzerine Atatürk hiddetle haykırmıştı:
— “Benim milletim bana Gazi sıfatı verdi. Reis-i Cumhur yaptı. Ben, şimdi kalkıp bir Yahudi’ye uşak mı olacağım?..”
Böylece mason localarının kapatılmasını önlemek isteyen son girişim de boşa çıkarıldı.
Bu olayın amacı ve önemi, kendisi de bir mason olan Yunus Nadi tarafından Cumhuriyet gazetesinde 14 Ekim günü şöyle açıklanmıştı:
— “Bu suretle İtalya, Almanya ve Rusya’da olduğu gibi memleketimizde de mason teşkilatı külliyen ilga edilmiş vaziyettedir... Masonluk şimdiki halde İngiltere, Fransa, Belçika, Amerika, İsviçre gibi memleketlerde faaliyet halindedir... Bu teşkilatın kaldırılmasını icap ettiren sebep, C.H.P. programında ‘kökü dışarıda teşekküllerin memleketimizde yer bulamayacağına’ dair olan hükümdür.” diyen Yunus Nadi telaş içindedir.
Atatürk’ün bu önemli kararı uygularken dünya konjonktürünü göz önüne aldığını, yani bazı ülkelerde yasaklanmasını bir fırsat olarak kullandığını ve pek çok vatanperver masonun bu karara gönülden katıldığını belirtmek gerekir... Ne var ki bazıları, büyük ihtimalle dışarıdan aldıkları direktif ile ve menfaat bağlarının kopmasının yarattığı tepkiyle, tıpkı katliamdan kaçan Templar şövalyeleri gibi, yeraltına inmişler ve melanetlerini orada sürdürmüşlerdir. Bir ülke insanının, ne kadar korkak ruhlu olursa olsun, savaş sırasında alınan tedbirlere uymaması; hele ki yeraltında, yabancı bir casus teşkilatı gibi faaliyet gösteren bir cemiyete üyeliğini sürdürmesi, anlaşılacak bir davranış değildir. Bu ancak hain dönmelerin yapacağı bir iştir. Bazı örnekler verelim.
Almanya’da savaş sırasında her şey kıt idi. Mesela yumurta, ancak çocuklara haftada birer adet olmak üzere verilebiliyordu. Ama Alman vatandaşları, kendilerini zorlayıcı hiçbir polisiye tedbir olmamasına rağmen, buna riayet ediyorlar ve hiçbir zaman hakları olmadan yumurta almıyorlardı. Savaş sırasında çocuğu olmadan yumurta almak, vatana ihanetle bir tutuluyordu!.. Yine 2. Dünya harbi sırasında, Japonlarla savaşan Amerikalıların casuslara ihtiyaçları bulunuyordu. Japon tipi farklı olduğu için, Amerika’da birkaç nesildir kendileriyle yaşayan Japonlardan yararlanmak istiyordu. Ama inanır mısınız, o koca ülkede yaşayan yüzbinlerce Japon asıllı kişiden bir teki bile çıkıp bu görevi kabul etmiyordu. Hepsinin cevabı şuydu: “Evet, biz Amerikalıyız. Ama atalarımız yoluyla da Japonya’ya bağlıyız. Bu yüzden iki ülkeye de ihanet etmeyiz. Biz bu savaşta tarafsızız.”
Bunun üzerine Amerikalılar plastik ameliyata tabi tuttukları Japonca bilen bir Amerikalıyı casus olarak kullanıyor, güvenemedikleri Japonları da toplama kamplarına sürüyordu... Sonra da bütün bunları unutup, bizi 100 yıl önceki Ermeni tehciri ile suçlamaya başlıyordu.
Masonluğun (Türkiye) Tarihi
Masonluğun Türkiye’de ortaya çıkışı 19. yüzyılın ortalarında görülmektedir. Türkiye’de masonluk tarihi konusunda yapılan ciddi çalışmalarda genellikle 5 dönemden söz edilmektedir. Bunların birincisi “1909 yılı öncesi” dönemdir. Bu dönem, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde birtakım locaların kurulduğu, ancak özellikle Sultan Abdulhamid’in sistemli çalışmaları dolayısıyla bunların bir türlü toparlanamadıkları dönemi kapsamaktadır. Mason locaları bu dönemde dışa bağımlıdır ve yönetim mekanizmaları da yabancı localar tarafından belirlenmektedir. Türk masonluğunun ikinci dönemi “1909-1935 yılları arası” bilinir. 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasının ardından Abdulhamid’in tahttan indirilmesi ile başlayan bu dönemde masonlar siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Yurt dışından yönetilen mason locaları, halktan gelen tepkiyi hafifletmek amacıyla göstermelik olarak ilk kez milli bir kimliğe bürünmüşlerdir. Bu dönemin başlarında masonların kontrolündeki İttihat Terakki Cemiyeti oldukça etkindir.
Üçüncü dönem “1935-1948 yılları arası” dönemdir. 1935 yılında Atatürk’ün, kökü dışarıda ve zararlı kuruluşlar olduğunu söyleyerek locaları kapatması üzerine masonluk Türkiye’de “uyku” dönemine girmiştir. Ancak bu 13 senelik uyku döneminde masonlar faaliyetlerini Halkevlerinde sürdürmüşlerdir.
Türkiye’de masonların örgütlenmeleri “1948-1966 yılları arası”nda yeniden dirilmiş, ancak masonlar bu dönemde Fransız ve İskoç ritleri paralelinde ikiye bölünmüşlerdir. Son dönem olarak da kabul edilen ve “1966 yılı ve sonrası”nı kapsayan dönemde masonlar, bölünüp iki farklı çatı altına girdikten sonra, faaliyetlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Günümüzde de halâ bu durum geçerlidir.
Masonların Dine Karşı Sinsi Hıyaneti
Masonluk, dine ve dini kurumlara karşı cephe alan bir geleneğin temsilcisidir. Tapınak Şövalyeleri, Hristiyanlıktan çıktıktan ve sapkın bir öğretiye kapıldıktan sonra Hristiyanlarla tarihsel bir mücadele içine girmiştir. Avrupa’da asırlar boyunca dine karşı yürütülen mücadelede, öncülüğü Tapınakçıların mirasçısı olan masonlar üstlenmiştir. Türkiye’de de masonluk, pozitivist ve materyalist fikirleri kitlelere empoze eden ve dindarlara karşı düşmanlık körükleyen bir örgüt olarak işlev görmüşlerdir.
Türk masonlarının kendi metinlerine bakıldığında, dine karşı olan bu derin düşmanlıkları ve bundan kaynaklanan eylem planları hemen sezilecektir. Örneğin Mason Mahfili’nin yayınlarındaki bir ifadede, “Medreseler ve minareler yıkılmadıkça, yani skolastik düşünceler, dogmatik inanışlar ortadan kalkmadıkça, fikirlerdeki esaret, vicdanlardaki ızdırap kalkmayacaktır.”denmektedir. Dini kurumların masonları ne kadar rahatsız ettiği ise, Ustad-ı Azam Haydar Ali Kermen’in aşağıdaki ifadelerinden bellidir:
“Nasıl ki Milli Meclis’te, hiç münasebet olmadığı halde caminin sıralarından yükselen ezan sesi “ben yaşıyorum, ölmedim, ölmeyeceğim” diyen onun ‘essela’sından başka bir şey midir?... Memleket aydınlarının kulaklarını tırmalayan bu ses, hepimizin ikaz ve basiret görevini ihtar eden bir hatırlatmadır.”
Görüldüğü gibi ezan sesi masonların “kulaklarını tırmalamakta” ve onlarca masonik görevlerini hatırlatan bir uyarı gibi değerlendirilmektedir. “Ben ölmedim, ölmeyeceğim” diyen dinin susturulmasını masonlar en büyük görev olarak kabul etmişlerdir.
Darwinizm ve Masonluk İlişkisi
Masonlar, amaçlarına hizmet edeceğini düşünerek Darwinizm’in kitlelere yayılması konusunda da büyük bir rol üstlenmiştir. Darwin teorisini yayınlar yayınlamaz, etrafında bir grup gönüllü propagandacı türemişti. Bunların en önde geleni ise, o zamanlar kendisine “Darwin’in çoban köpeği” sıfatı bile yakıştırılan Thomas Huxley’di. “Darwinizm’in yayılmasındaki tartışılmaz en önemli faktör” sayılan Huxley, 1860 yılında Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce ile giriştiği “Oxford Tartışması”yla tüm dünyanın dikkatini evrim konusuna çekmişti. Huxley’in kendisini evrimi yaymaya bu denli adaması, onun “örgütsel bağlantı”ları ile bir arada düşünüldüğünde ortaya ilginç bir tablo çıkıyordu: Huxley, İngiltere’nin en önemli bilim kurumlarından biri olan Royal Society’nin bir üyesiydi ve bu kurumun neredeyse tüm diğer üyeleri gibi kıdemli bir masondu. Royal Society’nin diğer üyeleri de, hem kitabını yayınlamadan önce hem de yayınladıktan sonra Darwin’e büyük destek ve katkılarda bulunmuştu. Bu masonik kurum, Darwin’i ve Darwinizm’i o denli sahiplendi ki, bir süre sonra, aynı Nobel ödülleri gibi, her yıl başarılı bulduğu bilim adamlarına “Darwin madalyası” hediye etmeye başlıyordu.
Gazeteci-yazar Aytunç Altındal: “Avrupa, İslam alemini ve özellikle Türkiye’yi saat be saat kontrol ediyor. Bugün Türkiye’yi Avrupa ve Amerika’ya rapor eden tam 21 kuruluş var. Bu kuruluşlarda 40-50 kişi var ve çok iyi Türkçe biliyorlar...” uyarısında bulunuyordu.
Saadettin Tantan “Atatürk’ü Masonlar Öldürdü!” demektedir.
“Atatürk’ü de masonların öldürttüğü kesin. Bunlar hep konuşuluyor, zaman zaman medyaya da yansıyor. Çünkü, Atatürk’te bir siroz hastalığı çıkıyor ve bir süre sonra ölüyor... Atatürk’ün Mason Localarını kapatmasından sonra, masonlar yer altına çekiliyor... Atatürk öldükten sonra Mason Locaları yeniden açılıyor. Bu aşamadan sonra dikkat ederseniz, Atatürk’ü kendi halkından soğutma çabalarının ağırlık kazandığı görülüyor.”
Masonlar Büyük Locası Üstadı Celil Layiktez, masonların Abdülhamid’in devrilmesi ve İkinci Meşrutiyet’te oynadığı rolü açıklamış ve “Hareket Ordusu’nu da masonların yönettiğini” vurgulamıştı.
Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası Üstadı ve locanın resmi yayın organı Tesviye Dergisi’nin editörü Celil Layiktez, dünya masonlarına ‘İslam Ülkelerinde Masonluk’ başlıklı İngilizce bir makale yayınlamıştı. Makalesinde, Osmanlı Devleti’nde masonluğun nasıl kökleştiğini anlatan Layiktez, 2. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine giden süreçte masonların oynadığı rolü anımsatmıştı. Mason üstadı Layiktez, 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra ‘İslamcıların’ İstanbul’da ayaklanma çıkardığını ve bu ayaklanmanın Hareket Ordusu tarafından bastırılarak Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildiğini yazmıştı. “Hareket Ordusu, masonlar tarafından örgütlendi ve yönetildi” diyen Layiktez, “Sultan Abdulhamid’e tahttan indirildiğini tebliğ eden 5 milletvekilinden oluşan heyettekilerin tamamının mason” olduğunu hatırlatmıştı. Oysa, 31 Mart olaylarını tezgâhlayan da yine masonlardı. Makalesiyle ilgili olarak BUGÜN’ün sorularını cevaplayan Celil Layiktez, yazıyı İtalyan masonlarının isteği üzerine kaleme aldığını açıklamıştı. Yazıyı İtalya’da masonların üye olabildiği masonik bir internet sitesinin tarih kütüphanesine de gönderdiğini anlatan Layiktez, iddialarının arkasında durduğunu vurgulamıştı. Layiktez, Abdülhamid Han’ı tahttan indirenlerin masonluğuyla ilgili olarak, “Elimizde yeterli belgeler var. Bu 5 kişinin mason olduğuna eminiz.” itirafından sakınmamıştı.
Ordu’daki İttihatçı Masonlar Hangileriydi?
Hareket Ordusu’ndaki Muhtar Paşa’nın mason olmadığını belirten Layiktez, “Karargâh subayı Mustafa Kemal’in ise mason olmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ama subayların içinde, masonların sayısı çok fazlaydı. Selanik’teki Hareket Ordusu’nu organize eden İttihat ve Terakki, Emmanuel Karasu’nun başkanı olduğu locada organize oluyorlardı. Hatta o kadar çok subay var ki, bir kısım subay, er üniformasıyla hareket ordusuna katıldı. Mustafa Kemal’in mason olup olmadığı ise kesin olarak bilinmiyor.” diyerek, Atatürk’ü kendilerinden gösterme stratejilerinin gereğini yapmıştı. Oysa Atatürk kökü dışarıda bulunan bu hıyanet tarikatını kapatan insandı. Layiktez, mason localarının 1935’te Mustafa Kemal tarafından kapatıldığının hatırlatılması üzerine, “Kapatmadı. O olay başka türlü gelişti.” diyerek konuyu saptırmaya çalışmıştı. Tarihçi Mustafa Armağan ise, Hareket Ordusu içinde masonların bulunduğu iddiasını doğrulamıştı. 31 Mart Vakası’nın geniş değerlendirilmesi gereken bir hadise olduğuna işaret eden Armağan, “Siyonizm çok komplike bir olay. Masonların sahiplenmesi doğal. ‘Modern Türkiye’yi biz kurduk. Osmanlı’yı biz bitirdik. Dolayısıyla bize şükran duyulması lazım’ diyorlar. Böyle bir noktaya getirmek istiyorlar. Masonluğa giriş o zaman zannediyorum belirli bir dış bağlantıları sağlamlaştırmak, etraf oluşturmak gibi kaygılardan kaynaklanıyordu.” değerlendirmesini yapmıştı.
Masonlar, hem İslamcılık, hem ulusalcılık, hem solculuk, hem sağcılık yapmaktaydı
Bölücü Kürtçüler, Bediüzzaman’ı kendi kafalarına göre istismar etmeye kalkışıyordu… Dinler Arası Diyalog dalaverecileri, Bediüzzaman’ın izinde olduklarını iddia ediyor, onun bazı sözlerini çarpıtarak kendilerine delil gösterip yalan söylüyordu. Çünkü Bediüzzaman Hz.leri hem Kürtçülüğe, hem bölücülüğe hem diyalogculuğa ve hem de batı uşaklığına kesinlikle karşı çıkıyordu.
Bakara Suresi 120. Ayeti kerimesinde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:
“(Ey Resulüm. Sen ve ümmetin) Onların milletine (Ehli Kitabın ve Batılıların milli ve dünyevi menfaatlerine) tabi olmadıkça, (Siyonist) Yahudiler ve (emperyalist) Hristiyanlar, kesinlikle ve hiçbir şekilde (sizden) razı olmazlar.”
Kur’an’da pek çok ayette geçen “millet” kelimesini “Din” diye tarif ve tercüme etmek de mümkün ve münasip ise de, bu ayette “Din” yerine “millet” kelimesinin kullanılması özel bir duruma dikkatimizi çekiyordu. Ve kanaatimizce bu kelime “Ehli Kitabın ve batı dünyasının; dinlerini dünyevi amaçları için istismar ettiklerine ve şövenist bir ırkçılık güttüklerine ama dindarlıklarını buna bir kılıf olarak geçirdiklerine” vurgu yapılıyordu. Evet, işte Siyonist Yahudiler… Başka dinden birisi Yahudi olsa kabul edilmiyor ve bununla hiçbirisi razı olmuyordu!
O halde “Sen onların dinlerine girince, ancak o zaman razı olurlar” manası, mevcut durumla ters düşüyordu. Haşa Allah asla yanılmayacağına göre, bu ayette “millet” kelimesi “din” karşılığı değil; ırkçılığa ve dünyevi menfaatçiliğe dayanan marazlı milliyetçilik ve sözde “seçkin kavmiyetçilik” anlamında kullanıldığı ortaya çıkıyordu.
Ve zaten: Merhum müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, Eski İstanbul müftüsü Fikri Yavuz, Merhum Mehmet Vehbi Efendi, Kur’an-ı Kerim ve kelime mealini hazırlayan Medine Balcı (Ebrar Yayınları) da bu ayetteki “milletehüm” kelimesine: “Onların milletine” şeklinde mana ve meal vermişlerdir. Bu ayeti kerimedeki “millet” kelimesini “din” diye tercüme etmek, pek çok insanın kendi gafletine, hatta dalaletine ve hıyanetine bir bahane bulmaları için istismar edilmektedir. Bazıları: “Biz Siyonist Yahudiler ve emperyalist Hristiyanların dinlerine girmiyoruz, sadece onların himmet ve himayesinden yararlanıyoruz…” diyerek kendilerinin bu ayetin muhatabı olmadıklarını ileri sürebilmektedir.
Oysa ayetin mefhum-u muhalifiyle; gerçek ve geçerli anlamı şöyledir:
Siyonist Yahudiler ve emperyalist Hristiyanlar, eğer Müslüman bilinen bir kişiden, ekipten, partiden ve hükümetten;
Razı oluyorlarsa, memnun kalıyorlarsa, övüp öne çıkarıyor, imkân ve iktidar sahibi yapıyorlarsa, Dini hizmetlerine, vakıf ve derneklerine, parti ve hükümetlerine: ekonomik, psikolojik, sosyolojik, politik ve stratejik destek ve yardım sağlıyorlarsa, o taktirde kesinlikle anlayınız ve aklınızı kullanınız ki: Bunlar Yahudi ve Hristiyanların milli menfaatlerine, gizli ve sinsi hıyanetlerine, İslam’ın ve insanlığın aleyhindeki şeytani niyet ve gayretlerine, makam ve çıkar karşılığı kiralanmış veya satılmış hain münafıklardır!...
Üstad Bediüzzaman Hz.leri de “…Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp…”[1] ifadesinde “milleti” din yerine değil, kavim karşılığı kullanmıştır.
Ve yine: “Bahusus bazıların milli gururları Hz. Ömer’in (ra) darbeleriyle dehşetli yaralandığından… Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas (sinsi ve siyasetçi) bir kısım münafıklar (Müslüman görünüp, ırkçılık damarlarını tahrik ederek) o halet-i ictimaiyeden istifade ettiler.”[2] ifadelerinde de milliyeti din karşılığı değil, kavmiyetçilik anlamında kullanmıştır.
Ve yine Hz. Üstad Bediüzzaman:
“(Batı dünyası) Her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının hayat damarlarına kuvvet vermeye (dünyanın her yerindeki Hıristiyan ve Yahudileri gözetmeye ve misyonerlik faaliyetlerini yürütmeye); ama İslamların en can alıcı hayat damarlarını (ekonomik, askeri ve ahlaki güç ve imkanlarını) kesmeye çalışıyor… (Hâlâ) görülmüyor mu ki: En hürriyetperver (demokrasi havarisi) maskesini giyen (İngiliz ve Amerika) ellerini uzatıp arıyor, nerde bir Hıristiyan bulsa (sahip çıkıp) hayat veriyor… İşte Habeş(istan’da) Sudan(da)… İşte Lübnan’da… İşte Arnavutluk’ta işte Kürt ve Ermeniler (arasında), işte Türk ve Rumlar (arasında): Nerede ve ne kadar gizli açık Hıristiyan ve Yahudi varsa, Batılılar sadece onlara destek verip sahip çıkıyor ve Müslümanlara karşı kışkırtıp kullanıyor.”[3]tespitleriyle, Yahudi ve Hıristiyanların sadece kendi dindaş ve yandaşlarına yardım ettiklerini, hatta Kürtler ve Türkler içinde de gizli Yahudi ve Hıristiyanların mevcudiyetini açıkça ifade etmektedir.
Menfi ve şeytani kavmiyetçiliğe ve özellikle “Kürt milliyetçiliğine ve bölücülüğe” şiddetle karşı olan Bediüzzaman, şunları söylemektedir:
“(Ey Kürt kardeşlerim!) Emin olunuz, biz Kürtler başka (ırklara) benzemiyoruz. Yakinen biliyoruz ki: (Bizim) içtimai (sosyal ve siyasal) hayatımız (hürriyetimiz ve rahatımız, ancak ve sadece) Türk (kardeş)lerimizin hayat ve saadetinden neşet eder. (Türklerden ayrı bir devlet ve bağımsız bir hükümet arzusu, Kürtlerin felaketi demektir.)” (Münazarat)
Buna rağmen Bediüzzaman’ı Kürtçülüğe ve bölücülüğe alet etmek isteyenler, sadece sahtekârlık etmektedir. Hatta Bediüzzaman; “İttihat ve Terakkicilerin (ve Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in) Türkleri ve Kürtleri tek millet şeklinde ilan etmelerini ve bu siyasetlerini övmekte ve “İyi ki mecz edip birleştirdiniz” demektedir. (Münazarat)
Irk üstünlüğüne dayanan ve İslam’dan uzak duran bir kavmiyetçilik düşüncesinin Türk milletini yozlaştırmak ve Batılılara köle yapmak için kışkırtıldığını söyleyen Bediüzzaman:
“(Dünyanın) Neresinde Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. Macarlar gibi… Ey Türk kardeş!... Sen, bilhassa dikkat et! Senin milliyetin İslamiyet’le (öylesine) imtizaç edip (kaynaşmış ki), ondan (Türk milliyetçiliğinin İslam’dan ve Kur’an’dan) ayrılması asla mümkün değildir. Şayet ayrılmaya kalkıştığında, mahvu perişan olacaksın demektir.”[4] sözleriyle milletimizi ikaz ve irşad etmektedir.
İstiklal şairimiz merhum Mehmet Akif’ten uyarlanan:
“Hani, milletin İslam idi; kavmiyetçilik nedir?
Irkçılık yapanların hıncı, bilesin ki dinedir!..
Türk, Kürt, Arab diye ayırmak, var mı İslam’da yeri?
Fesatçılık olur vallahi, ırkı sürmek ileri...
Arab’ın Türk’e, Lazın Kürde, üstünlüğü, ne haber,
Küfür diye lanetliyor, öğren, Hazreti Peygamber”
Dizeleri ne kadar yerindedir… Bütün bu gerçeklere rağmen kendilerini Bediüzzaman’ın yolunda gösteren, “Dinler arası Diyalog” gafilleri:
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara, iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasaklamaz.”[5] ayetini delil gösterip Siyonist ve saldırgan Amerika, İsrail ve İngiltere gibi barbar Batılılara yanaşmayı ve zalimlere yaranmayı mübah ve münasip göstermeye çalışmaları; tam bir talihsizliktir.
Peki, şimdi, bunlara soralım:
1- Evanjelik-Siyonist Bush resmen ve defaaten, Irak ve Afganistan işgalini yeni bir Haçlı savaşı olarak ilan etmemiş midir?
2- Filistinlileri, Bosna-Herseklileri, Kıbrıs Türklerini, Kerkük Musul ve Telafer’deki Sünni Türkmenleri yerlerinden yurtlarından, zorla söküp sürgün etmemişler midir?
O halde bu ayetin hükmünce; açıkça saldırgan ve barbar Amerika, Avrupa ve yandaşlarına: Allah için en azından buğz etmemiz ve zulümlerini lanetlememiz gerekirken, tam tersine bu ayeti Amerikan uşaklığına, İsrail aşıklığına ve Avrupa şakşakçılığına gerekçe yapanlar, şayet koyu bir cehalet ve gaflet içinde değillerse, acaba yaptıkları bilinçli bir hıyanet midir?
Üstat Bediüzzaman’ın şu sözleri hiç bunların gözüne değmemiş, kulaklarına girmemiş midir?
“Çünkü küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.” Bir ehli Kemal buyurmuş:“Bu dünyada zalimleri destekleyen; en aşağı ve bayağı kimsedir. İnsafsız, ama güçlü saldırganlara hizmetten zevk duyan, ancak köpektir.”[6]
Kürtçülük Gafleti ve DEHAP Hıyaneti!
O süreçte DEHAP İl Başkanları toplantısından sonra yayımlanan bildiride, “Kerkük, Kürt şehri kabul edilmeli” deniliyordu… “Anti Amerikancılığın yapay gündem olarak çıkarıldığı… Ve özünde Kürt karşıtlığı barındırdığı” iddia ediliyordu. Özellikle Kuzey Irak’taki Kürtler ve bizdeki kiralık gafiller; maalesef Amerika’nın onların karakaşını, karagözünü sevdiğini ve bir devlet kurmalarını içtenlikle istediğini düşünüyordu. Oysa herkes biliyor ki, ABD’nin amacı Kürtleri kullanarak Irak’a hâkim olmak, bölge petrolüne el koyup İsrail’i güvenceye almaktır…!
Hem hukuken, hem dinen hem de vicdanen şu beş şey temeline parti kurulamazdı:
1- Irk Partisi 2- Din Partisi 3- Mezhep Partisi 4- Tarikat ve Meslek Partisi 5-Bölge Partisi olmazdı. Çünkü bunlar fesatçılık, düşmanlık ve ayrılık sebebi olarak kullanılacaktı.
Düşünün Kürt veya Türk partisi, Alevi ve Sünni partisi, Müslüman ve Hristiyan partisi, Memur veya Köylü partisi, Ege veya Güneydoğu partisi isimleriyle kurulacak partiler ülkeye hizmet yerine hezimet vermekten başka işe yaramayacaktı.
Cumhuriyet Türkiye’sindeki Kürtçülük akımlarını ve hatta Şeyh Said ayaklanmasını Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Mersinli Cemal Paşaların ve Dr. Nazım, Cavid Bey, İsmail Canbulad gibi ittihatçı ve sabataist masonların kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kışkırtmış ve bunları Atatürk’e karşı kullanmıştır.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının faaliyetleri Kazım Karabekir üzerinde bazı şaibeler oluşturmaktaydı:
• Atatürk’ü diktatörlükle suçlamaktaydı ve ihtilal hazırlığı yapmaktaydı.
• Partinin sivil ve asker kurucularının tamamı sabataistlerden oluşmaktaydı.
• Ve bunların birçoğu İzmir Suikastına karışmışlardı, tutuklanıp cezalandırılmışlardı.[7]
• Nutuk’ta Atatürk, Karabekir’i: Musul’a vaki bir hareket aşamasında ve hatta İngilizlerin Hakkâri’yi kuşatma ortamında, ordusunun başından ayrılmasını hıyanetle suçlamaktadır.
• Karabekir’in Ermenistan’ı işgali ise, kanaatimizce Büyük İsrail Devletine katmak için bir hazırlıktı.
• Fevzi Çakmak da sabataistlere çok yakın durmaktaydı. Şeyhi Hüseyin Efendi dönmeydi... Üzeyir Garih de orada öldürüldü.
Siyonist Ajanların Türkiye İlgisi:
Amerikalı Misyoner Daniel Wickvire röportajı Milli Gazete’mizde yayınlanmıştı. Hani şu“GAP, Armageddon Savaşı için yapıldı” diyen papazdı. Daniel’in dikkat çekici özelliği bizce yaptığı açıklamalardan çok, aldığı eğitimde saklıydı. Düşünün, adam tam 8 üniversiteokumuşlardı… Arapça, İbranice, Eski Yunanca dâhil tam 7 dil biliyorlardı. Özellikle Türkçe’ye o kadar hâkim ki; 14 bin kelimelik Türkçe-İngilizce gramer kitabı bile hazırlamıştı.
Daniel’i bırakıp şimdi de Michael’e bakalım. Mehmet Altınöz anlattı:
“Riyad Halk Kütüphanesi’nin açılışı vesilesiyle Suudi Arabistan’daydık. Daha sonra Suud’lu bir Meclis üyesinin evinde verdiği bir yemeğe katıldık. Kalabalık bir davet vardı. Yemekte yanımda oturan şahıs yabancı. Tabiî ki nezaketen tanıştık. Adı Thomas Michael’miş. Amerikalı… İngilizce konuşuyoruz. Bir kartını çıkardı verdi. Baktım;‘Secretery For İnterreligious Dialogue’ yazıyordu. Yani Dinlerarası Diyolog merkezi Genel Sekreteriymiş. Aynı zamanda da Society of Jesus (İsa derneği) yöneticisi!.. Ben Türk olduğumu ve Türkiye’den geldiğimi söyleyince adam başladı mükemmel bir Türkçe ile konuşmaya! Çok şaşırdım. Amerikalı Thomas neredeyse anadili gibi Türkçe konuşuyordu. Meğer uzun yıllar Türkiye’de görev yapmış. 1986–87 Ankara Üniversitesi’nde, 1988–89 İzmir 9 Eylül Üniversitesi’nde, 1990–91 Konya Selçuk Üniversitesi’nde, 2000–2001 Şanlıurfa Harran Üniversitesi’nde dersler vermiş. Müslüman Türk ve Kürt evlatlarımıza “Hristiyanlık Gerçeği” üzerine “Dinler Tarihi Dersi” okutmuşlardı.”
Bu “Dinlerarası Diyalog” bir hıyanet oyunudur.
Yeri gelmişken hatırlatalım:
1- Farklı dine mensuplar arasında, devletler partiler, sivil örgütler arasında diyalog yapılabilir, gereklidir ve güzeldir.
2- Dinler değil, dini yetkili temsilciler arasında da barış-işbirliği yapılabilir.
• Peki, Fetullah Gülen’i kim görevlendirdi? Kim yetki verdi?
3- Müslümanlardan esirgenen hoşgörü ve diyalog niye Yahudi ve Hristiyanlara gösterilmekteydi?
4- Hz. Peygamberin mektupları ile Fetullah Gülen’in tavırları tam bir çelişkiydi!
5- Dinlerarası diyalog’dan amaç: İslam’ı yozlaştırmaktır. İslam’ın serti de laytı da dış güçlerin tuzağıdır. Çünkü Siyonizm’in:
• Hristiyanlık Şubesi = Protestanlık-Evangelik sapıklığı,
• Radikal İslam Şubesi = Taliban ve Bin Ladin teşkilatı,
• Ilımlı İslam Şubesi = Fetullah Gülen Okulları,
• Budizm Şubesi = Moon Tarikatı’dır.
Aslında Müslümanlık 2 türlüdür: 1- Hakiki, 2- Hukuki Müslümanlık’tır.
İmanın şartları ile İslam’ın şartları ayrıdır
“Bedeviler(den bir kısmı) “İman ettik” dediler. De ki: “Siz (aslında gerçekten) iman etmediniz; fakat “teslim (İslam) olduk deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize girmemiştir.”[8] ayeti de bu farkı ortaya koymaktadır. Şimdi Bediüzzaman’ın tarihi tavsiyelerini hatırlatmanın tam zamanıdır:
“Ey Kürt kardeşlerim! Sizin siyasi hürriyet ve haysiyetiniz, kıyamete kadar Türk kardeşlerinizle devlet ve hükümet birliği yapmanızda, ayrılık ve gayrılıktan uzak durmanızdadır.”
Kürt kardeşlerimizi defalarca kışkırtan ve ayaklandıran ama işleri bitince kendi hallerine terk edip zalimlere kırdırtan bu Batılı güçlerin ve Siyonist çevrelerin halâ tuzaklarına kapılmak; et-kemik misali kaynaşmış Müslüman Türk-Kürt toplumuna artık asla yakışmayacak ve felaketle sonuçlanacak bir ahmaklıktır.
[1] 29.Mektup 6.kısmın zeyli
[2] 15. mektup 2.makam
[3] (Sünuhat, 7 yıl önce yazılan bir risalenin zeyli, 2.Sebep)
[4] 26.Mektup 4.Mesele
[5] Mümtehine: 8
[6] Mektubat 28.Mektup 4.Mesele 2.Nokta
[7] Büyük Larausse / C.22. / Sh. 11425)
[8] Hucurat: 14