Şubat 17 07:18

Milli Derin Devletin Manevraları: İŞBİRLİKÇİLERİN İFLASI, MİLLİ TÜRKİYE’NİN İHYASI

Milli Derin Devletin Manevraları: İŞBİRLİKÇİLERİN İFLASI, MİLLİ TÜRKİYE’NİN İHYASI

Milli Derin Devletin Manevraları: İŞBİRLİKÇİLERİN İFLASI, MİLLİ TÜRKİYE’NİN İHYASI

Başbakan Erdoğan’ın, Fetullahçı Cemaat yapılanmasını, “Haşhaşi” de denen; afyonla uyuşturup azgınlaştırdığı bağlılarını bir nevi terör şebekesi gibi yöneten, İran’da İsmaili devletinin kurucusu Hasan Sabah’ın (1090-1124) müritlerine benzetmesi, oldukça dikkat ve tepki çekiyordu. Bunları sadece aşırı kızgınlık ve kırgınlıkla söylenmiş sözler sanmamak gerekiyordu. Başbakan Erdoğan’ın tespit ve tarifiyle; Fetullahçı “Fesat kumpasının ve devlet içindeki paralel ve parazit yapının, emniyet ve yargı birimlerindeki uzantılarının, bunların takibat ve tahribatlarının bir kısmını yazdığı “Haliçteki Simonlar” kitabı yüzünden, tezgâhlanan komplolarla mahkûm edilip cezaevine tıkılan polis müdürü Hanefi Avcı” Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’na:

“Polisle adliye teşkilatı birlikte çalışmıyor. Her ikisini de dışarıda cemaatin yönetici kadroları koordine ediyor. (yani CIA-MOSSAD ve bazı MİT elemanlarının talimat ve taktikleri uygulanıyor. E.B) Kamudaki (polis, yargı ve bürokrasideki) elemanları, sağladıkları bilgileri cemaate aktarıyor, bunlar bir havuzda toplanıp, zamanı gelince basına servis ediliyor ve mahkeme açılıyor” itirafında bulunuyordu.

Fetullahçı Mümtazer Türköne’ye göre “Erdoğan’ın direksiyonda bulunduğu freni patlamış kamyonun, önüne geleni ezip geçen tahribatına, sadece Cumhurbaşkanı mani olabilirmiş ve derhal Başbakan’ın elinden kapıp kendisi direksiyona geçmeliymiş!?”Aksi halde bir darbe kaçınılmaz hale gelebilirmiş, endişeleri pompalanıyordu!

Yeni AKP Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da: “Cemaatin tertip ve tahribatına göz yumdukları için hata yaptıklarını, seslerini daha yüksek çıkarıp vaktinde müdahale etselermiş olayların bu boyutlara varmayacağını” itiraf edip günah çıkartıyordu! Zaman yazarı ve Fetullah yalakası Ekrem Dumanlı ise: “Erdoğan ve kurmaylarından gördükleri hakaretleri ve nezaket dışı tepkileri, 28 Şubatçılardan, Ergenekon ve Balyoz mağdurlarından bile görmediklerini” söyleyip bir nevi ortak suçlarını hatırlatıyor ve acı sonuçlarına hayıflanıyordu.

12 Ağustos 2013’te, yani yolsuzluk operasyonundan tam dört ay önce Mehmet Baransu: “Cemaatle hükümet arasındaki gizli hesaplaşma hazırlıklarının yakında patlayacağını, ilk başta Erdoğan iktidarının daha atak davranacağını, ama sonunda bu savaşı cemaatin kazanacağını” yazıp uyarıyordu. Peki Başbakan ve kurmayları-danışmanları ne diye aylar boyunca boş boş bakıp duruyordu?

Başbakan Recep Erdoğan Japonya gezisi sırasında (ve karşısında not tutan ve siyonist patronlara haber hazırlayan yazar ve bürokratlar huzurunda) AKP iktidarının gerçek amacını ve ayarlarını şu samimi itiraflarla ortaya koyuyordu: “Türkiye’nin (AKP hükümetinin) bölgesel ve küresel bir güç olma gibi bir hedefi ve projesi mevcut değildir. Böylesi hırslar ve hesaplar her zaman tehlikelidir!” Evet bu sözler AKP’nin ve Recep Bey’in gerçek yüzünü ve rolünü açıkça ortaya koyuyordu. Ve işte bu maksatla, Siyonist odaklar iktidarı Erbakan’dan alıyor, Erdoğan’a teslim ediyordu. Bu sözlerin Türkçesi “Biz aslında Türkiye’yi Siyonist dünya düzeninin ılımlı ve uyumlu bir üyesi yapmak için çırpınıyoruz; ama ara sıra halkı heyecanlandırıp avutmak için İsrail ve ABD aleyhinde bazı laflar ediyoruz” anlamına geliyordu. Ve zaten 28 Şubat darbesi de, bazı askerler de kışkırtılıp kullanılarak, aslında 1- Erbakan iktidarına, 2- Orduya karşı tezgâhlanıyordu. Tekrar ediyoruz; 28 Şubat’ı sanıldığı gibi ordu Erbakan’a yapmıyor, tam aksine Erbakan’ı da, Orduyu da tasfiye etmek üzere dış güçlerce planlanıyordu.

Yolsuzluklar Erdoğan’ın aile efradına ve sağ koluna dayanıyordu!

17 Aralık operasyonu kapsamında eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın bacanağı Cemalettin Haberdar hakkında gözaltı kararı çıkarılıyor ve TCDD'nin 8 personeli de gözaltına alınıyordu. Operasyona ilişkin gazetecilerin sorularını yanıtlayan Yıldırım, "2011'de başlayan bir soruşturmaya üç yıl aradan sonra operasyon yapılmasının zamanlaması manidardır. Üç yıl oturacaksın, üç yıl sonra düğmeye basacaksın. Suçla mücadele edeyim derken, suçu teşvik eden bir anlayışla hukuk tesis edilmez" şeklinde konuşuyor. Bacanağıyla ilgili soruya da "Alınıp alınmadığını bilmiyorum. Haberim yok" yanıtını veriyordu. Liman İşletmelerinde, işlemlerde usulsüzlük yapıldığı ve ihaleye fesat karıştırıldığı bilgisi üzerine İzmir Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin yürüttüğü soruşturmanın ardından yapılan operasyonda, 5 ayrı ilde 25 kişi gözaltına alınıyordu.

AKP’nin dağılma aşaması hızlanırken, Cemaat'in devlet içine nasıl sızdığı iyice ortalığa saçılıyordu. Türk Ordusu'na ve vatansever aydınlara karşı kurulan "kumpaslar" itiraf ediliyordu.

Bu kuklaların kapışmasından şu sonuçlar ortaya çıkıyordu:

AKP açısından:

-Cemaat-Hükümet Koalisyonu dağılıyordu.

-Erdoğan ve Hükümet uluslararası planda yalnızlaşıyordu.

-Erdoğan içerideki önemli desteklerini kaybediyordu.

- "AKP eşittir yolsuzluk" algısı giderek yerleşiyordu.

-AKP'ye destek veren kesimlerdeki, AKP kuşkusu derinleşiyordu.

-TBMM grubunda ve il ve ilçelerde kopmalar başlıyordu.

-Parti içi bağ zayıflıyordu.

-AKP "ak mı, kara mı" tartışması alevleniyordu.

-Bürokraside imza krizi öne çıkıyordu.

-AKP 11 yılın en büyük darbesini alıyordu.

-"AKP yıkılmaz" algısı yerle bir oluyordu.

-Erdoğan'ın AKP'deki dokunulmazlığı tartışılıyordu.

Cemaat açısından ise:

-Yıllardır kendini gizleyen Cemaat deşifre oluyordu.

-Bürokrasi ve emniyetteki hâkimiyetleri kırılıyordu.

-Yargıda Cemaat'e karşı isyan başlıyor, Cemaat'e karşı ittifaklar gündeme geliyordu.

-Yaşanan kavga nedeniyle maddi kaynaklarda sıkıntı yaşanıyordu.

-İş dünyasında geri çekilmeler başlıyordu.

-Devlet olanakları ile büyüme dönemi yavaşlıyordu.

-Cemaat'ten olmak artık artı değil, eksi yazar oluyordu.

-Tekrar yeraltına çekilme dönemi gündeme geliyordu.

CIA yöntemi, devreye mi sokuluyordu?

Milli duyarlı odakların iktidarı yıkacağı ortaya çıkınca, ABD önlem alma derdine düşüp. "İktidarı ben deviriyorum" algısını yaratmaya mı çalışıyordu? Herhalde Mısır'da yaptığını şimdi Türkiye'de yapmayı deniyordu. Bunun için Cemaat'i kullanıyor, kendi adamlarını öne çıkararak sonrasını garantiye almayı planlıyordu. Yani tipik bir CIA yöntemi izleniyordu.

Cemaate 'asalak' benzetmesi yapıyordu.

"Orduya kumpas kurdular" sözleriyle Ergenekon ve Balyoz davalarındaki Fetullahçı tertibi itiraf eden Tayyip Erdoğan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Star gazetesindeki köşe yazısında, "Bugün yaşanan tertipler kamuoyunda soru işaretleri oluşturmuş, kamu vicdanında sorgulamalara sebep olmuştur" diye yazıyordu. "Farklı kurum ve yapıların içinde bulunup devlet dışı iradelerin yönlendirmesiyle organize bir şekilde hareket eden ve adeta bir istihbarat şebekesine dönüşen hastalıklı yapı kendisini ele vermiştir. Şimdi birileri çıkıp utanmadan AKP'yi 'devletleşmekle', zamanında eleştirdiği acımasız yapıyı başkalarına karşı kullanmakla suçluyor. Şantaj çetesi gibi, muhalif ve farklı kim varsa tehditle hizaya getirme operasyonunu bunlar yapıyor. Devlet imkânlarını kullanarak yasadışı her türlü tertibi ve tezgâhı bunlar yapıyor. İftira, yalan ve çarpıtmayı hiçbir kutsal tanımadan bunlar yapıyor. Farklı bünyelerde asalak ve hayalet gibi var olarak paralel devleti bunlar oluşturuyor" diyordu.

ABD, Türkiye-İran ilişkisine Gül üzerinden mi müdahale ediyordu?

Abdullah Gül Dışişleri Bakanlığı döneminde, Birleşmiş Milletler kararından önce hareket edilerek, BDDK’ya yollanan yazıyla İran’ın Türkiye’deki parasal varlıklarının dondurulması talimatı verildiği ortaya çıkıyordu. ABD’nin 2007 yılında Türkiye-İran ilişkilerine, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül üzerinden müdahale ettiği ortaya çıkıyordu. Türkiye’nin ve Türk ihracatçısının çıkarına olan milyarlarca avroluk anlaşma Hükümete rağmen Gül’ün başında olduğu Dışişlerinin müdahalesiyle iptal ediliyordu. Dışişleri, hükümetin de onay verdiği anlaşmayı engellemek için ilginç bir yöntem izliyordu. 2006 yılının son günlerinde Türkiye-İran Karma Ekonomik Komisyon (KEK) hazırlık toplantıları sırasında İran Türkiye’ye, Türkiye’den İran’a yönelik ihracatın finansmanında kullanmak için 1 milyar avro faizsiz kredi verebileceğini bildiriyordu. Bu rakamın 10 milyar avro’ya kadar çıkabileceği ima ediliyordu. Ancak bir devlet bankasının kefil olması isteniyordu. Dış ticaret Müsteşarlığı (DTM) bu öneri üzerine hemen harekete geçip, Türk Eximbank’la görüşüp ikna ediyordu. Bu durum DTM’den sorumlu dönemin Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen tarafından kamuoyuna duyuruluyordu. Amerikalılar hemen konuyla ilgilenmeye başlıyor, gayrı resmi olarak bu işten rahatsız olduklarını belirtiyordu. Gerekirse en üst düzeyden müdahalenin gündeme gelebileceği uyarısı yapılıyordu. Bu tartışmalar sürerken Abdullah Gül yönetimindeki Dışişleri Bakanlığı’ndan BDDK’ya bir yazı gönderiliyor, BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ile İran’a çeşitli yaptırımların yanı sıra mali yaptırımların da gündeme gelebileceği uyarısı yapılıyordu. Daha ortada BM kararı yoktu. BM kararı olmayınca, Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunun da bir kararı bulunmuyordu. Ama Dışişleri Bakanlığı yazısında İran paralarının dondurulacağını ilan ediyordu.

Dışişlerinde de bilen yoktu!

Bu yazışmalar Hükümetten de habersiz yapılıyordu. Olay, İran büyükelçisinin Bank Mellat’a gönderilen yazıyı alıp DTM’ye gelmesiyle ortaya çıkıyordu. Yazıyı okuyan bürokratlar şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemezken, İran-Türkiye’ye vermeyi planladığı 10 milyar Euro’ya ulaşacak krediyi iptal ediyordu. Yazı Dışişleri ve DTM çevrelerinde, “ABD’nin yönlendirmesiyle Türk-İran ilişkilerine provokasyon” olarak yorumlanıyordu. Bu arada Amerikan Başkan yardımcısı Cheney de İran’la iş yapanları tehdit eder. Cheney, “İran’la iş yapıyor olmanın, Amerika ile iş yaparken sorun yaşanacağı anlamına geldiğini” söyleyerek Türkiye’yi ve diğer ülkeleri uyarıyordu.

Barzani ile Halk Bank krizi yaşanıyordu.

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesud Barzani’nin Türkiye üzerinden petrol satışı konusunda Halk Bank yerine bir Amerikan bankasını tercih ettiği ortaya çıkıyordu. Türkiye üzerinden dünyaya pazarlamayı planladığı petrol satışlarında, satışlardan elde edilecek parayı Amerika’daki bir bankaya yatırılması konusunda uzlaşma sağladığı öne sürülüyordu. İddiaya göre yapılan satışların bedeli, 2003 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ABD’nin New York kentindeki JP Morgan Bankası’nda açılan Irak Kalkındırma Fonu (Development Fund Of Irak-DFI) hesabına yatırılacak deniyordu. Irak’lı ve IKBY’li yetkililer kararın IKBY Başkanı Neçirvan Barzani ile Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin Bağdat’ta yaptığı görüşmede verildiği bildiriliyordu. Maliki yönetimi ve IKBY yetkilileri petrol paraları için ABD bankası ile anlaştıklarını açıklarken Enerji Bakanı Taner Yıldız yol haritasında bir değişiklik olmadığını öne sürüyordu.

Bu tartışma ve kapışmalardan endişe duyan TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz’dan çarpıcı operasyon yorumları geliyordu ve “Paralel devlet söylemi en büyük üzüntümüz” diyordu!

Türkiye’de gündemin bir numaralı maddesi, ‘yolsuzluk ve rüşvet operasyonu’ sonrasında açığa çıkan siyaset ve yargı dünyasındaki karmaşa, her iki cephede de son yılların en hareketli günlerini yaşatıyordu. Bu gelişmeler ekonomide de rüzgârın bir anda terse dönmesine yol açıyor, gelişmekte olan ülkeler arasında yer alan Türkiye, Amerikan Merkez Bankası Fed’in Aralık ayının ortasında aldığı sürpriz kararla mücadeleye hazırlanırken, bir anda kendini operasyonun faturasıyla boğuşurken buluyordu. Borsa sert düşüyor, dolar ve euro tarihi zirvesine yerleşiyordu. Türkiye’de alanının en etkili oluşumu olan Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin merkezinde TÜSİAD’ın Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz, korku ve kuşkularını gizlemiyordu. Yükselen tansiyonun Türkiye’ye verdiği zararın artmaması için “3 erkin başı, bu çatışmaya son versin” diyerek taraflara seslenen Yılmaz, şu hatırlatmanın altını çiziyor: 12 Eylül referandumunda bahsettiğimiz eksikliklerin bugün ne kadar önemli hale geldiğini görüyoruz ve 17 Aralık operasyonunu, “Temiz siyaset” yolunda kilometre taşı” olarak niteleyerek Fetullahçıların, yani CIA-MOSSAD’ın yanında yer alıyordu.

Erdoğan’ın “135 Milyar döviz rezervi var” diye hava attığı Merkez Bankası’nın ortakları kimlerden oluşuyordu?

Evet, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her fırsatta “Merkez Bankası’nda şu kadar dövizimiz var, şu kadardan aldık bu kadara getirdik” diye övündüğü Türkiye Cumhuriyet (Cumhuriyeti değil) Merkez Bankası’nın ortaklık yapısında çok ilginç detaylar bulunuyordu. Hazine’nin payının yüzde 55 olduğu bankada kalan yüzde 45 ise bankalar ile adları bir türlü açıklanmayan tüzel ve gerçek kişiler arasında paylaşılıyordu. Merkez Bankası’nın sermayesi, Bankacılık Kanunu’nun 5. maddesi gereğince her biri 0,10 TL itibari kıymette ve tamamen ödenmiş bulunan 250.000 hisseden oluşan 25.000 TL tutarındaki ödenmiş sermaye ile 30 Aralık 2003 tarih ve 25332 sayılı resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 5024 sayılı kanun hükümlerince ödenmiş sermaye kaleminde yapılan işlem sonucu 46.208.524 TL tutarındaki enflasyon düzeltmesi farkından oluşuyordu. Bu sermayenin yüzde 55.12′si A sınıfı, yüzde 25.74′ü B sınıfı, yüzde 0.02′si C sınıfı, yüzde 19.12′si de D sınıfı hisselerden meydana geliyordu. A sınıfı hisselerin tamamı Hazine’ye ait bulunuyordu. B sınıfı hisseler ise şöyle dağılıyordu: Ziraat Bankası  %19,23, Garanti Bankası %2,48, İş Bankası. %2,33, Halk bank %1,11, Yapı ve Kredi Bankası %0,55, Akbank %0,03, Türk Ekonomi Bankası %0,01 oluyordu.

Milli bankalar dışında kalan diğer bankalara ve imtiyazlı şirketlere tahsis edilen, 15.000 adet hisse senedi ile sınırlandırılan ve toplam hisselerin yüzde 0,02’si olan 54 adet C sınıfı hisse senetlerinin tamamı ING Bank’a satılıyordu. (Bu hisseye daha önce Oyak Bank sahipti. Satışın ardından hisseleri ING Bank’a geçiyordu).

Şimdi gelelim sır gibi saklanan konuya. Merkez Bankası’nın yüzde 19.12′lik sermayesini oluşturan ve bazı gerçek ve tüzel kişilere ait olduğu belirtilen D sınıfı hisselerin kime ait olduğu halktan gizleniyordu. Ve bu ortakların kimler olduğu TBMM’de bu konuyla ilgili soru önergesi verilmiş olsa da açıklanmıyordu. Buna karşın, D sınıfı hisse sahiplerinden birinin Adnan Behar adlı Musevi bir Türk vatandaşı olduğu basına yansıyordu. Bahar Menkul Kıymetler’in sahibi olan Adnan Behar, Merkez Bankası’nın büyük miktarda kâr etmesine rağmen, bu karın ortaklara yansıtılmadığını belirterek şikâyetçi olmuştu. Merkez Bankası’nın 2013 yılı kârının 5 milyar TL civarında olduğu tahmin ediliyordu. Şimdi bu ortaklık yapısından hareket edildiğinde Merkez Bankası’na “milli” denmesi doğru muydu ve bankanın döviz ve altın rezervlerinin “garantide” olduğunu söylemek uygun muydu?

İngilizler Merkez Bankamıza nasıl ortak oluyordu?

Uluslararası finans danışmanı Mete Akıncı, Merkez Bankası'nın %15'nin İngilizlere ait olduğunu söylüyordu. Bugün Merkez Bankası'ndan istenen %15 değişmediğine göre, geçmişe dönüp bakmak gerekiyordu. Mete Akıncı 'Arap Baharının' nedenlerini başka bir açıdan değerlendiriyordu. Amerika ve Avrupa'nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar 'çıkartılıyordu.' Resmen iflasın eşiğine geldiklerinden, İslam ülkelerinin hazinelerine konmak isteniyordu. Bu planın arkasında Rockefeller ve Rothschild'ler bulunuyordu. Rothschild ailesinden bir temsilcinin, geçtiğimiz yıl Tunus'u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali'den Tunus Merkez Bankası'nın %15'ini istediğini söylüyor. Bin Ali itiraz edemiyordu. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır'ın lideri Hüsnü Mübarek'e de götürüyor ama, Mübarek kabul etmediğinden başına neler geliyordu? Mete Akıncı'nın bizim Merkez Bankamızın %15'inin İngilizlere ait olduğunu da söylüyordu ve bunu belgelerle açıklıyordu.[1]

Musul ve Kerkük'ü Bırakmamızı Kimler Dayatıyordu?

Peki Osmanlı'nın borçlarını genç cumhuriyetin omuzuna kim yıkmıştı? Ve daha da yakıcı soru: Musul'u ve Kerkük'ü bırakmamızı kimler dayatmıştı? (Unutmadan belirteyim. Türkiye, Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapatmıştı. Hem de tüm faizleriyle...) Bunların arkasında da Rockefeller ve Rothschild Yahudileri çıkmıştı. Dönelim Merkez Bankası'na... Güçlü bir Maliye'nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi lazımdı. Bunun önündeki iki engelden biri olan borçlar kapatılacaktı. İkinci engel merkez bankasının olmayışıydı. Devletin tüm işlemleri Osmanlı Bankası üzerinden yapılmaktaydı. Aslında Lozan'a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankası'nın 1924 yılında sözleşmesi son bulacaktı. Ancak Osmanlı Bankası'nı bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşme yeniden uzatıldı. Merkez bankasının kuruluşunda Ziraat Bankası ve İş Bankası etkin rol almak için yarışmıştı. Ama bu iki bankamıza banknot ihraç etme yetkisi tanınmamıştı. Yeni ve bağımsız bir banka kurulması kaçınılmazdı. 1928'de Türkiye'ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor hazırladı. Ona İtalyan Uzman Kont Volpi katıldı. Lozan Üniversitesi'nden Prof. Leon Morf'un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı tamamlandı. Tasarı, TBMM'de 11 Haziran 1930 tarihinde kabul edilip kanunlaştı.

Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı. Ama dikkat... Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya, yüzde yüz Türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre, bizim Merkez Bankamızın hisseleri kimlerin adınaydı? Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sınıfı Hazineye, B sınıfı milli bankalara, C sınıfı yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.  Sadece % 15'i hazinenin elinde tutulacaktı. Kalan hisseler dağıtılmıştı.  Dağıtılan hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz Yahudi tefeci ve bankerlerin olacaktı. Başka ülkelerden de hissedarlar vardı. Hissedar başka ülkeler de vardı. Bugün ise Merkez Bankamızın sözde % 54.73'ü hazinenin malıydı. Kalan hisseler içerisinde yabancı bankalar da vardı. İngiliz ve İtalyan bankaları ilk sıradaydı. Şahıs olarak en büyük hissedar ise Ankaralı bir Yahudi vatandaşımız çıktı. Evet yine küresel bir soygun vardı... Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz vardı... Ve yine iki ailenin (Rockfeller ve Rotschild Yahudilerinin) güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başının belasıydı. Ve yine Merkez Bankası'ndan talep edilen oran değişmiyor; %15!

"Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" mı yoksa, "Türkiye Cumhuriyet(i) Merkez Bankası" mı?

O "i" harfi neden oradan çıkarılmıştı. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, 11 Haziran 1930 Tarih ve 1715 Sayılı Kanun (mülga) ile özel sermayenin de katıldığı bir anonim ortaklık olarak kurulmuştu. Bu düzenlemeyle devletten ayrı ve bağımsız olduğu hususuna özel bir gayret harcanmıştır. Bu amaç çerçevesinde, Banka`nın kuruluş kanunu tasarısında adı "merkez bankası" olarak öngörülmüşken, TBMM Komisyonu`nda uluslararası ilişkiler de düşünülerek "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" olarak değiştirilmesi kararı alınmış; banka`nın bağımsızlığını vurgulama amacı güdülerek "Türkiye Cumhuriyeti" ibaresi ve kısaltılmış şekli olan "T.C." özellikle çıkarılmıştır. Kanun koyucu tarafından Banka`nın devlete ait bir kuruluş; bir kamu kuruluşu olduğu izlenimi vereceği endişesiyle "CUMHURİYETİ" ibaresinden özenle kaçınılmıştır. Madem bu banka T.C. Devletine ait değil, o zaman kimlerin malıdır. Türk Parası olarak tanıdığımız bu paralar T.C. Devletinin parası, diğer bir deyimle Türk Milletinin Parası değilse, kimlerin parasıdır? Osmanlı Hazinesinin İngiltere´ye gönderildiği, ilk paranın İngiltere bankalarında basıldığı belgelerle sarih olduğuna göre, Merkez Bankasının hisselerinin İngiltere’ye ait oldukları gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bankanın ortakları arasında Yabancı imtiyazlı Banka ve firmaların bulunduğu milletimizden saklanmaktadır. Türkiye dışındaki yerli-yabancı Banka ve Şahısların Merkez Bankamızdaki hisseleri resmiyette %45, Devletin hissesi ise %55 oranındadır, ama gerçekte çok daha azdır. Milliyet`te bir Haber yayınlandı: "Merkez`de kâr payı gerginliği: Hissedarlarına kâr payı vermediği için tepki çeken Merkez Bankası’nın (MB) Genel kurul toplantısının gergin geçmesi bekleniyor"[2] denilen haberde bu hissedarların Banka Yönetimine ibra vermeyecekleri uyarılmış ama, ibra vermeyecek bu hissedarların kimler olduğu açıklanmamıştır. Evet bunlar Türkiye ekonomisini 1930’lardan bu yana yöneten yabancılardan ve yerli ortaklarından oluşmaktaydı. Yerli ortakların çoğunun gayri Müslim ve özellikle Yahudi olmaları enteresandı.

Devletin Ana damarı olan Merkez Bankasında 1931’den 1970 kadar Devletin %15, Devlet dışındakilerin %85 hissesi vardı. 1970’de Devletin hissesi %51’e, 2002’de de %55’e çıkarıldı. Ama hala etkin ve yetkin ortak yabancılar ve Yahudi hissedarlardı. Peki ikide bir Merkez Bankasında şu kadar paramız toplandı diye hava atan Sn. Recep Erdoğan, Merkez Bankasının bu yabancı hissedarlarını neden bu millete açıklamazdı.

Türkiye'deki bankaların yüzde kaçı yabancıların oluyordu?

Obez ve şişirme ekonomide yaşanan yalancı bahardan, aslında kimlerin ve ne ölçüde pay kapmış oldukları neden açıklanmazdı? Ekonomi demek, üretim-tüketim esasına dayanan ve her değeri para olan bir politikadır. Yani kısaca üretim ve para anlamındadır. Faizli ekonominin can damarlarından birisi de bankalardır. Hem üretime, hem de tüketime destek ve dolaylı ipotek çıkılır. Ülkemizde birçok kereler banka krizi yaşandı. Her krizden çıkışta, birçok banka el değiştirip satıldı. Özellikle ülkenin önemli bankaları ya yabancılara satıldı, ya da yabancılar ortak alındı. Anlayacağınız, gelen yabancılar doğrudan yatırıma gelmediler. Parayla para kazanma yolunu seçip, istedikleri anda çıkıp gittiler. Tabi bunun faturası da ağırdı, kaybeden hep ülkemiz ve halkımızdı.

Peki, Ülkemizde ne kadar banka vardı ve ne kadarı yabancılarındı?

Bu soruya; CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın önergesini yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın verdiği resmi yanıt vardı. Buna göre; Türkiye’de faaliyet gösteren 49 banka varmış. Bu bankalar toplam 11 bin 71 şube açmış. Bu bankalardan 18’inin yüzde 99 ve üzeri hisseleri yabancılarınmış… Yabancıların hissesi bulunan banka sayısı toplamda 36’ymış. Bankaların şube sayılarına göre dağılımları ise şöyleymiş: T.C. Ziraat Bankası: 1.495, Türkiye İş Bankası: 1.238, Akbank: 974, Türkiye Garanti Bankası: 931, Yapı ve Kredi Bankası: 927, Türkiye Halk Bankası: 827, Türkiye Vakıflar Bankası: 741, Denizbank: 619, Finansbank: 586, Türkiye Ekonomi Bankası: 515, Peki, bu bankalardan hangileri kamunun elinde ve kamunun kaç bankası vardı?

Yüzde 100’ü kamunun olan sadece 5 banka varmış!

Kamuya ait bankalar: Ziraat Bankası, Ada bank A.Ş. Birleşik Fon Bankası A.Ş, İller Bankası ve Türkiye İhracat Kredi Bankası A.Ş.

Hissedarı küresel olan veya küresel borsada işlem gören bankalar ve yabancı payları şöyle:

Banka Adı / Küresel Hissedar payı / Borsa Küresel payı

Citibank A.Ş: %100, Deutsche Bank A.Ş: %00, HSBC Bank A.Ş: %100, ING Bank A.Ş: %100, ODEA Bank A.Ş: %100, Turkland Bank A.Ş: %100, Bank Mellat: %100, Habib Bank Limited: %100, JP Morgan Chase Bank N.A: %100, Portigon A.G: %100, Societe General S.A: %100, The Royal Bank of Scotland N.V: %100, Merrill Lynch Yatırım Bank A.Ş: %100, Standard Chartered Yat. Bank:  %100, Denizbank A.Ş: %99,8, Finansbank A.Ş: %58,2 - %41,6, Taib Yatırım Bank A.Ş: %99,46, Burgan Bank A.Ş: %99,25, Yapı ve Kredi Bankası: %76,2 - %20,5, Kuveyt Türk Katılım Bankası: 80,24, Albaraka Türk Katılım Bankası: %61,9 - %18,2, Türkiye Ekonomi Bankası: %47,22 - %23,73, Türkiye Garanti Bankası A.Ş: %25 - %45,79, Bank Pozitif Kredi ve Kalkınma Bankası: %69,8, Türkiye Finans Katılım Bankası: %66,3, Arap Türk Bankası A.Ş: %64, Şeker Bank T.A.Ş: %33,9 - %11,4, Akbank T.A.Ş: %9,5 -  %26,33, Turkish Bank: % 4,29, Türkiye Halk Bankası: %44,95, Türkiye Sinai Kalkınma Bankası: %31,9, Asya Katılım Bankası: %31,18, Türkiye İş Bankası: %23,94, Türkiye Vakıflar Bankası TAO: %20,8, Tekstil Bankası A.Ş: %10,3

Şimdi Hürriyet Gazetesinin logosunda yer alan “Türkiye Türklerindir” sözünün “Türkiye Türk zannedilen gâvurların güdümündedir!” anlamına geldiğini yazıp konuşanlar haksız mıydı?

‘Bali Paketi’ Batı’nın son çırpınışı mı oluyordu!

DTÖ’nün Bali’de ‘küresel ticaretin liberalleşmesine’ yönelik anlaşmaya vardığı paket AB ve ABD arasındaki müzakereleri süren TTYO ile birlikte ele alındığında, yükselen BRICS ülkelerine karşı Batı’nın son önemli hamlesi sayılıyordu. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ, World Trade Organization) Endonezya’nın Bali Adası’nda gerçekleştirdiği 9. Bakanlar Konferansı’nda önemli bir anlaşmaya imza atıyordu. 159 üye ülkenin katılımıyla üzerinde anlaşmaya varılan ve ‘Bali Paketi’ olarak adlandırılan küresel ticaretin serbestleştirilmesine yönelik anlaşma, 20 yıldan bu yana verilen çabanın ürünü sayılıyordu. Uzmanların açıklamalarına göre, Bali Anlaşması’nın öngördüğü liberal düzenlemelerle küresel ticaretin hız kazanması ve 1 trilyon dolarlık büyüme kapasitesine ulaşması bekleniyordu. Böylece Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Ticaret Odası’nın (ICC) 18 milyonu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 21 milyon yeni iş yeri olanağı sağlanması planlanıyordu. Bali Anlaşması, 2001 yılında Katar’ın başkenti Doha’da alınan kararlardaki; dünya ticaretinin gümrüklerin kaldırılarak kolaylaştırılması, tarımsal alanda sübvansiyonun azaltılması, yoksulluğun yaygın olduğu az gelişmiş ülkelere daha fazla parasal kalkınma yardımı(!) yapılması gibi üç önemli maddenin gerçekleştirilmesini içeriyordu.

Başlangıç değil bitiş sayılıyordu!

Ancak, Bali Anlaşması’nın üzerindeki imzaların mürekkebi henüz kurumadan Batılı gözlemcilerden itirazlar yükselmeye başlıyordu. Sabahlara kadar süren amansız müzakerelerden sonra anlaşmaya varılmasının akabinde çok duygusal bir konuşma yapan DTÖ’nün Eylül ayında seçilen Brezilyalı Başkanı Roberto Azevedo’nun, ‘’Bali anlaşması bitiş değil başlangıçtır’’ sözlerine cevap gecikmiyordu. Hamburg Dünya Ekonomi Enstitüsü Başkanı ve sözcüsü Prof. Thomas Straubhaar, Alman Die Welt gazetesi için kaleme aldığı yazısında “Bali yeni bir başlangıç değil, Dünya Ticaret Örgütü’nün bittiği yerdir’’ değerlendirmesinde bulunuyordu.

BRICS’in gücü Almanları korkuttu!

BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) ülkelerinin dünya ekonomisindeki ağırlığını göz ardı edilemeyeceği gerçeği endişelendirmiş olacak ki, tanınmış Alman Ekonomist, Hindistan, Küba, Venezüella, Bolivya ve Nikaragua gibi ülkelerin önemine dikkat çekerek, “Bu ülkeler DTÖ’nün alacağı kararlarda oybirliği ilkesi olduğu sürece, Bali’deki konferansta bize hangi şantaj kapasitesine sahip olduklarını gösterdiler” yorumunu yapıyordu.

Milli Türkiye’nin hazırlıkları NATO’yu huzursuz ediyordu!

Türkiye'nin satın almayı düşündüğü Çin yapımı füze savunma sistemine bir uyarı da NATO Başkomutanı General Philip Breedlove'dan geliyordu. Breedlove, Ankara'dan NATO ile uyumlu kullanabileceği bir sistem tercih etmesini talep ediyordu. Askeri tatbikatlar için gittiği Letonya'da  gazetecilerle konuşan Breedlove, "Türk askeri yetkilileriyle konuşmalarıma göre, önemli olan tümüyle ortak çalışan ve NATO şebekelerine bağlanmaya uygun bulunan sistemlere sahip olmamızdır" diyerek sızlanıyordu. Kararın Türkiye'ye ait olduğunu vurgulayan ABD'li General Breedlove, "Tüm NATO üyeleri, ittifakın kolektif savunma sistemine katkı yapacak kararlar alınmasını ve diğer NATO sistemleriyle uyumlu çalışacak sistemler seçtiklerini görmek istiyor" şeklinde konuşuyordu. Breedlove "uygun" tanımıyla neyi kastettiğini açıklamıyor, ancak bazı NATO diplomatları Çin yapımı füze savunma sisteminin, NATO sistemlerine bağlanmasının siber güvenlik sorunlarına yol açabileceğini söylüyordu. NATO üyesi Türkiye alacağı füze savunma sistemi için Rus, ABD ve Avrupalı firmaların tekliflerini değil, Çin CPMIEC şirketinin FD-2000 sistemini tercih ettiğini açıklıyordu. Ankara, füze savunma sistemiyle ilgili kararının henüz kesinleşmediğini de belirtmişti.

“Çin’e verilen füze ihalesiyle, Ankara kirli Amerika’yı dize mi getiriyordu?”

 “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Peşmerge Bakanlığı, ilk defa NATO tarafından düzenlenen uluslararası bir konferansa davet edilmişti.” Kaynaklar, konferans ile ilgili planlamanın yapılış safhasında NATO’nun siyasi kanadından Ankara’ya bilgi verildiğini ve Hükümetten de buna herhangi bir itirazın Brüksel’e iletilmediğini kaydetmişti.

Diyarbakır’da gerçekleşen Mesud Barzani-Tayyip Erdoğan düeti arifesinde yaşanan bu gelişme, terörist Abdullah Öcalan’ın “müzakere süreci”nde Hükümete 4 ay daha opsiyon tanıması ve iktidarın bebek katili ile “akil adamlara”, gazetecilere görüşme imkanı sağlayacağı sinyalleri. Kafamı kurcalayan soru işaretlerine biraz yanıt bulabilir miyim diye son İmralı görüşmesine giden heyette bulunan HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile görüştüm. “Öcalan’ın, Barzani-Erdoğan buluşmasından haberi var mıydı” diye sordum, “hayır yoktu” dedi. Terörist başının hükümete verdiği 4 aylık opsiyonun detaylarını öğrenmek istediğimi belirtince de, “Pazartesi günü geniş bir açıklama yapacağını” kaydetmişti. Barzani-Erdoğan görüşmesi için değerlendirmeyi de aynı güne bıraktı. Önder, gazeteci ve “akil adamlar”ın Öcalan ile görüştürüleceğine dair hükümetten “henüz” somut bir işaret almadıklarını da sözlerine eklemişti. Yandaş medyada her gün; “ABD’li şirketler Patriot için tekliflerini yenileme kararı aldı. Türkiye’nin şartlarına uygun yeni teklif sunacaklar” haberlerine yer vermekteydi. Akbabalar gibi Ankara’nın üstüne çökmüşlerdi. Savunma Sanayi Müsteşarlığı çevrelerinden edindiğim bilgilere göre zaten ihalenin Amerika’ya verilmesine teşne olan hükümete Türk görünümlü iş adamları da sıkça gidip gelmekteydi. Füze ihalesinin Çin’e verilmesinde en büyük etken olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki son nabzı tutmaya çalıştım. TSK’dan yükselen ortak görüşü şöyle özetleyebilirim;

“Çin füzesi Türkiye açısından büyük bir açılım. Savunma sanayii açısından da. Amerikalı şirketler bu aşamadan sonra bedavaya bile vermeye kalkabilirler. Türkiye, Çin’den bu teknolojiyi tam olarak alıp uygulayamasın diye. ABD ‘vereceğiz vereceğiz’ dese de, bunların tam olarak bize bu teknolojiyi verebileceklerine inanmak güç. İleriki aşamalarda mutlaka belli pürüzler çıkarıp buna engel olacaklar. Türkiye’nin NATO entegrasyonu; bunların hepsi hikâye. Türkiye bu teknolojiyi aldığı anda Çin’den çok daha ileriye götürebilecek insan kapasitesine haiz. Ve bundan çok çekiniyorlar ama onlar diyorlar ki; ‘Çin’in önüne geçip bunu engelleyebilirsek ileriki aşamalarda belli pürüzler çıkartarak Türkiye’nin ürettiği sistemlerin Arap ülkelerine ve diğer ülkelere satılmasını engelleriz.’ Çünkü Çin, buna olur veriyor. Üretilmesine müteakip satışına da. Bu konularda belli pürüzler yaratarak Türkiye’nin bu konuda ileri gitmesini engellemek istiyorlar. ANKA insansız hava aracında çok büyük problemler yaşandı. Bu proje çok muhteşem bir proje oldu. Şu anda üretim aşamasına geçmiş ülke kapsamında İsrail ve ABD’den sonra üçüncü ülkeyiz. Ve bu adamlar diyorlar ki, ‘Türkler bir şey yapmaya başladıktan sonra çok daha iyisini yapıyorlar.’ Şu anda Heron’lardan çok çok daha ileri teknoloji ile ve çok daha imkan kabiliyetleri fazla şekilde üretime geçiliyor. Bütün korkuları da bu. Bu gerçekleştikten sonra da Türk dünyası zaten hazır. Amerikalıların bütün korkusu Orta Doğu’yu ve Orta Asya’yı Batı’nın ve ABD’nin ve özellikle İsrail’in kaybetme korkusu. Türkiye’nin bu açılımı bu şekilde sürdürmesi lazım Doğu’ya doğru.”

“Ankara’ya çöreklenen malum Amerikan lobisi işi iyice azıttı. Recep Erdoğan’ın beli kırılmış, zaten kımıldayacak hali yok. İbrahim Tatlıses-Şivan Perver düetinde sizlere yine tatlı ninniler söylendi”[3]

Çin'den alınacağı için krize yol açan füze sistemine ASELSAN talip oluyordu!

ABD, 2014 savunma bütçesine bir madde ekleyerek Türkiye'nin Çin'den alacağı füze sisteminin NATO'ya entegre edilmesinde Amerikan fonlarının kullanımını engelliyordu. ABD ve NATO'nun art arda gelen tepkilerine karşın yurt içinden çarpıcı bir öneri geliyordu. ASELSAN Genel Müdürü Cengiz Ergeneman, "Fırsat verilirse biz de yaparız" diyerek herkesi şaşırtıyordu. TSK için üretilecek füze savunma sisteminin ihalesinde birinci gelen Çinli üretici CPMIEC'nin, alt yüklenici sözleşmesi imzalamak üzere görüştüğü Türk şirketleri arasında ASELSAN da yer alıyordu.

'Füze milli olsun, alt yapımız var' çıkışı kimleri şaşırtıyordu?

ASELSAN'ın fabrika açılışı için Kazakistan'da bulunan Genel Müdür Cengiz Ergeneman, basın mensuplarının sorularını yanıtlarken şunları söylüyordu: "Türkiye'ye sunulan teklifleri bize büyük altyapı kazandıracak yeterlilikte görmedik. Üretilecek sistemin 'milli' olması gerektiğini düşünüyoruz ve 'biz yaparız' diyoruz. Alçak ve orta irtifalı füze sistemlerinde elde ettiğimiz bilgi birikimiyle yüksek irtifa - uzun menzile gidebiliriz. Üretmiş olduğumuz çok amaçlı radarın menzili bir hayli yüksek. Hava savunma radarı için de bunu yaparız. İlgili makamlara arz ettik. Dünyada bu tip dört sistem var. Ama her biri belirli bilgileri paylaşmıyor. Biz her şeyine hakim olmak istiyorsak milli olarak yapmalıyız. Yeni bir süreç başlayabilir ya da mevcut süreç devam edip bizim önerimiz ilave bir süreç olarak başlayabilir. Sadece radarı yapmakla kalmayacağız. Galyum nitrat teknolojisi için 8-9 yıldır Bilkent ile birlikte çalışıyoruz. Radar üretiminde çok önemli bu kimyasal teknolojisine de artık sahibiz."

Ankara'da halen iki fabrikası bulunan ASELSAN, Gölbaşı'nda kurduğu radar fabrikasını Mart’ta hizmete açmaya hazırlanıyordu. Temelli'de satın alınan 400 dönümlük arazi üzerinde de hava savunma sistemi imalat ve test merkezi kuruluyordu. ASELSAN'ın önerisi kabul görürse, füze savunma sisteminin roket patlayıcı ve itki sistemi Roketsan tarafından üretileceği, ASELSAN’da radar, güdüm başlığı, komuta kontrol ve haberleşme sistemlerini geliştireceği belirtiliyordu.

Bu vahim gidişatı hala okuyamayanlara ve kafasını kuma sokanlara tekrar sesleniyoruz: Bir Milli Çözüm Onarım Hükümeti kurulmak üzere derhal istifa ediniz!

Birinci yolsuzluk dalgasında faiz lobisinin Türkiye ayağının başında gelen Koç’a 67 trilyonluk ceza kesilmişti. Bu nedenle mi ikinci yolsuzluk dalgasını engellemişlerdi? Bakınız Danıştay; Oferlerin, Koçların, Albayrakların elinden, millet kesesinden peşkeş çekilerek unutturulan Eti Alüminyum, Kuşadası ve Çeşme limanları, SEKA ve TÜPRAŞ satışlarını iptal etti. Ardından sessiz ve derinden bir dalga geldi. ATV ile Sabah’ı satın alan şirketin, BİM’in sahiplerinin,  Türk TELEKOM’un ortağının, Kalyoncu’ların, Aktürk’lerin, “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, kurulan örgüte üye olmak, ihaleye fesat karıştırmak, nüfuz ticareti, rüşvet, kamu malına zarar verme” suçlarından bütün mal varlıklarına tedbir getirildi! Yani artık milli merkezler devreye girmişti ve hiçbir güç bu tarihi değişimi engelleyemezdi!

Ankara, Batı’dan gelen ağır itirazlara işin hep teknik boyutlarıyla yanıt veriyordu. Çin füzesinin seçilmesinde kullanılan parametreler; maliyet, teknoloji paylaşımı, ortak üretim, süre gibi itiraz edilemez üstünlüklerdi ve Türkiye ne istediğini işin başında "katılımcılar"a söylemişti. Açıkçası, Patriotları önceden Türkiye’ye yerleştiren Avrupa ve ABD bunları önemsememişti! Türkiye, bu tercihin politik bir dil barındırdığını, reaksiyonların olacağını da biliyordu. Milli Türkiye bir akıl kuruyordu ve ipuçları görenler için kamuoyuna yansımıştı. 23 Eylül 2013, Yeni Şafak; "Yerli füzeye yerli yakıt!” TÜBİTAK, ithal edilen füze yakıtını yerli imkânlarla üretmeyi başardı. Sanayi Bakanı Nihat Ergün, geliştirilen füze yakıtının dünyada üretilen en iyi füze yakıtlarından birisi olduğunu ve dünyada birkaç gelişmiş ülke tarafından üretildiğini açıklayan Ergün, 'Stratejik bir ürün olan füze yakıtı kolay temin edilemiyor. Satan ülkeler bazı şartlar ve kısıtlar koyabiliyor. Bu nedenle füze yakıtını üretmemiz çok önemli' dedi. Milli Türkiye’nin istikametini gösteren başka haberler de “sessizce” basında yerini aldı: 9 Ekim 2013-Hürriyet, “Çin füzeleri uzay için yerli adım olacak” başlıklı haberin son paragrafında füzeleri Türkiye’ye “kimin” taşıyacağını söylüyordu; “Edinilen bilgiye göre Çin’den alınacak füze sisteminin nakliyesi de yine Türkiye’nin üretim ortağı olduğu Airbus A400M askeri nakliye uçağı ile yapılacak. Türk Hava Kuvvetleri’nde Koca Yusuf adıyla hizmete girecek uçak, füze sistemini Çin’den alarak Türkiye’ye getirecek.” Hesap bu kadar önceden ve detaylı yapılmıştı!

Çin istihbarat ve ulusal güvenliği ne diyordu?

Aylarca tartışılan çok ülkeli füze tartışmalarının en sessiz başrol oyuncusu ‘Beijing’ oluyordu. Çin, bu dönemde "araya hiç girmiyor" ve tartışmaların "başında ve sonunda"  iki kısa açıklama yapıyordu. 28 Eylül’de yani Ankara’nın tercihinden hemen sonra; "Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcülerinden Hong Lei, ülkesinin askeri ihracatının ilgili bölgelerdeki barış, güvenlik ve istikrara zarar vermediğini söylüyor; ‘Çin hükümeti, dikkatli ve sorumlu bir şekilde savunma ticari işbirliği yürütmektedir. Çin ve Türkiye arasındaki savunma ticari işbirliği normal şartlar altında gerçekleşiyor" diyordu. 25 Ekim’de ise; "Çin, NATO üyesi Türkiye'nin Çinli bir şirketten füze alımının siyasileştirilmemesi gerektiğini açıklıyordu. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying, füze alımının 'normal bir silah ticareti işbirliği' teşkil ettiğini söylüyor; “Konu tarafsız ve akılcı biçimde değerlendirilmeli. Bu tür ticari rekabetin siyasileştirilmemesi önemlidir" diye uyarıyordu. Görüldüğü gibi her iki açıklama da aradan geçen bol spekülasyonlu zamana rağmen paralel ve sakin bir duruşu hem barındırıyor hem vazediyordu. İki açıklamaya özellikle yerleştirilmiş bulunan bir de kelime vardı: "normal"! Tek fark, ikinci açıklamanın ABD'nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone'nin gazetecilere, "Türkiye ile ABD'deki yasal düzenlemelere göre yaptırım altında bulunan Çinli bir firma arasında varılması muhtemel anlaşma konusunda büyük endişe duyduğumuz sır değil" demesinin hemen ertesine denk gelmesi dikkat çekiyordu!

ABD'de de hazırlanan, “Türkiye ve AKP” raporu kafa karıştırıyordu!

Bu rapor, özellikle de altına imza atan isimler açısından oldukça önemli bulunuyordu. Raporda AKP analizi yapılıyor ve 'Türkiye'ye değişen bakış' anlatılıyordu. Washington merkezli düşünce kuruluşu Bipartisan Policy Center (Partilerüstü Politika Merkezi) “Retorikten Gerçekliğe: ABD’nin Türkiye politikasını yeniden biçimlendirmek” başlığıyla ABD’nin Türkiye politikası üzerine kapsamlı bir rapor yayınlıyordu. Rapor ABD’nin Türkiye’ye değişen bakışı konusunda büyük önem arz ediyordu. Düşünce kuruluşunun yayınladığı 72 sayfalık raporun Türkiye masasında eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ile Eric Edelman’ın yer alması raporu daha da önemli kılıyordu. Raporda Abramowitz, “Türk-ABD ilişkileri özellikle son 1 yıldır çok sorunlu” derken ABD’nin Türkiye’yi Suriye konusunda yanlış yönlendirdiğine dikkat çekiliyordu. Raporda Suriye politikasının Türkiye’yi dış politikada mezhepçiliğe ittiği ve bunun Türkiye’nin bölgedeki etkinliğine zarar verdiği belirtilirken, AKP’nin hemen her olayda uzlaşma ve işbirliği yerine mezhepçilik ve otoriterliği tercih ettiği ileri sürülüyordu.

“Türkiye'nin Ortadoğu'da çok az gücünün kaldığı” söyleniyordu!

Raporda hükümetin emrindeki polisin Gezi olaylarında protestoculara orantısız güç kullanımı da otoriterliğe bir örnek olarak gösterilirken Türkiye’nin dünya konjonktüründe yalnızlaşması şöyle değerlendiriliyordu:

“Türkiye’nin artık Ortadoğu’daki olayları etkileyebilecek politik gücü çok azaldı. Komşularla sıfır sorun vizyonunu izlediği dönem sonrasında elinde yalnızca sorunlar kaldı. Suriye’de Esad’ın gönderilmesine uğraştı, Mısır’ın yeni askeri hükümetini tanımadı, İsrail ile diplomatik ilişkileri kopardı, NATO’nun radar tesislerini kabul ederek ve Suriye’deki ayaklanmacılara destek vererek İran’ın öfkesini kabarttı, Bağdat’taki merkezi hükümetle bozuşup arasını açtı, Müslüman Kardeşleri ölümüne savunarak güçlü Körfez ülkelerini kızdırdı, temelsiz ithamlar ve komplo teorileriyle Avrupa’yı kendinden uzaklaştırdı.”

“AKP Artık Yenilmez Değil!” vurgusu yapılıyordu!

“AKP artık “yenilmez ve vazgeçilmez” değildir. Bu durum, kamusal rahatsızlıkların daha çok sayıda dışa vurulması ihtimali ve yönetimine karşı çıkılması potansiyelinden ötürü, Türk siyasetinde yeni bir belirsizlik dönemine zemin hazırlıyor olabilir. 18 ay içinde arka arkaya üç seçim ile Türkiye, bir dönüm noktasına doğru ilerlemektedir. Ortadoğu’daki olayları etkileyebilmesi için elinde pek az siyasi sermaye kalmış görünmektedir”

Yahudi stratejist Morton Abramowitz ile Siyonist Eric Edelman’ın yanında, Rapora imza atan şu isimler de dikkat çekiyordu:

Henri Barkey (Lehigh Üniversitesi), Svante Cornell (İpek Yolu Enstitüsü), Paula Dobriansky (Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı), John Hannah (Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı), Ed Hussain (CFR Dış İlişkiler Konseyi), Gregory Johnson (Emekli Oramiral), David Krammer (Freedom House), Aaron Lobel (America Abroad Media) ve Michael Makovsky (JINSA) Bu rapor Cemaat-Hükümet kapışmasının alt yapısını da ortaya koyuyordu.

Yorum Yaz