Mart 29 14:00

SAADET PARTİSİ NEREYE KAYDIRILMAKTAYDI?

SAADET PARTİSİ NEREYE KAYDIRILMAKTAYDI?

SAADET PARTİSİ NEREYE KAYDIRILMAKTAYDI?

Ruşen Çakır Selman Esmerer’in basın toplantısına katıldıktan sonra: “Mevcut partiler içerisinde AKP’yi yolsuzluk iddiaları üzerinden en iyi ve etkili biçimde vuracak ve zorlayacak olan Saadet partisi iken, görülen o ki SP’liler seçim kampanyasında bu konuya pek değinmiyorlar, çünkü eski kardeşlik hukukunu gözetiyorlar.”[1] ş eklinde tespitlerde bulunuyor ve SP’yi yöneten kadroların anlayışını ve yaklaşımı ortaya koyuyordu. Saadet Partisi Gebze İlçe Teşkilatı Belediye Başkan Adayı tanıtım programı hazırlanıyor, (19 Ocak 2014, Saat 19.00’da) Genel Başkan Mustafa Kamalak, Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın, Genel İdare Kurulu üyesi Ahmet Kul, İl Başkanı Sinan Ejderoğlu ve Belediye Başkan Adayı Nurettin Çelik katılıp konuşma yapıyor, Ama Sn. Kamalak’ın ayıp savma cinsinden bir iki cümlesi dışında hiç kimse Erbakan Hocamızdan ve O’nun tarihi başarı ve programlarından bahsetmiyordu. Ve tabi ruhsuz, şuursuz ve huzursuz bir toplantıya dönüşüyordu. Hatta sadık bir dava kardeşimiz “Dışarıdan bir kişi salona girse, Milli Görüş’ün toplantısı olduğunu asla anlayamazdı” diyerek dert yanıyordu. Ve zaten Kocaeli Hanım Komisyonları toplantısına Ankara’dan gelip katılan eğitimcinin “Seçim çalışmalarında Milli Görüş’ten bahsetmeyeceğiz, Adil Düzen’i gündeme getirmeyeceğiz, söylemlerimizi değiştireceğiz, bundan sonra yüzde kaç alırsak alalım, biz kazandık!demeyeceğiz” tavsiyeleri, kasıtlı ve hesaplı bir zihniyet dönüşümünü mü yansıtıyordu?

Cemaat ve Hükümetin kapışıp birbirlerinin kirli çamaşırlarını pazara çıkardıklarından halkın kafasının karıştığı, muhalefetin umut aşılayamadığı, yani bizim için çok önemli fırsatların meydana çıktığı bir ortamda bile maalesef hepimizi mahcup ve mahzun eden bütün seçim sonuçları da, işte başımıza çöreklenmiş bu kafa ve kadroların marifetini gösteriyordu. Sanki Saadet Partisi unutulsun ve Ecevit’in tabiriyle “Kökü kurutulsun!” diye uğraşılıyordu. Yerel seçimlere hazırlık sürecinde ve malum ekibin yasak getirmesine rağmen dolaştığımız bütün il, ilçe ve beldelerde gördüğümüz manzara yürek burkutucuydu. Pek çok ilçe ve beldede SP teşkilatı, ya yoktu veya sadece kâğıt üzerinde görünüyor, ama o isimler AKP’ye, BDP’ye veya MHP’ye çalışıyordu. Sadık, samimi insanlarımızın özverili gayretleri de, Genel Merkez’in bu tavrı yüzünden boşa çıkarılıyordu. Çünkü insanlarımız, yerel adayların donanımından ve programından ziyade, Genel Merkez’in tavrına, tutarlılığına ve topluma umut aşılayıp aşılamayacağına göre oyunu kullanıyordu. Sn. Mustafa Kamalak; niyeti, tiyneti ve Milli Görüş’e hıyanet ve hakareti tescilli olan Cemaate yaranmaya çalışırken Today’s Zaman gazetesi blog yazarı Halil Bilecen, Twitter üzerinden yaptığı paylaşımlarda cemaate oy talimatı veriyor, adres gösteriyor, ama Saadet Partisinden hiç bahsetmiyor, çünkü zaten onu “Siyasal İslam’ın partisi” sayıyordu. Buna rağmen Kamalak Cemaatten oy alacağını sanıyordu. Halil Bilecen, AKP’yi “siyasal İslam’ın partisi” olarak niteleyerek şunları yazıyor: “Çatlasanız da İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya’da CHP; Manisa, Balıkesir, Erzurum, Adana’da MHP desteklenecek. Siyasal İslam’a oy yok! Her ilin en güçlü adayı desteklenecek” diyordu. 31 Mart tarihli gazetelerin manşetleri arasında cemaatin gazetesi Bugün'ün manşeti, gafillerin başına tokat gibi patlıyordu. Çünkü seçim sonuçlarını; “Dört parti de kazandı” diye duyuruyor ve doğal olarak akla şu soru geliyordu: “İyi de kim kaybetti o zaman?” Cemaatin Gazetesi böyle bir soru geleceğini hesaba katmış olmalı ki; manşetin altındaki spotta şu cümle yazıyordu: “Küçük partiler silinip kayboldu”diyerek Mustafa Kamalak'ın Saadet Partisi ile Mustafa Destici'nin Büyük Birlik Partisi'nden söz ediyordu. Oysa, silinip yok oldular dediği Sayın Mustafa Kamalak, bunların televizyonlarında günlerce ter döküyor ve övgüler diziyordu!? Ama “Vefa”nın ve “vicdan”ın değil, menfaatin ve güçlü olanın yanında duran Cemaat, ilk adımda Mustafa Kamalak’ı ve Saadet camiasını satıyordu… Ve hele Sn. Kamalak’ın 2009 Yerel Seçimlerinde Türkiye genelinde %5,4 oy alan SP’yi, bu seçimde % 2,7 ye düşürüp % 50 oy kaybına uğrattıkları için pişmanlıklarını belirteceğine, 2011 Genel seçimleriyle kıyaslayıp “%150 başarı sağladık!?” açıklamaları insanapişkinliğin böylesine pes!” dedirtiyordu.

 

Abdurrahman Dilipak “Biat, itaat vs.” başlıklı yazısında (24 Ocak 2014, Yeni Akit) “Hocaefendi istediği an Peygamber Efendimizle görüşerek mesajlarını ümmete iletiyor! yalanlarıyla Fetullah Gülen’e masumiyet kılıfı takıp her sözünü kutsallaştırdıklarını ve şirke saptıklarını” söylüyordu. Doğruydu, Cemaat bu safsata ve sahtekârlıklarla Fetullah Gülen üzerinden Siyonist sistemin ılımlı ve uyumlu tabileri haline getiriliyordu. Peki, başta bu Dilipak ve diğer tüm Yeni Akit ve Yeni Şafak gibi yandaş İslamcı yazarları “İslam Birliğini hayali bir heves sayıp Haçlı AB’ye girmeyi gaye edinen, faizi dünya gerçeği gören, zina cezasını kaldırıp domuzu kasaplık hayvan haline getiren, Yahudi Lobilerinden özel madalyalar verilen” Recep T. Erdoğan’ın ve AKP kurmaylarının bu dalaletlerini niye hiç tenkit etmiyordu? Bu haksızlık ve sapkınlıklar karşısında susunca, Cemaatçiler, “Dilsiz Şeytan!”, ama kendileri “Abdurrahman” mı oluyordu? Üstelik o yazısına, kasıtlı ve bilinçli söylense insanı küfre götüren, gafletle söylense cahilliğini gösteren “Kula kulluk yok. Sadece Allah’a itaat edilir!” zırvasıyla başlıyordu. Oysa Nisa Suresi 59. Ayeti kerimesinde: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Elçiye (Resule) itaat edin ve sizden olan (Kur’an’a uyan ve İslam’ı uygulayan) Emir sahiplerine de (itaat edin)” buyruluyor, yani Cenabı Hak yanında, Elçiye ve ulül emre itaat de, sadece meşru ve mübah sayılmıyor, bizzat emredilip farz kılınıyordu.Aynı yazısında “Din Milliyetçiliğini” kavmiyetçilik ve hizipçilik sayan Dilipak yine gerçeği saptırıyordu. Çünkü her mü’minin din milliyetçiliği yapması, yani ümmet bilinci ve gayreti taşıması, bizzat imanın ve İslam’ın gereği sayılıyordu. İşte böylesi şarlatanlarla Televizyona çıkıp kendisine “Üstadımız bu konuları daha iyi bilir!” şeklinde cıvık iltifatlar yağdıran zavallılarla bu partinin nereye varacağı sanılıyordu?

Tam on iki sene boyunca:

“Saadet Partisi hayat iman ve cihaddır ilkesini unuttuğu içindir ki donuk kış uykusuna ve zifiri bir gece karanlığına gömülmüş bulunmaktadır. Bu yüzden gelişmeler karşısında ne olup bittiğini bilmez halde bazen hezeyan, ama çoğu zaman uyuşmuş gibi bir hareketsizlik içinde durmaktadır. Millî Görüş’ün borsası yükselirken, Türkiye’nin resmi politikalarına ilham kaynağı olurken ve İslam Âleminin tek kurtuluş reçetesi haline gelirken; Saadet Partisi kabuk yönetimi engelleyici bir faktör olarak teşkilatları ve yan kuruluşları felç durumuna getirip, kof söylem ve eylemlerle camiamızı avutup uyutmaktadır.

Erbakan’ın yanına hile rejimi ve köle düzeni tarafından yerleştirilen işbirlikçi ajanları ters köşeye yatırıp herkesi yanılttığı ve kendisinden yollarını ayıran Turgut ve Korkut Özal kardeşlerle ANAP iktidarında millî derin devlet üzerinden ilişki kurarak Türkiye’yi yönettiği bir vakıadır. Daha sonra yine kendisinden yollarını ayırıp AKP’yi kuran Tayip Erdoğan ve arkadaşlarının iktidar olmaları üzerine millî derin devlet üzerinden kurduğu diyalogla Türkiye’yi yönetmeye başlamış, kurduğu mekanizmanın Millî Görüş’ün hedeflerini kararlı şekilde gerçekleştirmeyi başarmıştır. Başbakan Özal iki dönem tek başına ANAP iktidarında hile rejimi ve köle düzeni ekonomisinin şablonunu kırıp dışa açmış ve büyük kalkınma hamleleri gerçekleştirip Türkiye’ye çağ atlatmıştır. Başbakan Erdoğan ise 3 dönem tek başına AKP iktidarında hile rejimi ve köle düzeni siyasetini ve statükosunu oluşturan yapıyı dağıtarak Türkiye’yi bölge lideri bir küresel güç konumuna taşımıştır.”[2] diyerek Recep T. Erdoğan’ı ve AKP iktidarını kutsayan ve Erbakan’ın devamı sayan; ama şimdi Cemaati daha güçlü sanıp Fetullahçı yapıya yaranmaya çalışarak Erdoğan aleyhine yazmaya başlayan El-aziz ekibi de tam bir şaşkınlık girdabında “Müzebzebine beyne zalik” (Nisa: 143) Ara yerde bocalayıp-yalpalayıp kıvranırlar” durumuna düşüyordu.

Bu takımın yıllarca: “İsrail’in işini bitirmekle görevli Erbakan’ın kahraman talebeleri” diye alkışladıkları, bugün ise kınayıp yerin dibine batırdıkları Bay Recep T. Erdoğan’ın, katıldığı Diyanet İşleri ödül ve hizmet töreninde, “Bu millet ve medeniyet yalancı peygamberleri, sahte velileri, içi, kalbi, zihni boş âlim müsveddelerini, tıpkı bünyenin virüsü kabul etmediği gibi reddedip tarihin çöplüğüne mahkûm etmiştir!”şeklindeki çok ağır sözlerle Fetullah Gülen’i kastettiğini herkes anlıyordu. “İlmini, dünyalık güç kazanmak için, şantaj yapmak için, şebekeleşme ve örgütleşme amaçlı istismar aracı olarak kullananların, ilmi de imanı da dilden kalbe inmemiştir”  ifadeleriyle Fetullah hocayı işaret ediyordu. Ve tabi hem doğru söylüyordu, hem de bir bakıma kendisini de tanımlıyordu!. Anlayacağınız bu horoz dövüşünde, bilenmiş ve kinlenmiş gagalar artık kafaları delmek için hücuma kalkıyor ve bahse yatırım yapanlar, kendi favorisi kazansın diye çırpınıyordu! Bu arada Süpermen Recep Bey, AB temaslarından döner dönmez aldığı ikazlar üzerine HSYK ile ilgili düzenlemeyi askıya alıyordu. Tam bu sırada ABD merkezli meşhur Yahudi gazetesi Jewish Daily Forward, Fetullah Gülen için “Philosemitic” yani “Yahudi sever ve Siyonist hedeflere hizmet eder imam” tanımını yapıyordu ve bu haber 26.01.2014 tarihli Takvim Gazetesinde çıkıyordu. Evet, Yahudi Merkezler, gönüllü ve kiralık hizmetçilerini çok iyi tanıyordu!

Ve kukla kahramanımız Recep T. Erdoğan, dışarıda “Vatan hainleri” diye horozlandığı TÜSİAD patronlarının gönlünü almak ve herhalde: “Hizmetlerini daha rahat yapabilmek için böyle davranmak ve halka karşı hava atmak zorunda kaldığını hatırlatıp rahatlatmak” üzere de, Dış Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu onların ayaklarına gönderip yağcılık yaptırıyordu! Böyle değilse, koca Dışişleri Bakanı, Vatan haini(!) Kodamanların kapısında ne arıyordu? Bu arada “kutsal mesaj” gibi, neredeyse abdest alıp izledikleri Kurtlar Vadisi de Erdoğan’ın tarafında, Cemaatin karşısında tavır alınca, bunlar iyice çuvallıyordu.

Oysa daha düne kadar, tam 11 sene boyunca: “AKP Erbakan’ın ve Milli Derin Yapının bir projesi ve başarısıdır… Şu anda fiilen dünya liderliği için, (AKP) Türkiye (si) ve İsrail Küresel bir mücadeleye tutuşmuşlardır… Üstelik bu gerginlik İsrail ile Türkiye arasında değil, (İsrail) AKP Hükümeti arasındadır… (Bu nedenle) AKP içine yerleştirdikleri mensuplarını istifa ettirip, iktidarı zayıflatma stratejisi uygulanmaktadır… Mevcut AKP İktidarında Devletin zirvesini oluşturan şahıslar Erbakan’ın  rıhle-i tedrisinde yetişmiş (insanlardır)… Bu nedenle İsrail’in ve içimizdeki İsrail severlerin hedefi; AKP’yi dağıtarak, iktidarı yıkmaktır…“  (7 Temmuz 2010 Elaziz. Sh.2) şeklinde hezeyanlar savunanlar, şimdi “AKP’nin dağıtılması ve bu iktidarın yıkılması gerektiğini, bu kutlu görevi Muhterem Fetullah Gülen’in ve Kutlu Cemaatin yerine getireceğini; Mustafa Kamalak’ın Cemaati desteklemekle doğru bir siyaset izlediğini“ savunmaktadır. Bu durumda AKP’yi parçalamak üzere, İsrail projesine hizmet edenler kendileri ve Cemaat yetkilileri mi olmaktadır?

Türkiye’nin yeni ve yürekli bir sese, Milli ve dirayetli bir adrese hasret kaldığı, Cemaat–Hükümet kavgasıyla halkın bunların ayarını ve amacını sezmeye başlayıp umut ışığı aradığı bir ortamda, Sn. Kamalak’ın Oğuzhan Asiltürk’ün talimatıyla STV’ye çıkıp, Cemaate yaranma çabalarını gören insanlar hayal kırıklığına uğramaktaydı. Bir yandan adının önüne “Genel Başkan Baş danışmanı“ sıfatı takıp, ama bir sefer olsun danışmadıkları, hatta konferansa çağıran İl ve İlçe Yönetimlerini görevden aldıkları Sn. Fatih Erbakan’a ve bu davanın sadıklarına karşı takınılan samimiyetsiz tavırları, üst kademelere çöreklenen kişilerin yersiz ve yetersiz icraatları yüzünden, Saadet Partisinin teşkilat ve tabanının bütün özverili çabaları da maalesef neticesiz kalmakta ve işte bu yüreklerimizi burkan ve yüzümüzü kızartan seçim sonuçları ortaya çıkmaktaydı. “At sahibine göre kişner!“ diyen Erbakan Hocamız ne kadar haklıydı… Siyonist odakların kuklası olan oluşumlara yanaşıp yaranmaya çalışan bazı SP’lilere, Aziz Hocamızın “Zeki Müren tarzıyla muhalefet yapmayın!“ uyarısı ne kadar anlamlıydı! Ve de ey Muhterem Milli Görüşçüler; “Her toplum ancak layık ve müstehak olduğu yöneticileri başında bulur“ hadisi şerifi, unutmayın, bizler için de geçerli bir kuraldı…

Melih Gökçek’in "Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ı Anma ve Anlama Gecesi" de tamamen istismar maksatlıydı!

Erbakan Vakfı ve Ankara Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle düzenlenen "Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ı Anma ve Anlama Gecesi" Atatürk Spor Salonu'nda yapılmıştı. Merhum Necmettin Erbakan'ın hayatını anlatan sinevizyon gösterisinin ardından, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın mesajları okunup alkışlanmıştı. Oysa bu vefalı kahramanlar, Siyonist odakların korkusundan tam 40 gün boyunca Hastanede kalan Aziz Hocamıza bir ziyaret bile yapamamışlardı.  Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu azası ve Refah Partisi eski Genel Başkanı Ahmet Tekdal ise; mesajları okunan Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ın, "Erbakan Hocanın yanında talebeleri olarak yetiştiğini ve bugün ülkeye en iyi şekilde hizmet ettiklerini" (www.dunyabulteni.net ) söyleyerek, AKP’nin ve Melih Gökçek’in sinsi planına alet olmuşlardı. Acaba Ahmet Tekdal ve Erbakan Vakfı “AKP’nin ekmeğine yağ sürme ve Milli Görüşçüleri Melih Gökçek’e yönlendirme girişimine alet olmaları, feraset fukaralığından mı, yoksa haysiyet hamlığından mı kaynaklanmaktaydı?”

“(Hükümet ve Cemaat): Kendilerinin daha az, rakiplerinin daha çok yıpranması için üçüncü şahısları kendileri lehine savaşa sokmaya çalışmaktaydı. Cemaatin Başbakan Erdoğan’la sorunları olan bazı aydınları, hükümetin de Cemaat ile sorunları olan bazı kişi ve kurumları, mesela kimi İslami Oluşumları yanına çekmesi bu stratejinin başarılı örnekleri olarak zikretmek lazımdı. Ancak son internet yasası örneğinde gördüğümüz ve muhtemelen HSYK yasasında da göreceğimiz gibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hükümeti değil de dolaylı da olsa bu savaşta onu yanında görmek isteyen kesimleri (Cemaati) hayal kırıklığına uğratmıştı. Benzer bir şekilde Kürt siyasi hareketi de, Roboski ve Paris katliamlarını MİT ile (dolayısıyla hükümetle) doğrudan irtibatlandıran belgelerin yayınlanmasına rağmen, Abdullah Öcalan’ın deyimiyle “yangına benzin dökmeyerek“ hükümeti rahatlatmıştı.”[3]tespitleri gerçekleri yansıtmaktaydı. Peki, böyle bir ortamda, malum odaklara taşeronluk yapan taraflardan birinin, sırf televizyonda arzı endam etmek hatırına gönüllü figüranı durumuna düşenler, acaba Milli Görüş camiasına nasıl ufuk açacaklardı? Amerikan dilinin ve sömürü düzeninin (dikkat; İslam Dininin ve Kur’ani prensiplerin değil) özellikle Afrika ve Asya ülkelerindeki eğitim–öğretim kılıflı merkezleri gibi çalışan ve Fetullah Gülen’in Vatikan’da verdiği “Papalık misyonunun bir parçası olma“ sözünün fiiliyata geçirilmiş şekli olan sözde Türk Okulları için “Bunlar devletin bile yapamadığı çok büyük hizmetlerdir!“ yağcılığına soyunanlara; “E madem öyleyse, siz ne diye yüzde birlere düşürdüğünüz bir partinin başında oyalanıyorsunuz, gidip o kutlu kervana katılsanıza!?“ diye soranlar haksız mıydı? “Dehşet verici bir hırsla birbirimizi yiyoruz. Bu kavganın tek kazananı var; (o da) Kürt hareketi!“ (Hürriyet. 20.02.2014) diyen Taha Akyol, böylece piyonlarını kapıştıran dış patronların, aslında neyi amaçladıklarını da ağzından kaçırmıştı.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının öncülüğünde kurulan “KADİP” yani Kültürlerarası Diyalog Platformunun, Yahudiler için hazırlık yaptıkları anma programları basına yansımıştı. Ne ‘ananas’ şifreli kirli ilişki ve iletişimlere, ne de Rahmi Koç’a nasıl kol kanat gerildiğine hatta para trafiğinin nasıl yönetildiğine de girmeyeceğiz. Şimdiki konumuz Kadın Platformu! Şaşırmayın ama öyle. Bu öyle sıradan bir Kadın Platformu değil! Gazeteci ve Yazarlar Vakfının çatısı altında bulunan cemaat ablalarının platformu Onursal Başkanları tabi Fetullah Gülen… Genel hedefleri kendi anlatımları ile; “Ülkede diyalogu yaygın hale getirmenin bir diğer kolu ve yöntemi olmak.” Bu kapsamda sayısız etkinliğe de imza atılmıştı. Bunlardan biri, “Akran Arabuluculuğu” eğitimi olmaktaydı. 30 Aralık 2013 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen seminere Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı çalışanları katılmıştı. Vakfın çalışanlarına müzakere sistemini anlatan isim ise hayli ilginçti. Prof. Dr. Abbas Türnüklü… Kim mi bu Profesör? Rotary kulüplerine proje hazırlayan ve onlarla birlikte yürüten kişi olarak tanınmıştı. Hatta biz değil “google” Türnüklü’yü “Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar” listesinin 108. sırasında gösteriyordu. İşte bu profesör almış karşısına Fetullahçı bayanları ve bayları saatlerce “anlaşmazlıkların giderilmesi, müzakere, iletişim, öfke yönetimi ve arabuluculuk becerileri” gibi konuları içeren eğitimler veriyordu!

İlk kez bir Başbakan Rotary toplantısına katılmıştı. Başbakan Erdoğan: “Bütün beklentimiz önümüzdeki birkaç yıl içerisinde AB üyesi olunmasıdır. Aslına bakılırsa Türkiye bu üyeliği çoktan hak etmiştir” diyerek bir AB ziyareti öncesi, Masonik odaklara selam yollamıştı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Antalya'nın Kemer İlçesi'ndeki Merit Limra Otel Kongre Merkezi'nde gerçekleşen Uluslararası Rotary 2430'uncu Bölge Konferansı'na katılarak bir konuşma yapmıştı. Erdoğan konuşmasında, Anadolu topraklarının farklı medeniyetlere beşiklik yaptığını belirterek, birçok farklı kültürün bu topraklarda yaşadığını ve insanlığın ortak mirasına önemli katkılar sağladığını vurgulamıştı. “Bunun bilinciyle iktidara gelmiş olan hükümetimiz, Türkiye'nin yapısal sorunlarını çözme yolunda büyük bir hızla çalışmaktadır. Öncelikli olarak ülkemizi yeniden yapılandırmak için düğmeye basılmıştır” diyen Erdoğan: “Türkiye'nin dünya ile bütünleşmesine büyük önem verdiklerini (yani Siyonist sömürü düzeninin bir parçası olmayı hedeflediklerini. M.Ç.), bu çerçevede, AB'ye girme yolunda gerekli bütün gayretlerin gösterildiğini ve büyük bir kararlılıkla bu adımların atılmaya devam edildiğini” söyleyerek dindarlık kisvesi altında, Türkiye’nin İslam Dünyası’ndan koparılıp Haçlı Avrupa’nın bir eyaleti yapmaya çalıştıklarını açığa vurmaktaydı.

Masonluğun yan kuruluşu olan Rotary toplantısında:

“Türkiye hiç kuşkusuz, çağdaş, demokratik bir ülke olarak Avrupa’nın ayrılmaz bir parçasıdır. Bunu sadece coğrafi bir özellik olarak söylemiyoruz. Çünkü biz AB’yi bir coğrafi yapı içerisindeki ülkeler bütünü olarak değil, AB’yi bir stratejik ve siyasi değerler birliği olarak görüyoruz.” diyen Erdoğan, böylece asıl ayarını ve amacını ortaya koymuşlardı.[4]

Rusya'nın resmi televizyonu 1. Kanal, "Haberler" programında ABD'nin "Büyük Ortadoğu Planı" çerçevesinde bölgede Kürdistan haritasının oluşmaya başladığını iddia ediyordu.

Kandil’deki PKK kamplarına giren televizyon muhabiri Yevgeni Baranov, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık ile de röportaj yapıyordu. Televizyon, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye konusunda ölümcül hata yaptığını da ileri sürüyordu. Arap Baharı’nın Suriye’de iç savaşı ateşlediğini vurgulayan Rus televizyonu, “Arap Baharı yüzünden bugün birçoğu haritayı yeniden çizmek istiyor, üstelik sadece Ortadoğu’da değil” şeklinde yorumda bulunuyordu. Büyük Ortadoğu projesinin 1990’lı yıllarda başladığını hatırlatan muhabir Baranov, projenin birkaç kez gözden geçirildiğini belirterek: “Fakat iki husus değişmez olarak kaldı. Öncelikle, dünya siyasi haritasında Kürdistan’ın ortaya çıkması, Suriye ve Irak’ın ortadan kalkması. İkincisi ise 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yıkılması sonucunda ortaya çıkan sınırların yeniden tartışmaya açılması.. Eğer 1990’lı yıllarda Balkanlar'da sınırlar serbest şekilde çizildiyse sıra 2000’li yıllarda Ortadoğu’ya gelince ortaya şu tablo çıktı: Bu sefer anlaşmak lazım” tespitini yapıyordu. Kandil dağında PKK'lıların arasına giderek programı sunan Rus muhabir, “Bu yükseklikten bakınca tüm Ortadoğu tıpkı avucunun içinde” şeklinde izlenimlerini aktarıyordu. Muhabire konuşan Bayık, “Bize göre bölgede üçüncü dünya savaşı oyunu oynanıyor. Çağdaş kapitalizm sistemini temsil eden Batılı güçler Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Çünkü bu bölge onların çıkarlarını memnun etmiyor artık. Eğer dünyayı insan organizmasına benzetirsek bu durumda omurga Ortadoğu olacak. Eğer Ortadoğu’yu insan organizmasına benzetirsek, bu durumda da omurga Kürdistan olacak” havaları atıyordu.

Acı hezimetlere yol açan bu hazin manzara karşısında, bakınız, “yüksek yetkililerimiz!” nelerle uğraşmaktaydı?

Saadet Partisi, Milli Görüş’ün isim hakkını Türk Patent Enstitüsü’ne başvurarak almışmış!?... Saadet Partisi daha önce başlattığı bir çalışma sonucunda güya amacı dışında kullanımları engellemek için Milli Görüş isminin patent hakkını alarak markayı tescil ettirmeyi başarmışmış!...

Güya, yapılan girişimler neticesinde ilk olarak Milli Görüş’ün isim hakkı tescil edilmiş olmaktaydı. Çalışmada ayrıca www.milligorus.org.tr web adresinin de patenti parti tarafından koruma altına alınmıştı. Konuyla ilgili Milli Gazete’ye konuşan Saadet Partisi Genel Sekreteri Tacettin Çetinkaya, bu çalışmaya Milli Görüş Lideri Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın hayatta iken verdiği bir talimat ile başlandığını iddia ve istismar ederek, Milli Görüş’e ait kavramların amacı dışında kullanılmasını engellemek için bu çalışmayı yürüttüklerini açıklamıştı. “Biri Milli Görüş markası. Diğeri de milligorus.org.tr. Ticari bir meta gibi düşünenlerin önüne geçmek için öncelikle bu markaları koruma altına aldık” diyen Çetinkaya ayrıca Milli Görüş Lideri Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın adı için de girişimlerde bulunduklarını söyleyerek, “Prof. Dr. Necmettin Erbakan ismi için de Hocamızın evlatları bu konuda bir çalışma başlattı. Bunu da biz takip ediyoruz. Erbakan Hocamız ile ilgili isim tescili işlemleri de yakın bir zamanda tamamlanmış olacaktır” hatırlatmasını yapmıştı.[5]

Hayret, başkaları kendi davalarından ve programlarından bahsettirmek ve “şahsi manevi” hükmündeki liderlerinin prensip ve projelerini gündeme getirmek için, paralar dağıtıp fırsatlar oluştururken, Saadet Partisi’nin üst kademe bazı yöneticilerinin, Milli Görüş’ten ve Erbakan gerçeğinden, kendileri dışında hiç kimsenin söz etmemesi için girişimlerde bulunması, hangi aklın ve ahlakın eseriydi? Peki, Cemaat-Hükümet gerginliği sürecinde ve tabi Oğuzhan Asiltürk’ün izni ve bilgisi dahilinde ikide bir STV’ye çıkarılan Mustafa Kamalak’ın, CIA-MOSSAD maşası Cemaat’e övgüler dizmesi, “devletin bile yapamadığı büyük hizmetleri başardıklarını” söylemesi nasıl izah edilecekti? Yahu madem öyle, sizin gibilerin partiyi bırakıp gidip Fetullahçılara katılmanız gerekmez miydi?

Oysa:

1-  Erbakan Hoca, bir ailenin, bir kesimin veya bir partinin değil; bütün milletimizin, hatta İslam ümmetinin ve insanlık âleminin ortak ve kutlu değeridir.

2-  Milli Çözüm Siyasi hizmet hayatına atılışından vefatına kadar, en sıkıntılı ve sarsıntılı dönemlerde bile devamlı Hocasının yanında ve yolunda olan bir ekiptir.

3-  Bu davadan ve Erbakan’ın şahsından hiçbir makam ve menfaat görmediğimiz halde O’na sadakatimiz, samimiyetimizin göstergesidir.

4-  Erbakan Hoca’yı doğru ve doyurucu şekilde anlatan, O’nun siyasi mücadelesini ve ilmi projesini topluma tanıtan başlıca kitaplar ve yayınlar hamdolsun bizim eserimizdir. Bizim kitaplarımızdan yapılan alıntı ve aşırmalarla hazırlanan pek çok yayının şerefine ve sevabına da yine ekibimiz müşterektir.

5-  Biz resmen, hiçbir ilişkimiz bulunmayan (daha doğrusu malum ve mel’un kişilerce girmemiz yasaklanan) Saadet Partisi’ni ve Hocamızın ailesini ve varislerini, hiçbir şekilde istismar ve suiistimale asla yeltenmemişizdir, buna ihtiyaç bile hissetmemişizdir. Ancak Saadet Partisi’nin haklı ve hayırlı hedeflerini savunup sahiplenmek ve samimi Milli Görüşçüleri kardeş bilip sevmek ise imani, insani ve vicdani bir görevimizdir; buna yasak koymaya hiçbir makamın ve marazlının gücü yetmeyecektir.

6-  Öyle ise Erbakan Hocamızın kutlu hayatını ve hatıralarını, ilmi ve İslami program ve politikalarını, ahlaki düsturlarını, karanlık çağımızı aydınlatan hikmetli yorumlarını yazmaya ve anlatmaya; yeryüzünde ve ülkemizde hiçbir hukuki kurumun ve vicdani durumun engel koyması mümkün değildir.

7-Mü’min, müstakim ve mücahit kimseler olmaları ve Aziz Hocamızın muhterem evlatları bulunmaları nedeniyle; Erbakan ailesine samimi bir sevgi ve saygı duymamız ve sahip çıkmamız ise, hem vicdanın gereği, hem de inancımızın emridir. Ve tabi, onların dava sorumluluğuna ve soyadlarının onuruna yakışmayan davranışlarını gördüğümüzde ise; buna üzüntü duymak ve münasip bir dille uyarıda bulunmak da, yine İslami ve insani bir görevdir; bu elbette onların da iyiliği içindir.

Birileri sıcak yuvalarında ve rahat koltuklarında sefa sürerken, hatta huzur ortamında ve hanımlarının koynunda mışıl mışıl uyurken, kimlerin tam 40 senedir, Türkiye’nin hemen bütün illerinde, ilçelerinde, beldelerinde ve köylerinde; kış-yaz demeden, dağ-bayır dinlemeden, dava aşkına ve Hocasının hatırına koşturup didindiklerine, çamurlu yollar ve çileli yıllar şahittir. Biz İslam’a karşı kışkırtılan sağcı ve solcu militanlarla boğuşurken, devamlı karakol köşelerinde ve hapishane hücrelerinde cefa çekerken, bunların çoğu ha bire ganimet devşirmekteydi.

En yakınlarının, Bakan, Belediye Başkanı ve yüksek bürokrat yaptıklarının, imkân ve imtiyaz sağladıklarının bile terk edip yalnız bıraktığı 12 Eylül askeri mahkemelerinin hepsine,  tam beş yıl süresince ve hem de 800 km’den her ay bazen iki sefer gelip Hoca’sının arkasında duran, O’nun bütün seminer, sohbet ve mitinglerine katılan ve bavullar dolusu notlar tutan; bunları tebliğ gayreti ve cihat mesuliyetiyle sürekli yazıp aktaran; anlamadıklarını veya eksik-çelişkili bulduklarını her fırsatta Hocasına sorup gerekli ve yeterli yanıtlarını alan, hatta onlarca makalesi, tespit ve tasnifi bizzat Hocamız tarafından, ya aynen veya bazı eklemelerle seminer notları şeklinde camiamıza ders olarak okutulan ve “Davam” kitabının neredeyse üçte biri O’nun notlarından aktarılan birisinden daha iyi Erbakan’ı kim tanıyabilirdi?

Sağlığında olduğu gibi vefatından sonra bile; ulusalcı solcusundan marazlı sağcısına, sahte şeriatçısından ılımlı İslamcısına, yandaş medyasından karşıt yazarlarına tüm münafıkların ve Masonik takımının İslam davasına ve Erbakan’a yönelik iftira, karalama ve çarpıtmalarına anında ve hak ettiği oranda yanıt veren ve bu nedenle “Milli Çözüm Dergisi’nin korkusundan artık Erbakan aleyhine yazıp konuşamaz olduk!” dedirten ve “Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytan” konumuna düşmeyen bu sadıklar ekibini susturmayı, dış güçler ve işbirlikçi zalimler başaramadı, Saadet Partisi içindeki hainler ve gafiller de beceremeyecektir.

Sakın ha, yanlış düşünülmesin; bu sözler şuursuz kalabalıkların ve onursuz kadroların medet ve desteğine erişmek üzere sarf edilmiş ifadeler değildir. Çünkü “İyyakeneabüdü-ve iyyakenestain!” dedikten sonra, Hakkı bırakıp halktan inayet bekleyenler; imanen müşrik, manen müflistir. Tek gayemiz, Hakkı tebliğ, hayrı takiptir.

“Erbakan’ın, zayi olmasın diye mala çevirip üzerine tapuladığı cihat paralarının ve beytül malın üzerine kondular!” iftirasıyla, olmadık hakaretleri reva gören ve kardeşleri birbirine düşüren bu sinsi ve hain ekibin, şimdi Hoca’nın çocuklarını da kışkırtıp, Erbakan’ın hatırasını, manevi mirasını ve Milli Görüş kavramını tekellerine alma, yani kökünü kurutma girişimleri tam bir fitne alametidir. Milli Görüş sayesinde beş dönem milletvekili, 3 kere Bakan, 2 sefer Genel Başkan olmuş insanlar, Recep T. Erdoğan’la AKP mitinglerine katılıp birlikte el kaldırırken bu tıynetsiz tipleri tenkit bile etmeyerek, Milli Çözüm’ün haklı ve hayırlı tebliğini kendi kısır akılları ve ayarınca bitirmeye çalışanlar, nasıl bir vicdan ve karakter sahibidir?

“Milli Görüş” gibi ilmi ve evrensel bir kavramı “Milletin Görüşü” gibi kof sloganlarla körletip kirletmekten utanmayan arsız ve ayarsız insanların bu çirkin ve çelişkili tahribini hala sezmekten bile aciz zavallılar mı, cihan çapındaki bir Hak davanın gayret ve mesuliyetini yüklenecek ve ulvi gayesini gerçekleştirecektir?

Elazığ’dan MGV toplantısına katılan bir üniversite temsilcisine Hocamız:

“Şu şu talimatlar doğrultusunda niçin çalışma yapmadın? sorusuna o kardeşimiz:

“Efendim, MGV Genel Merkezi bizden başka hizmetler istedi!” yanıtını verince Hocamız:

“Ben topu sana, sen Genel Merkeze atıyorsun, o da taca çıkarıyor! Yahu bizzat Ben ısrarla bir talimat verdikten sonra, yok genel merkezmiş, yok filan yetkiliymiş, bunların bizim talimatımız aksine sözlerine uymak, size mazeret ve meşruiyet kazandırır mı?”şeklinde uyarıvermiştir!

Oya Akgönenç Wikileaks belgelerine bulaşmıştı!

Yıllar öncede hatırlatmıştık: Şuursuz ve onursuz davrananlara zafer verilir miydi? En yetkili konumdaki bir kişi, BDP toplantısında eşkıyabaşı Apo aleyhine bir kelime konuşamazdı, konuşanı barındırmazlardı. Bir MHP toplantısında, genel başkan bile olsa, rahmetli Türkeş aleyhine kimse atıp tutamazdı ve bu tavrı karşılıksız kalmazdı. Ama şimdi Milli Görüş’ün manevi lideri geçinen Oğuzhan Asiltürk; önce Bursa’da, sonra Partinin Genel İdare kurulunda, ardından Konya’da televizyon karşısında Erbakan Hoca’ya“Dava için toplanan paraları şahsi hesabına geçirip çocuklarına miras bıraktı” diye iftira atıp dolaşmakta, ama hiçbir ciddi ve cesaretli tepki almamaktaydı! Lütfen söyleyin, yıllarca kerametlerini anlattıkları Hocamıza şimdi iftira atanlar mı daha aşağılıktı, yoksa bütün bunlara dilsiz şeytan gibi susanlar ve hala “itaat” edebiyatı yapanlar mı?

“Acaba, Hoca’nın evlatları ne zaman net bir tavır ortaya koyup, sadıkları ferahlandıracaktı?” diye soranlar da ehli vicdanın hissiyatına tercüman olmaktaydı.

“Ey Milli Çözüm ekibi ve Ahmet Akgül Beyefendi! Bu Oğuzhan ve Şevket Kazan taifesine aldanıp, yıllarca aleyhinize konuştuğum için hakkınızı helal edin. Tek şuurlu, onurlu ve cesur çıkışı siz yapıyorsunuz” diyen okuyucumuz Adil Kayagöz haksız mıydı?

“Milli Görüş”ten “Milletin Görüşüne” evirilmenin hikmeti ve hedefi neydi?

Hatırlarsınız; Sn. Recai Kutan Bey’in Başkanı bulunduğu ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi)nin düzenlediği “Milli Anayasa Şurası”, maalesef bizleri hayal kırıklığına uğratmış ve “dağ fare doğurdu” cinsinden sonuçlar ortaya çıkmıştı. Böylece, başta hükümete, muhalefete ve Meclis dışı partilere olmak üzere, bütün toplum kesimlerine “Adil Düzen Anayasasını” ve tabi “Yeniden Büyük Türkiye” davasını ve “Yeni Bir dünya” nizamının temel esaslarını anlatma ve insanlara umut ve heyecan aşılama fırsatı da kaçırılmıştı.

Üzülerek, hatta duyduğumuz mahcubiyetin altında ezilerek belirtelim ki, bu Anayasa Şurası sanki “AKP’ye yaranma, yakınlaşma ve yandaş kazandırma” toplantısıydı. Erbakan Hoca’yı ve Milli Görüş davasını devre dışı bırakarak, hile ve hıyanetle bizden koparılarak iktidara taşınan bu AKP’nin sözde “yeni ve demokratik anayasa” diye milli birlik ve dirliğimizi bozmaya, ülkemizi AB’nin resmen bir eyaleti yapmaya ve özerk Kürdistan’a zemin oluşturmaya yönelik bir “hukuki altyapı hazırlama” görevini yürüttüğünü bu muhterem zevatın hiçbiri anlamamış mıydı? Ve zaten bu uyarılarımızdan dolayı bize kızan ve kınayan bazı dostlarımızın, yıllar sonra Recai Kutan’ın, Recep Erdoğan’la Aydın’daki açılış törenlerine katılıp birlikte el kaldırdıklarını gördüklerinde, acaba yüzleri kızarmış mıydı?

AKP’li Meclis Başkanı Cemil Çiçek’i ve yine dönemin AKP’li Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i bu kadar memnun ve mesrur edecek teklif ve temennilerin ESAM’dan ve SP Genel Başkanı Mustafa Kamalak’tan gelmesi nasıl ve ne ile izah olunacaktı? AKP’nin yan kuruluşu gibi çalıştığı artık inkâr edilmeyen BBP ile Ecevit’in DSP’sine kadar, herkesin ve her partinin AKP ağzıyla konuştuğu; Haçlı AB yetkililerinin ve ABD Yahudi Lobilerinin hararetle tavsiye edip desteklediği “Demokratik değişimler” konusunda buluştuğu bir anayasa, acaba ülkemize ve milletimize hangi hayırlı imkânları sağlayacaktı? Böylesine içi boş vaatler ve hoş temenniler yerine, Milli Görüş’ün alâmetifarikası olan “Adil Düzen Anayasası” niçin davetlilere sunulmamış ve toplum nezdinde tartışmaya açılmamıştı?

Yok, eğer: “Adil Düzen Anayasasını” hazırlayıp sunacak, ilmi ve hukuki gerekçeleriyle bunları her ortamda ve her türlü itiraza karşı savunacak birikim ve deneyime sahip elemanlarımız bulunmuyor…” deniyorsa, bu konuda uzmanlaşmış ve ömrünü harcamış şahsiyet ve ekipler niye çağrılmamıştı? Yoksa, örneğin Akevler ve Milli Çözüm ekibi, bunların nazarında AKP’lilerden, BBP’lilerden ve DSP’lilerden daha mı uzak görülüyor ki, böylesine mesafeli durulmaktaydı. Ne kadar acıdır ve vicdan yakıcıdır ki, ESAM’ın ve SP Genel Başkanının, yeni anayasa konusundaki, teklif ve tavsiyeleri, yaldızlı sloganlardan ve yuvarlak arzulardan öte hiçbir ilmi özellik taşımamaktaydı ve toplumun ihtiyacına tercümanlıktan uzaktı. Öyle ki bu kuru tespit ve temenniler hususunda SP, maalesef CHP’den, MHP’den hatta BDP’den daha cesur, daha tutarlı hiçbir öneri ortaya koyamamıştı.

Bu durumda hiç kimse: “Efendim çok ciddi ve gerçekçi programlarımız var, ama fitne çıkmasın diye açığa vurmadık” veya “Bizim milli ve ilmi anayasa taslağımız vardı, ama ciddiye alınmayacağı ve hesaba katılmayacağı için gündeme taşımadık” gibi uyduruk bir mazerete sığınamazdı. Çünkü en azından Hakkın hatırını ve halkın duasını kazandırmak yanında bizi tarihi mesuliyetten ve vicdani mahkûmiyetten kurtaracak bir tebliğ fırsatı, bu denli ucuz harcanmamalıydı. Şayet “her şeyin en iyisini ve bu şartlarda gerekenleri zaten AKP yapıyor, bize de ona destek olmak yakışıyor” şeklinde düşünülüyorsa, o takdirde, hala ayrı parti olarak kalmanın, bu kadar insan, eleman, imkân ve zaman israfına yol açmanın ne anlamı vardı? Eğer bazı şahsi ve dünyevi hesap ve hevesler güdülmüyorsa, gidip AKP’ye katılmak daha net ve mert bir tavır olmaz mıydı?

Bu arada: “Milli Görüş” yerine “Milletin Görüşü” gibi kof sloganlar üretilmesi de bu AKP’ye yanaşma ve yaranma hazırlığının bir parçası mıydı? Önce ilgili ve yetkili zevata sormak lazımdı: Böylesine gereksiz ve geçersiz bir değişikliğe niye ihtiyaç duymuşlardı? “Milli Görüş” kavramı ve sloganından niye rahatsız olunmaktaydı? Üstelik “Milli Görüş’le, “Milletin Görüşü”, çok yakın hatta aynı sanılsa bile, aslında çok farklı, hatta aykırı kavramlardı. Milli Görüş: Bu Milleti aziz ve asil kılan, inancımızdan ve vicdanımızdan kaynaklanan düşünce ve değerlerin adıydı, Erbakan ise bu kutlu davanın onurlu tercümanıydı. “Milletin Görüşü” de, eğer mevcut çoğunluğun ortak tercihi ve tensibi (münasip görmesi) esas alınıyorsa, işte bu AKP zihniyeti olmaktadır, çünkü milletin yüzde elli birinin oyunu almıştır. Yani “Milli Görüş” insan merkezli ve İslam endeksli yeni bir dünya kurmayı amaçlarken, “Milletin Görüşü” AB’ye kuyruk olmayı ve ABD’ye sığınmayı kurtuluş sanmaktadır.

Ama henüz fırsat vardır; Milli Görüş’ün farkını ve Adil düzen anayasa taslağını topluma tanıtacak adımlar mutlaka atılmalıdır. Öyle ya, biz faziletli farkımızı ve kurtuluş programlarımızı ortaya koymaz da, AKP’nin yedek lastiği rolüne soyunursak, insafla söyleyin, bu millet niye bize güvenip umut bağlasındı?! İşte ne hale geldiğimizin fotoğrafıdır: Bu ilmi tespitlerde bulunanlar, bu samimi tenkitleri yapanlar, parti teşkilat ve toplantılarında konuşturulmazdı, Milli Gazetede yazdırılmazdı, TV 5’te tartışılmazdı. Ve Hz. Peygamber Efendimizin diliyle tespit olunan ilahi kanun gayet açıktı: “Nasıl olursanız (niyet, gayret ve istikametinizle hangi yönetim ve sistemlere layık ve müstahak bulunursanız) işte ancak öyle idarecilere kavuşacaksınız!” Evet, bu hüküm; bütün kavimler, kesimler, partiler için geçerli olan, adeti ilahi ve adaleti Rabbani cinsinden bir “sünnetüllah”tı.

Bütün bu tespit ve tenkitlerimizden, sakın umutsuzluğa kapıldığımız ve çevremize karamsarlık aşıladığımız sanılmasındı. Tam aksine, böylesi tıkanıklık durumları, yepyeni oluşum ve dönüşümlerin de başlangıcıydı. Çünkü Erbakan’ın; inancımızdan kaynaklanan tarihi projelerinin ve evrensel prensiplerinin bir bir gerçekleşeceği ve O’nun sadık talebeleri ve bilge takipçileri eliyle bunların hayata geçirileceği bir iman inkılâbı oldukça yakındı ve kaçınılmazdı. Aklı yatmayanlara ve imanı yetmeyenlere hatırlatalım: Bunlar bizim kuru temenni ve tesellimiz değil; Cenabı Allah’ın vaadi, Hz. Peygamber Aleyhisselamın müjdesi ve milyarlarca mazlumun ihtiyacı ve duasıydı!..

Şimdi, ey Sn. SP kurmayları ve muhterem ESAM Başkanları!

Artık kesinlikle ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’miz dahil, 27 İslam ülkesini demokratik değişimler(!)le dönüştürüp güdükleştirmeyi amaçlayan BOP, Siyonizm’in (Deccalizmin) bir planıdır. AKP ise BOP’un hizmetkârıdır, Sn. Recep T. Erdoğan ise, hangi merkezlerce tayin edildiği bilinmeyen BOP eşbaşkanı, yani kâhyasıdır. O muhterem ve mübarek(!) Cemaatiniz ise CIA ve MOSSAD’ın maşasıdır. Bu günlerde cesaretli(!) adımları atılan ve demokrasi jelatinli reklamı yapılan Yeni Anayasa, Türkiye’yi BOP’a hazırlık aşamasıdır. İşte böyle bir şeytani senaryoya alet olmak, sadece AKP’ye değil, bizzat Siyonizm’e katkıda bulunmaktır ki, bunun kasten veya iyi niyetle yapılmış olmasının, sonuçta hiçbir farkı kalmamaktadır ve böyle bir sorumluluğun altından hiç kimse ve hiçbir mazeretle kalkamayacaktır.

Manevi ve milli mesuliyet gereği yapılan bu tespit ve temennilerimizdeki bazı sözlerin sert kabuğuna takılmayıp “doğruluk payına” bakılacağı ve vicdani bir duyarlılıkla dile getirilen uyarıların dikkate alınacağı umuduyla bunlar yazılmıştır.

Wikileaks belgelerinde “SAADET Partisi AKP’yi Dengeleyip Dizginlemek İçin Kullanılabilir!” ifadeleri neye dayandırılmıştı?

Wikileaks belgelerinde yayınlandığına göre, dönemin ABD büyükelçisi Jeffery, kendi üst makamlarına şu bilgileri gönderiyordu:

Kongreden hemen önceki bir toplantıda, parti emektarlarından Oya Akgönenç bize, “Numan Kurtulmuş’un adaylığının, SP’nin Türkiye’de gelişen şartlara uyum sağlamak için artık değişmesi gerektiğini anlamasından kaynaklandığını, ancak bunun Saadet’in eski nesillerini ve prensiplerini terk etmek olmadığını” söyledi. Bize, “eski”lerden olan bir komitenin; kesintisiz devamı sağlayacağına ve yeni parti yönetimine danışmanlık yapacağına söz verdi.

...

28 Şubat toplantısında, partinin Adana il başkanı Sıtkı Cengil ise bize; SP’nin platformunu özetledi.

...

Halen sıra dışı kalmış olan, ortanın sağı Demokrat Parti’den (DP) Kürt asıllı milletvekili Salim Ensarioğlu, 9 Mart görüşmemizde, Şanlıurfa, Batman, Bingöl ve Iğdır’ı, SP’nin seçimleri kazanabileceği veya iyi sonuçlar alabileceği iller olarak gösterdi[6]

James Jeffery. Amerika Büyük Elçiliği Ankara. 2009-03-17 05:3 GİZLİ

Eğer bunlar doğruysa; (ki bu güne kadar ilgililerden bir yalanlama çıkmadı!?)

Soru: 1- Sn. Oya Akgönenç, hangi sıfatla gidip ABD büyükelçisine, SP içindeki gelişmeleri rapor ediyordu?

Soru: 2- Oya Akgönenç’in değişimci dediği ve ABD’ye tavsiye ettiği Numan Kurtulmuş’la münasebetleri hala sürüyor muydu?

Soru: 3- Sn. Oya Akgönenç’in, ABD’ye “garanti ekibi” olarak teminat gösterdiği SP içindeki, Siyonist mahfillerin “ESKİ VE KIDEMLİ” gizli dostları kimlerden oluşuyordu?

Soru:  4-  Bu görüşmeler niçin o süreçte Erbakan’dan şimdi ise sadık dava kadrolarından habersiz yapılıyordu?

Soru: 5- ABD Büyükelçiliği Adana E. İl Başkanı Sıtkı Cengil’e kadar ilişki kuruyor ve kontrol ediyorsa ve bütün bunlar, hala SP camiasını uyandırmaya yetmiyorsa, demek ki Rahmetli Erbakan Hocamızın hedefleri istikametinde ve Milli Görüş prensiplerinde artık yeni kadrolar ve çıkışlar gerekiyordu.

 

--

Nisan 2014 - Milli Çözüm Dergisi