İsrail baş belası Netanyahu’nun: “Ordusuz bir Filistin’e razı oluruz” sözleri, ülkemizde TSK’ya yönelik sinsi hareket ve hakaretlerin şifrelerini taşımaktaydı. Çünkü Siyonist Netanyahu: “Ordudan ve silahlı savunmadan arındırılmış bir kukla Filistin” arzularken, bizdeki Sabataist cunta ve işbirlikçi iktidar da “her bakımdan zayıflatılıp kolu kanadı kırılmış; etkisiz ve yetkisiz bırakılmış bir TSK” peşinde koşmaktaydı. İz’an ve insaf ehline soruyoruz. Netanyahu’nun teklifiyle, bizdeki Gâvura TARAF medyanın, Fetullahçıların, AKP ve yandaşlarının ordumuzla ilgili tertipleri arasında ne fark vardı? Ancak bizdeki uşakları, demokratikleşmeyi ve AB kriterlerini bahane ederken, Siyonist patronları “İsrail’in güvenliğini” öne çıkarmaktaydı. Yoksa hedef aynıydı: Büyük İsrail için Türkiye’nin parçalanması lazımdı, bunun içinde, TSK engeli aşılmalıydı!?... Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları dahil her rütbedeki askeri, sivil mahkemelerde yargılama yolunu açan CMK’nın 3 ve 250. maddelerindeki değişikliği de, mahiyet ve hukuki mazeret açısından değil, asıl sinsi niyet ve hedef bakımından değerlendirmek lazımdı. Yani bu düzenleme, hukuki ve ahlaki bir ihtiyacın değil, politik ve psikolojik bir amacın sonucu yapılmıştı.
Netanyahu sadece Filistin’i değil tüm insanlık alemini aşağılıyordu!
ABD, AB ve işbirlikçilerin “ağzı kulağına varıyor” ve alkış tutuluyordu: "İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun ağzından ilk kez 'Filistin devleti' sözcüğü çıkmışmış… Böylece Filistinlilerin devlet kurma hakkını kabule yanaşmışmış..." diye göbek atılmaktaydı şeklinde konuya giren Erdal Şafak önemli tespitlerde bulunmaktaydı.
“Peki, bu Filistin nasıl bir devlet olacaktı? 1- Silahsız olacaktı. Yani, ordusu bulunmayacaktı. 2- Hava sahasını kontrol altına alamayacaktı. Yani, Filistin hava sahasında İsrail dilediği gibi cirit atacaktı. 3- İsrail'in "Yahudi devleti" olduğunu kabul edip bunu açıklayacaktı. 4- Filistinli göçmenler sorununa İsrail sınırları dışında çözüm aranacaktı. Yani, yüz binlerce Filistinli vatanlarına, yuvalarına dönmeyi unutacaktı. 5- Yahudi yerleşim yerlerinin "Doğal yayılması" kısıtlanmayacaktı. Yani, Filistin topraklarındaki kaçak Yahudi kasabaları yerinde duracak, üstelik daha da yayılacaktı. 6- Doğu Kudüs, İsrail'de kalacaktı. Yani, Filistin devleti başkentinden vazgeçecekti. Sadece başkentinden değil, can evinden de olacaktı. 7- Filistinliler İran'la ittifak yapamayacak. Yani, dış politikası için İsrail'den icazet alacaktı.
Ama Netanyahu Filistinlilere "Kocaman" iki lütufta da bulunmuşlardı ve: "Bayrakları ve ulusal marşları olabilir!" buyurmuşlardı... Bayrağı olacak ama bayrağı taşıyacak askeri, bayraktarı olmayacaktı! Ulusal marşı olacak ama marşının yükseleceği havası olmayacaktı!?
Uzun sözün kısası, Netanyahu, Filistinlilere “egemenlik hakkı bulunmayan bir devlet”önerisi getiriyordu. Ya da, ekonomide özerk, ama siyasette, savunmada, diplomaside bağımlı bir devlet sunuyordu! Böyle bir devlet düşünülebilir mi? Kurulsa bile ayakta kalabilir mi? Ve nihayet, uluslararası topluluk böyle bir oluşuma devlet gözüyle bakabilir mi?... diye kimse sormuyordu. Siyonist yöneticiler içinde Filistinlilere böylesine aşağılayıcı bir öneride bulunan çıkmamıştı. Netanyahu Müslüman Filistin halkına pervasızca hakaret ediyordu... Sadece Filistinlileri değil, BM Güvenlik Konseyi'ni de aşağılıyordu. Çünkü Konsey'in ciltler dolusu kararlarında hep İsrail'in 1967 Haziran'ındaki Altı Gün Savaşı'ndan önceki sınırlarına çekilmesi, boşalacak topraklarda tam bağımsız bir Filistin devleti kurulması öngörülüyordu. Bu küstah teklifiyle tüm insanlık ve İslam alemini de aşağılıyordu. Çünkü hepsinin de 1967 savaşından önceki sınırlarına çekilmeye yanaşması, Filistinli göçmenlerin dönüş hakkını tanıması ve başkenti Doğu Kudüs olacak bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmesi karşılığı tüm acılarını içlerine gömüp İsrail devletini topluca tanımayı, diplomatik ilişki kurmayı taahhüt ettiği biliniyordu.
ABD, Netanyahu'nun önerisini Başkan Obama'nın politikalarının başarısı olarak görüyor, AB ise "İyi yönde atılmış bir adım..." şeklinde değerlendiriyordu. Filistinlilerin ve İslam ümmetinin derin düş kırıklığı, acısı ve öfkesi, kimsenin umurunda olmuyordu. Onu da en iyi Filistin sözcüsü Saib Erekat dile getiriyor: "Barış kaplumbağa hızıyla ilerliyordu. Ama Netanyahu o kaplumbağayı da sırtüstü çevirmiş bulunuyor!" diyerek olayı özetliyordu” tespitleri elbette gerçekleri yansıtıyordu.
İsrail, Filistin'de neden ordu istemiyor ve Türkiye’de neler oluyordu?
Netanyahu, Filistin'i bir koşulla tanıyacaklarını bildiriyordu; o da ordusu olmazsa kabule yanaşacağını söylüyordu! Ne kadar zihin açıcı, şifre çözücü bir lâf ediyordu. Oysa Ortadoğu'nun kilit öneme haiz ülkesi Türkiye'de de bütün tertipler ordu üzerinden yürütülüyordu. Büyük İsrail denilen hayalin gerçekleşebilmesi için en büyük engel sayılan ve peygamber ocağı olarak tanınan Türk Ordusunun çökertilmesi için uğraşılıyordu. AB'de Bilderberg, Chatham House ve ABD'de CFR ve bunları üstten birbirine bağlayan elbette alttan da bağlayan örümcek ağı gibi kurumlar; kurumcuklar toplamı olan Siyonist şebekenin tek derdinin Türkiye ve Askeriye olduğunu iz’an ve vicdan sahibi herkes biliyordu. Erbakan Hoca kırk yıldır bu gerçekleri konuşuyor ve uyarıyordu. Ayrıca bazılarına şunu da sormamız gerekiyordu: Erbakan Hoca'nın ordumuz için "Şanlı Ordumuz"dan başka bir niteleme kullandığını ve ters tavır takındığını hiç duyup şahit oldunuz mu? Ey Milli Görüş sadıkı veya kaçkını olanlar, peki ne oluyordu?
Darbe girişimi aşikâr, ama kim kime karşı tezgâhlıyor? Orası bilinmiyordu!
“Muhakkak ki bir darbe girişimi var. Şimdilik belli olmayan darbe girişiminin askeri mi, yoksa sivil kanattan mı geldiğidir?" sorgulamasıyla yazısına başlayan Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever, "belge" olayını ilginç bir detaya bağlıyor ve şöyle diyordu:
“Muhakkak ki bir darbe girişimi var. Şimdilik belli olmayan darbe girişiminin askeri mi, yoksa sivil kanattan mı geldiğidir? Üç ihtimal var: 1) Genelkurmay direktifi ile bir "irtica planı" hazırlanmıştır. 2) Genelkurmay'ın direktifleri dışında ama TSK'nın içinde birileri "durumdan vazife çıkararak" bu planı hazırlamıştır. 3) Belge sahtedir ve TSK'yı yıpratmak amacı ile sivil birileri, muhtemelen emniyet güçleri tarafından hazırlanmıştır. Ancak, her üç ihtimal de eşit derecede vahimdir, her üç ihtimal her bir vatandaşı "Ben ne biçim bir ülkede yaşıyorum?" sorusu üzerine derin derin düşündürecektir... Belge sahte de çıksa, gerçek de olsa durum vahimdir. Açıkçası, birileri Türkiye'nin kalbine hançer saplamaktadır. Toplumda; TSK ile Emniyet Güçleri, TSK ile Adalet mekanizması arasında uyumsuzluk, hatta çekişme olduğu inancı gittikçe güçlenmektedir. Görünen odur ki, bu belge ya TSK'nın, ya da Emniyet Genel Müdürlüğü'nün başını çok ama çok ağrıtacak. Kriminal ortamda belgenin sahte mi, yoksa gerçek mi olduğu anlaşıldığında benim gözümde asli sorumlu ya Genelkurmay Başkanı ya da İçişleri Bakanı olacak ve millete hesap vermek zorunda kalacaktır. Belge Genelkurmay'ın bilgisi dışında ama TSK içinde hazırlanmışsa, Genelkurmay Başkanı yine sorumludur. Karargâhına hâkim olamayan bir Başkan kendisi demokrat olsa ne yazar, olmasa ne yazar?..” sözleriyle, lafı eveleyip geveleyip yine Genelkurmayı suçluyor, Başbakanı GKB’na karşı kışkırtıyor ve kinini kusuyordu.
“Başbakan Erdoğan'ın 'tansiyonunun yükseldiği' söyleniyor. Belli ki bir 'şey' kıpırdıyor Ankara'da" diyen Taraf yazarı Ahmet Altan, "Bu cumhuriyet kurulduğundan beri belki de ilk kez 'bir şey' oluyor bu toplumda" ifadelerini kullanıyordu. Acaba, gerçekten bir şeyler oluyor muydu?..
Güya, Erdoğan'ın "tansiyonunun yükseldiği" söyleniyordu. Belli ki Ankara’da bir "şey" kıpırdıyordu. Benim anlayabildiğim şu, bizim gazetede yayımlanan belgeyle "büyük bir balık" yakalanmış oluyordu. Ama balık galiba "sandaldan" da büyük çünkü balığı çekip sandala alınamıyordu. Bırakamıyorlar da... Tuhaf bir kilitlenme hali ortaya çıkıyordu. Bunun böyle süremeyeceği açık. Ya balığı bırakacaklar, ya da yakalayıp gereğini yapacaklar. İkisi de çok riskli olduğu için karar vermekte zorlanıyorlar. Bazı gazetelerde çıkan haberler "Genelkurmay'ın bu belgeyi külliyen inkâr edeceğini" gösteriyordu. Bunu yapabilirler ama halkı ikna etmeleri çok güç...
Genelkurmay zor durumda bulunuyordu. Sabıka dosyası çok kabarık olduğu için açıklamaları kimseyi ikna etmiyordu. Hükümet de zor durumda, çünkü ne yapacağına tam karar veremiyordu. Muhalefet de nasıl durması gerektiğini belirleyemiyordu. Herkes, bu belgeden sonra "bir şeylerin" değişeceğini biliyordu. Bunun nasıl bir değişiklik olduğunu ise bilen yoktu. Kulislerde, hükümetin şu anda hepimizin bildiğinden daha fazlasını bildiği söyleniyordu. AKP'nin yeni bir "kapatma davasıyla" karşılaşmaktan endişeli olduğu da söylentiler arasındaydı. Bütün bu belirsizliklerin ortasında kesin olan tek bir gerçek vardı. Bir Ergenekon sanığının ofisinde bir "darbe" planı ele geçti. Bu plan, ya "emir komuta" zinciri içinde hazırlandı. Ya bir cuntanın emriyle yazıldı. Ya da bunu Ergenekon yaptı. Her üç halde de mutlaka hukuki bir hamle yapılması gerekiyordu. Türkiye, bu planı yazanı yakalamak ve yargılamak zorundaydı.
Ayrıca, bu "planı" her kim hazırladıysa mutlaka başka belgeler de hazırlamış olmalıydı. Onlar da herhalde bir yerlerde duruyordu. Sanırım bu belgenin yayınlanmasıyla birlikte "ordu-toplum" ilişkileri ciddi bir değişim geçirdi, ordu büyük bir tepki gördü, ilk kez bu tür andıçların "suç" olduğunu kabul etmiş olmaktaydı. Eğer bu yakalanan andıç "suçsa", daha önce yakalanan andıçları yazanlar hakkında ne yapılacaktı? Bu da cevaplanması gereken ayrı bir soruydu. Şimdi herkes durmuş, ne yapacağını bilemeden birbirine bakıyordu. Ama bu cumhuriyet kurulduğundan beri belki de ilk kez "bir şey" oluyor bu toplumda!” diyen gâvura TARAF yazarı Ahmet Altan bu belgenin TSK’yı suçlayıp yıpratmak ve Amerikan karşıtı komutan ve subayları ayıklamak üzere CIA güdümlü Fetullahçılar ve AKP iktidarınca hazırlandığı ihtimalini niye atlıyordu?
AKP'nin içinde bile çekişme yaşanıyordu. Hukukçu Meclis Başkanı Köksal Toptan "Buna mevcut haliyle belge denemez, aslı bulunmalı" derken hukukçu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç "Biz buna müstahak değiliz, bu halkın seçimine, demokrasiye ihanettir" sözleriyle belgenin gerçek olduğuna peşinen inandığını açıklıyordu. Bu arada Başbakan da 4 Haziran'da "bulunduğu" söylenen ve savcılık soruşturması zaten devam eden "belge" için ayrıca savcılığa "suç duyurusu" yapıyor (bilmece gibi...) böylece "inandığını" daha da vurguluyordu. Başbakan Erdoğan'ın "Çirkin bir senaryo ama yine de vahim tablodur. Eğer gerçek olursa daha da vahimdir" sözündeki çelişki dikkat çekiyordu. Eğer bu belgenin aslı bulunur, gerçek olduğu anlaşılırsa "ordu içinde darbe planlayan bir grubun mevcut olduğu" ortaya çıkıyordu. Durum vahimdi, lâkin çözümü mevcuttu. Daha vahim seçenek "belgenin sahte çıkması" durumuydu, çünkü o zaman devlet üzerinde "bazı amaçlar için ciddi bir oyunun oynanmakta olduğu, ordunun da kasıtlı olarak yıpratıldığı" ispatlanıyordu, bunun çözümü ise çok daha zordu!...
Ülke nereye kayıyordu?
Ülkenin geleceğini belirleyecek önemde bir problemle karşı karşıya olduğumuz kesin ve açıktı. Toplum hem kurumlarına, hem kendine olan güvenini kaybetmeye başlamıştı. Sonuncu "belge" sanki "son darbe" için saklanmış zehirli bir bıçaktı. Nitekim kurumlar arasındaki güvensizliği hemen açığa çıkarmıştı. Başbakan'la Genelkurmay Başkanı'nın gerçekleştirdikleri görüşme Türkiye'nin kriz yönetebilecek liderleri zor anlarda çıkarabileceğini göstermesi bakımından cesaret verici sanılsa da yanıltıcıydı. Görüşme ardından çıktığı meclis grubu kürsüsünde Başbakan Erdoğan, ilk andan itibaren Genelkurmay Başkanlığı'nın yansıttığı sorumlu tepkiyi ve verdiği güvenceyi övmüş, iktidar-silahlı kuvvetler ilişkilerini tanımlarken"kurumlarımızın birbirine güveni tamdır" demiş, ama ardından suç duyurusunda bulunmaktan da sakınmamıştı. Başbakan'ın bu sözleri "hükümetle silahlı kuvvetleri karşı karşıya getirme tuzağı"nın farkına varıldığı şeklinde mi yorumlanmalı, yoksa birbirine çelme takmak için fırsat kollandığı şeklinde mi okunmalıydı?!
Ordu içinde demokrasiyi devirmek isteyen bir grup varsa, gerekenin yapılacağını İlker Başbuğ açıklamıştı. Yoksa... O zaman bu korkunç komployu hazırlayanlar için gereken yapılacak mıydı? İşte orada şüphemiz vardı. Çünkü belge denen şey, İstanbul Savcılığının dosyalarında bulunması gereken gizli bir kayıttı. Bu devletin gizli kaydı bir gazeteye nasıl sızmıştı? Bunu arayıp bulacağını, devlete güveni sarsan bu bozgunun hesabını soracağını söyleyen tek kişi çıkmamıştı. Üstelik bu ilk de sayılmazdı. Polis ve savcılık gizli dosyaları Allah’ın günü gazetelere sızmaktaydı. Devlet süzgece döndürülmüş, ama Başbakan, İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı hep sessiz kalmıştı!.. Üstelik bu işbirlikçi iktidarın yandaş medyası “Başbuğ görevden alınmalı!” diye havlayacak kadar azmıştı. Bu belge dalgasıyla birlikte kurumlar arası psikolojik savaşta belli bir dozun aşıldığı açıktı.
Başbuğ: “Bana bu soruyu bile sormanız hakarettir!” diyordu!
Ertuğrul Özkök soruyor, GKB yanıtlıyordu:
“Kamuoyu merak ediyor. Gazetenin yayınladığı belgede adı geçen albay böyle bir çalışma yapmış mı, yapmamış mı?”
• İlgili şahısların ifadeleri alındı. Kendilerine soruldu. Böyle bir çalışma yapmadıklarını söylüyorlar.
"Bürosunda, evinde bilgisayarlara bakıldı mı?"
• Bütün bilgisayarlara el kondu. Yapılan bütün incelemelerde, teknik bir ize rastlanmadı. Yani o bilgisayarlarda böyle bir şey yazılmamış.
"En kritik soruya geliyorum. Komuta kademesinden, yani sizlerden böyle bir çalışma talimatı verildi mi?"
• Bana bu soruyu sormanız bile abestir, hakarettir. Böyle bir talimat kesinlikle verilmemiştir...
"Öyleyse çıkıp neden kesin ifadelerle 'Yok böyle bir şey. Belge dedikleri şey sahtedir' demiyorsunuz?"
• Olay mahkemeye intikal etti. On binde bir ihtimali bile dikkate alıp, çok temkinli konuşmamız doğru değil mi? Askeri savcılık kendi açısından incelemesini yaptı ve Genelkurmay'da böyle bir planın hazırlandığına dair somut hiçbir ize rastlamadı...
"Ya belge gerçek çıkarsa?"
• Silahlı Kuvvetler bu konuda çok ciddi ve şeffaftır. Gereken neyse onu yapacağız.
"Ya belge sahte çıkarsa?"
• Ne yapacağımızı hep birlikte göreceğiz. Bütün Türkiye görecek...[1] diyen İlker Başbuğ kısmen dik duruyor ve doğru söylüyordu. Ama Aziz Milletimizin Diniyle ve değerleriyle barışık, ABD ve AB’den tam bağımsızlıkta bir şuura sahip olmadığından fazla diretemiyor ve doyurucu olamıyordu.
Taraf'ın yayınladığı belgenin sahteliği sırıtıyordu!
Taraf Gazetesi’nde yayınlanan ve gerçekten büyük tartışma yaratan haberin özeti şuydu: Ergenekon Operasyonu kapsamında emekli asker aynı zamanda avukat Serdar Öztürk’ün ofisinde yapılan aramada; iddialara göre polisler bir belge bulmuştu. Nisan 2009 tarihli ve “Deniz Kurmay Albay Çiçek” imzalı belgede Fetullah Gülen ve AKP’ye karşı planlanan bir dizi komplo sıralanıyordu.
Şimdi önce bir dakika durup düşünmenizi öneriyoruz: Türkiye tarihinde bugüne kadar görülmemiş şekilde hükümet ve cemaat ile sorunlu ve ABD’ye karşı onurlu askerlerin, akademisyenlerin, siyasetçilerin seri halde tutuklandığı bir dönemden geçiyorsunuz. Ordunun üst kademelerinde bir albaysınız. Cemaate veya hükümete muhalif pozisyonundasınız. Siz kalkıp da bir dizi komplo projesi yaparak, bunu artık orduda görev almayan bazı insanlara yollar mısınız? Bu belgenin ele geçirilmesi durumunda, nasıl yorumlanacağını ve bunun başınıza ne işler açacağını hesaba katmaz mısınız? Nitekim evinde bu belgenin bulunduğu iddia edilen Serdar Öztürk de kesinlikle bu belgenin kendisine ait olmadığını ve bir komploya maruz bırakıldığını söylüyordu. Serdar Öztürk’ün ofisi aranırken yapılan bir dizi hukuksuzluk da, avukatı Hasan Gürbüz tarafından dile getiriliyordu.
Peki, bu belge nasıl ortaya çıkmıştı? Haberi yapan Taraf muhabiri Mehmet Baransu bu haberi nasıl yapmıştı? Serdar Öztürk’ten çıksa dahi şu an savcılıkta olması gereken bu belge nasıl oldu da Taraf’a sızmıştı?
Önce bu Mehmet Baransu kim oluyordu?
Mehmet Baransu, Batum’da valilik yapmış bir dededen, Ermenilerle savaşan bir sülaleden geldiğini söylüyordu. O halde Yalçın Küçük’ün “Gizli Tarih” kitabından şu alıntılar bizce konuyu açıklıyordu: “Blue Book…, açık açık, pek çok Müslümanın ve pek çok valinin bu yapılanları tasvip etmediğini ve karşı çıktığını, kaydetmektedir.” Blue Book (Mavi Kitap), Ermeni Kırımı üzerine yazılmış bir kitaptır. Demek ki, Mehmet Baransu ya Ermenilerle savaşından övünç duyduğu dedesini çok iyi tanımıyor; ya da dedesi “Türk olamayan Türklerden oluyordu!? Aynı kitaptan devam edelim. Yalçın Küçük, Anadolu’da cereyan eden Yahudi-Hıristiyan Savaşı’na dikkat çekiyor ve tabii ki Ermenileri ve Yahudileri farklı cephelere yerleştiriyordu. Hatta, Ermeni tehciri ve 6/7 Eylül olayları gibi olayların, sadece bu iki kutbun çatışması olduğunu ve Türklerin adeta seyirci kaldıklarını söylüyordu.
Bunları da söyledikten sonra sıra isim-bilime geliyordu. “Mehmet”, Sabetay Sevi’nin Müslümanlığa geçtiğini söylediğinde aldığı isim oluyordu. Bir de soyadına yani “Baransu”’ya bakalım. Her bilimde olduğu gibi, isim-bilimde de parçalamak ve gereksizleri ayırmak durumundayız. Burada gereksiz bir ek gözükmüyor; ancak parçalamak durumundayız. Baran veSu diye ikiye ayırıyoruz. Baran, Koç anlamına gelir ve İbrani bir isimdir. Kars’tan Anadolu’ya yayılıyor, 1878 yılında Kars’ı rusifiye etmeye çalıştıklarında, Ruslar, Rusya’dan göçmen getirdiler ve göçmenlerin Yahudi olanları Baran ad ve soyadını çok kullandılar. İsimlerin İbranileştirilmesi kitabında buna bir örnek olarak da Amerikalı sosyalist iktisatçı Paul Baran veriliyordu. Taraf'ın gündem oluşturan, daha doğrusu gündemi saptıran haberlerinin altında hep onun adı bulunuyordu.
Mehmet Baransu Taraf’ta şu önemli haberleri yapmıştı:
• Karargâh evleri soruşturmasını yürüten Hava Hâkim Mehmet Çevik hakkında "Dünyanın en zengin hâkimi" haberini yaptı. (13 Mart 2009) Hâkimin aileden zengin olduğunu Yeni Şafak gazetesi bile yazmak zorunda kaldı. Baransu askeri mahkemede yargılanıyor.
• "İşte medya patronu ile Ergenekon İşbirliği" (9 Şubat 2009) başlığı ile Mehmet Emin Karamehmet'in dönemin Jandarma Genel komutanı Şener Eruygur'u ziyaretinin sohbet dökümünü ele geçirip yazdı.
• 2 Haziran 2008 tarihinde “Genelkurmay’ın Yeni Kontrgerilla Planı” başlıklı bir haber yaptı. Yine gizli bir Genelkurmay belgesini yayınladı.
• 29 Haziran 2008’de Dağlıca Baskını ile ilgili yaptığı haberde, baskının PKK ile TSK işbirliği sonucu gerçekleştiğini haber yaptı. Baransu’ya göre ordu yetkilileri adım adım önlemleri azaltarak PKK’nın saldırısına izin vermişti. Daha sonra Aktütün ile ilgili aynı iddiaları ortaya atmıştı.
• 2008 Temmuz’unda bir yazı dizisinde Ergenekon’un Temel Belgesi’ni açıkladı. Bu belgeler, Baransu’nun haberine göre örgütün anayasası idi.
• "Hocasından darbe dersleri" (13 Nisan 2009) Bu sürmanşet haberden sonra Erol Manisalı tutuklandı.
• 24 Mayıs 2009 tarihinde Genelkurmayın yine gizli olduğu iddia edilen gizli bir belgesinihaber yaptı. Bu belgeye göre Genelkurmay, askerlere Abdullah Gül ve Hayrünnisa Gül desteği ile yürütülen “Türkiye Okuyor” kampanyasına katılmama çağrısı yaptı.
Bu ve benzeri onlarca Ergenekon Davası’nı ilgilendiren onlarca gizli belgenin haber kaynağı neden hep Mehmet Baransu’ydu. Mehmet Baransu neden Taraf’tan ayrılıp, ardından tekrar geri dönüyordu? Yoksa "AKP ve Gülen'i Bitirme Planı" haberini manşet yapmak için mi çağrılıyordu?
Peki, Mehmet Baransu neden sorgulanmıyordu?
Elbette hakkında açılan onlarca dava devam ediyor. Ancak bunlardan biri var ki oldukça önem taşıyordu:
28 Mart 2008 tarihinde "Büyükanıt Hedefte" başlığı ile yaptığı haberde İşçi Partisi'nde çıkan belgeye göre, Büyükanıt'a suikast yapılacaktı. Ancak haberin doğru olmadığı mahkemede ortaya çıktı. Baransu mahkemede verdiği ifadede haberi emniyetten aldığını itiraf etmek zorunda kaldı. Kısacası Mehmet Baransu gibi genç bir gazeteciye sansasyonel haberleri polisin verdiğini Mehmet Baransu bizzat kendisi açıklamıştı. Yine Serdar Öztürk’ün avukatı Hasan Gürbüz’ün şu sözleri de aynı iddiayı destekliyordu: “Bu belgeler emniyetten çıkıyor. Savcıların sızdırdığına inanmıyorum. Bu haberin yapılmasının bir sebebi de önümüzdeki günlerde bazı muvazzaf subaylara hatta generallere yönelik gözaltı için altyapı oluşturmaktır."
Peki, Baransu gibi genç bir gazeteciye polis içindeki haber kaynakları neden bu bilgileri veriyordu? Bunun yanıtı belki de Baransu’nun gazetecilik kariyerinde saklı bulunuyordu. Baransu Taraf Gazetesi’nden önce Aksiyon Dergisi’nde çalışıyordu. Aksiyon Dergisi, Fetullahçı cemaatin haftalık yayın organı olarak biliniyordu. Kısacası Taraf’ın başarılı(!) muhabirinin cemaat ile böyle bir geçmişi ve ilişkisi saptanıyordu. Bu haliyle düşününce “AKP ve Gülen’i Bitirme Planı” haberi daha bir anlam kazanıyordu.
Şimdi bu haberde ilginç gördüğümüz bazı noktaları açmamız gerekiyordu:
• Öncelikle şunu söyleyelim Taraf’ın haberinde belgenin altında şöyle bir imzadan söz ediliyordu: “Deniz Kurmay Albay Çiçek”. Oysa hiçbir askeri belgede böyle bir imza kullanılmazdı. Yani yalnızca soyadı ile hiçbir belge imzalanmadığı gibi belgelerin altında imzalayan askerin unvanı ayrıntısı ile yazardı.
• Şimdi belgeden bir bölümü aktarıyoruz: “Fetullah Gülen (FG)’ciler gemi azıya aldılar, doğrudan TSK’ya saldırıyorlar” teması işlenecek, bu kapsamda muhafazakâr vatandaşların bile “Pes doğrusu biz de Elhamdulillah Müslüman’ız, ama FG’ciler resmen TSK’ya saldırmak için provokasyon yapıyorlar” dedirtecek çalışmalar yapılacaktır.” Bugüne kadar pek çok askeri belge kamuoyunun gündemine geldi ancak böyle bir dilin bugüne kadar hiçbir askeri belgede örneği yoktu. Bu arada belgenin kamuoyunda “Fetullahçılar” olarak tabir edilen ifadeyi kullanmadığını Fetullah Gülen’ciler dediği dikkatlerden kaçmıyordu.
• Yine belgenin bir yerinde şöyle yazılıyordu: “İzleyici veya dinleyici kitlesi fazla olan radyo, televizyon programlarına farklı bir kimlikle, canlı yayın esnasında, telefonla bağlanılarak; FG’ci maskesi altında konuşmalar yapılarak tahrik olmuş bir FG’ci gibi, “Evet kardeşim, bizimle uğraşan herkes Ergenekoncudur. Onlarla uğraşmak bizim boynumuzun borcudur. Bizimle uğraşmaya kimsenin gücü yetmez” şeklinde açıklamalar yapması sağlanacaktır.” Fetullah Gülen’e karşı olan rapor nedense cemaatçiymiş gibi yapan askerler hakkında “FG’ci maskesi altında” gibi küçültücü bir ifade kullanıyordu!..
• Bu arada belgede cemaat karşıtı propaganda için “kara propaganda” ifadesini kullanması dikkat çekiciydi. Belgede kendi faaliyetinin amacı için kullanılan “bilgi kirliliği yaratmak” ifadesi de bir diğer dikkat çekici ifadeydi.
Sonuç olarak ortaya gerçekten şüpheli bir durum çıkmakta ve bu belgenin “kâğıt parçası” olduğu anlaşılmaktaydı!
Ama, ister gerçek çıksın, ister sahteliği kanıtlansın; bu belgeden sonra artık Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı!
Belge gerçek ise, cemaat ve AKP’nin, ordunun üstüne hücumları artacaktı… Cemaati birincil tehlike olarak gören Genelkurmay, Fetullahçılar tarafından açıkça hedef yapılacaktı. Cemaate karşı eleştirel yayınlar yapan medya organları da bu planın kaynağı ile ilişkili olmakla suçlanacaktı.
Belge gerçek değilse, bu durumda yine çok konuda değişimler yaşanacaktı. Cemaatin orduya bu belgeler aracılığıyla komplo düzenlediği ortaya çıkacak, bu durum benzer belgeler ile gözaltına alınan pek çok Ergenekon sanığını da kapsayacaktı. Cemaatin yalnızca Ergenekon ile sorunlu olmadığı, bütün orduyu yıpratmaya çalıştığı çok net olarak anlaşılacaktı!?.
Kısacası bu belge olayı; artık Türkiye’de geri dönülemez bir süreci açıkça başlatıyordu. Bunun yönünü anlamak için ordunun yürüttüğü soruşturmanın sonucu ipuçları veriyordu. Evet, Askeri Savcılık bu belgenin TSK bünyesinden çıkmadığını, imzaların Albay Çiçek’e ait olmadığını açıklıyordu. Yani TSK bu sahte belge üzerinden, sivil ve sinsi komployla karşı karşıya bulunuyordu.
Çünkü Türkiye’de orduyu yıpratmadan, bunun için halkla TSK’yı birbirine kışkırtmadan, yani bağımsızlık ve bekamızın sigortası olan Silahlı Kuvvetleri etkisiz ve yetkisiz konuma taşımadan; Ülkemizin parçalanması ve Güneydoğumuzda Özerk Kürdistan kurulması imkânsız görülüyordu. Bu hıyanet girişimine de ordu içindeki milli duyarlı ve tutarlı subayları Ergenekon tertibiyle karalayıp içeri tıkmakla başlamak gerekiyordu… Bu sinsi görevi de Fetullahcı CIA-MAAT’a bizzat Amerika ve Siyonist odaklar veriyordu… Şimdi bu uyarılarımıza kulak tıkayan ve bize düşman tavrı takınan AKP iktidarı da, Fetullahçıların suç ortağı oluyordu!..
[1] Hürriyet